kim okur abi bunları?

Dağ başında bir bakkal dükkânı. Muz ve incir tezgâhlarının yakınında. Dışarısı kavruluyor, içeride klima serinliğinden burnunu çıkarmak istemeyen 14-15 yaşlarında bir çocuk, dükkân sahibi sıfatıyla oturuyor. 

Gazeteleri önüne koyuyorum. Para üstü hesaplarken, birinin fiyatına şaşırıyor:


“Oha üç buçuk lira olmuş bu” diyor.


Tepkileri yaşından büyük. Ben de ona ayak uyduruyorum. 


“Diğer gazete de ucuz değil” diye hayıflanıyorum. Sahi ucuz değil, o da üç lira. “15 liraya da gazete var” diyorum, iç çekerek.


“Kim okur abi bunları” diye gülüyor.


Gazeteleri alıp çıkıyorum dükkândan. Muzların, incirlerin sıcağına.

sen gelmeden önce

 

Benim radyoda bu ara hep bu çalıyor. Sözleri de müziği de tonu da çok güzel. 


Ama en çok sözleri benim için.


Bir şey tanıdık geliyordu; çıkaramıyordum. Buldum. Başka bir evrenden bir paralel. İlhan İrem’in eski şarkılarında bu melodi ve bu ton vardır. Onları da çok severim. Kızım İçin, Ay Tozları, Olanlar Olmuş…


Duygu yoğunluğu İrem’de tabii biraz daha fazla ama dedik ya paralel evren işte… O evrenden bu evrene yollar çatallı


The Real Tuesday Weld’i bir süre dinleyeceğim. Siz de dinleyin. İlhan İrem’i de dinleyin. 


*


Bu arada, bu şarkının çizgi filmden bir klibi var; rol çalıyor diye koymadım. 

dağı düşünen adam


Yasunari Kawabata’ya bugüne dek bu kadar uzak kalmak... Kusur değil belki ama şüphesiz bir eksiklik. Bulunca farkına vardığın bir eksiklik.


'Dağın Sesi' romanını okudum. Diğerlerini de buldukça okurum. 


İçerideki sesler, dışarıdaki sesler, ikindi saatlerinde hışırdayan perdeler. 


Tüm dünya gibi benim de çok okuduğum Murakami, belli ki Kawabata'dan etkilenmiş ama ondan aldığı ilhamın üstüne bir de fazladan gizemli olay örgüsü eklemiş. 


Kawabata’da gizemli olan yaşamın kendisi. 


Altmış küsur yaşında bir adamın dağa bakması, dağı düşünmesi. Tünele giren trenin uğultusunu zihninde hissetmesi. Kendini, kusurlarını, olmamışı, olamamışı ve asla olmayacak olanı günlerin içinde damıtması... 


Her bir sayfayı çevirdikçe, bir tarif arıyordum. Düşündüklerim yetmiyordu. Nihayet buldum. Sanırım. 


Romanını bir haiku yazar gibi yazmış Kawabata. 

gazetecilikte ilerlemenin beş adımı

10 yıl önceki notlarımı karıştırırken buldum. Beş madde diye not almışım ama dört madde yazmışım. Yanlışlık mı yaptım acaba yoksa beşinciyi bulamadım mı? Belki de beşinciyi o an için boş bırakayım demişimdir.


Tam olarak şunları sıralamışım:


Çetin Altan’la konuşun. 


Taşrada bir devlet görevlisini ismini kullanmaya ikna edin. 


Büyük bir gazetenin genel yayın yönetmeninden haberiniz için görüş alın.


Haberinizi silip yarı uzunlukta yazın.


***


Bunları kendim yaptığım için rahat rahat, biraz da şımararak yazmışım tabii. Gerçi ikinciden emin değilim. Bir ağır ceza reisini ikna ettim diye hayal meyal hatırlıyorum. 


Çetin Altan’la konuşmak çok hoş bir tecrübeydi ama görüş almak zordu; çünkü sizi savururdu. 


Gazete gyy’leri kıdemsiz muhabirleri tabii ki sallardı. 


Sonuncusu sahiden zordur. Kısa yazmak kendi başına bir kademedir. 


***

Beşinci madde için yeni bir post yazacağım. Bakalım…

gelecek günlerin fragmanı

Saat sabahın dokuzu. 

Bir fincan kahve içmek için yolumu değiştiriyorum. İkinci nesil, üçüncü nesil derken herkes artık çok ‘stylish’ kahve yapıyor, tuhaf, kavruk, yanık tatlar. Sevemedim.  


Ama kapı duvar. Sevdiğim yer kapalı. Vitrin camında bir A4: “Personel sıkıntısı nedeniyle kapalıyız.”


Bütün şehir böyle. Avrupa’daki çok şehir gibi. Eleman yok. Hiçbir şey için. 


Vitrindeki not şöyle devam ediyor: "Garson, barista, aşçı ya da müdür olarak çalışmak isterseniz lüften bize haber verin.”


Onlarca kafenin, restoranın kapısında aynı not.


Gelecek günlerin fragmanı.


Açık bir mekân bulup, fazla kavrulmuş bir kahve içiyorum. En azından yapıp getiren biri var. Şimdilik. 


***


PS: Resim Edward Hopper'ın. 

dünyanın en güzel film ismi


Karanlıkta Uyananlar… Dünyanın en güzel film isimlerinden biri. Sinemamızın kesik damarı. Oralardan kimbilir ne güzel filmlere koşacaktık; üzerimizden kıyıcı darbeler geçmeseydi. Vedat Türkali yazmış, Ertem Göreç çekmiş. Sene 1964. Evet, ham yönleri var ama bir derinliği de var. Kalabalık oyuncu kadrosu içinde hiç kimseyi tek boyutlu bırakmayan bir çaba. Hele filmin başında gördüğümüz fabrikatör... Eksisiyle artısıyla, su katılmaz bencilliğiyle ama bir yandan da gidişata göre renk değiştiren idare-i maslahatçılığıyla; işçilikten geldiği halde işçileri ezmesiyle ama işçilikten geldiği için 'hain' burjuvazi karşısında iyi pozisyon alabilmesi ve kül yutmamasıyla, kısacık ekran anlarında çizilebilmiş müthiş bir portre. 

Kimse masum değil filmde. Herkes tökezliyor, yanlış tercih yapıyor; gençliğine, bilinçsizliğine, boşvermişliğine, çıkarcılığına yeniliyor; herkes, hayat karşısına hangi tümseği çıkarsa ona takılıyor. Birinci sınıf bir izdüşüm. Hayat işte.


Ama uyanıyorlar. Güzellik burada. Birdenbire uyanmakta. Karanlıkta uyanmakta. Bir filmin isminin hayatı hem bu kadar iyi tanıyıp hem de gerekeni bu kadar ustaca söylediği başka örnek azdır. Hem de tam bugünler için gereken buyken, ne kadar ilham verici. 


Peki kalabalıkların bu kadar iyi yönetildiği bir başka filmimiz var mı? Kamera sürekli insanların içinde. Didişen, söyleşen, dövüşen, sevişen insanlar. Grev yapan, grev kıran, umut eden, boş veren insanlar.


Nihayet o benzersiz son sahnede karanlıkta uyanan ve mahmurluklarında bir araya gelen insanlar…


Hangi insanlar bunlar? Biz miyiz? Bir zamanlar biz miydik? Altmışlı yılların harında diriliğin, hürlüğün bir araya gelmeye zorladığı, uykusundan uyandırdığı insanlar bizim memleketimizde mi yaşıyordu? Hain ‘komprador’ burjuvazi Türklerin yanında her zamanki gibi Rum ve Yahudilerle temsil edilirken, hep var olan gayrımüslim işçilerin de belki ilk defa o yelpazenin, o temsilin dışında tutulmadığı yer sahiden Türkiye miydi? Rastgele yapılan bir röportajda, Ayvalıklı Ahmet oğlu Salih yanında Ohannes’in oğlu Yetvart’ın da grev gözcüsü olduğunu gördüğümüz o ülke burası mı?


Burası değilse neresi? Üzerinden henüz elli yıl geçmemiş bu film nerede yazılmış, nerede çekilmiş?


Bir de…


“Karanlıkta Uyananlar”ın, yazarı çizeri tekmil sanatçısıyla entelektüel camiayı, 'yalıda viski içen Batı muhipleri' sığlığıyla eleştirmesi koca bir eksi; filmin çürük dişi. Bu çürük, filmin güzelliği içinde kendini hissettirmiyor ama sonrasında -ve hâlâ- can acıtıyor. 


Ama bir dakika. Hem yalıda viski içenlerin arasında hem de halkın, grev yapan işçilerin bağrında rastladığımız, iki tarafta da kendi evinin salonundaymış gibi rahat dolanan biri var. Bir gazeteci… Herkesin hata yaptığı filmde, akıl tarafında istikrarla kalabilen tek kişi. 


Kim bu kişi?


Bence Vedat Türkali’nin ta kendisi… 


(To be continued)




eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...