animasyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
animasyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

biz ruhumuzla uçarız


Ursula: Daha senin yaşındayken ressam olmaya karar vermiştim. Resim yapmayı çok seviyordum. Bütün gün, şövalenin başında uyuyup kalana kadar çalışıyordum. Bir gün birdenbire, neden bilmem resim yapamamaya başladım. Denedim, denedim ama hiçbir şey kâr etmedi. Daha önce sağda solda gördüğüm resimlerin taklitleri gibiydi yaptıklarım ve iyi taklitler de değillerdi. İşte o zaman yeteneğimi kaybettiğimi düşündüm. 

Kiki: Tıpkı benim gibi. 

Ursula: Evet aynı. Ama sonra cevabı buldum. Neyi, neden resmedeceğimi anlamamıştım. Tarzımı bulmam gerekiyordu. Sen uçtuğun zaman, içindeki bir şeyden güç alarak uçuyorsun değil mi?

Kiki: Evet. Biz ruhumuzla uçarız. 

Ursula: Ruhuna inanarak... Evet, evet, işte öyle. Tam da bundan bahsediyorum. Bana resim yaptırtan, arkadaşına ekmek pişirten ruh da işte bu ruh. Ama hepimizin kendi ilhamımızı bulması lazım, Kiki. Bu da hiç kolay değil. 

Kiki's Delivery Service, Hayao Miyazaki (1989)





kaplumbağaların labirentinde


1. 
Harika bir film seyrettim. Burada bulunsun. Siz de seyredin. Buñuel in the Labyrinth of Turtles (Buñuel en el laberinto de las tortugas). Yönetmeni Salvador Simo Busom. Büyük yönetmen Luis Buñuel’in İspanya’nın sıfır noktasında ‘Las Hurdes - Ekmeksiz Toprak (1933)’ belgeselini nasıl çektiğinin hikâyesi. Müthiş bir yoksulluğu anlatma denemesinin hikâyesi…

2.
Metin Eloğlu, ‘Horozdan Korkan Oğlan’ şiirini Bunuel’e ithaf etse olurmuş. Horozdan bu kadar korkan bir başkası yoktur. 

3.
Dali’yle Bunuel’in kanka olduğu hep söylenirdi. Filmde, kendisinden utana sıkıla para isteyen Bunuel’i “Ah be abi” diye refüze etmesi sahnesi var ki, Dali’ye büyük eksi yazdı. 

4.
Filmin en güzel yanı bence sahici arkadaş Ramón Acín’in hikâyesi… Allah herkese böyle arkadaş versin… Ben bunu anlatmayayım. Siz seyredin, hem neyi kastettiğimi anlarsınız hem de bu güzel adamı tanıyanların sayısı artmış olur. 





şşşşt... usta çalışıyor



Tropenmuseum’da ‘Cool Japan’ isimli sergiyi nihayet dolaştık. Havalı bir iş ama ağza bir parmak bal çalmaktan öteye gitmiyor. Beginner düzeyinde.

Bana kalan sergideki şu fotoğraflar oldu. Biri ustaların ustası Hayao Miyazaki’nin, diğeri yine manganın büyüklerinden Yoshihiro Tatsumi’nin…

İki çalışma usulü. Düzenli, iptidai... İkisini de severim. 

Miyazaki usta giymiş esnaf önlüğünü, sakalını taramış, dalmış hayaller alemine… Tertipli düzenli, her şey yerli yerinde. Çalışmanın güzelliği için tüm koşullar oluşmuş. Emeğin ilhama, ilhamın emeğe dönüştüğü bir makineyi, tıkır tıkır, güvenle işletiyor. Kendini işliyor. İyi bir pastacı da olurdu Miyazaki Usta, iyi bir heykeltraş da. Saatlerimizi de mükemmelen ayarlardı. Önlük işte o önlük. Ancak ustanın giydiği, giyeni de usta kılan önlük. Bir gün giymek isteyeceğim önlük. 

Tatsumi’nin fotoğrafı çok çok eskilerden. Sanki kayıp bir geçmişten. “Bu bulanık anıyı anlatmak isterdim” diye başlar ya Kavafis; işte çok eskiden çok, ta gençlik yıllarından, neredeyse silinmiş bir anı… Yazdır, sıcaktır; çalıştıkça yaptığın işin içinde kendi unutursun… Dağınıktır masa. Kahve, sigara, viski; o anki zehrin hangisiyse, hayallerinin yanında o yürür. Yapış yapıştır gece, üstünü çıkarırsın. Tatsumi Usta çiziyor ama sen yazarsın, yazarsın, yazarsın… Şafak söker. Uyumaya gidersin, o masada uyuyup kalmamışsan. Bedenin kendini bırakır; zihnin halen masada oturmuş çalışmaktadır. Öteyi beriyi düzeltir, sağı solu silkeler, sonra o da uyur. Emeğin mutluluğuyla uyur. 

İyi çalışan insanın fotoğrafları bile çalışma şevki veriyor, ne tuhaf. Emek de bulaşıcıdır belki.   

Aşağıda Miyazaki ve Tatsumi ustaların işleri...





denizin en güzel şarkısı



O nasıl bir güzelliktir… İrlanda’dan çıkan animasyon filmi Song of the Sea, öylesine güzel, öylesine zarif üstelik öylesine çocuksu, naif çizilmiş ki gözünüzü alamıyorsunuz ekrandan. 

Pixar ve Disney de çok iyi işler yapıyor tamam ama onların işleri çoğunlukla bilgisayar destekli. Song of the Sea, elle çizilmiş… Hem sanat hem zanaat… Saf alınteri. Yönetmen Tom Moore’a şapka çıkarılır. Film bu senenin en iyi animasyonlarından (Oscar’a da aday olmuş ama kazanamamıştı). Tüm zamanlar listelerine de rahat girer. En azından benim için. 

Moore (‘The Secret of Kells’ isimli, henüz seyretmediğim animasyonuyla da biliniyor) hikâyenin de ortağı (senaryonun diğer sahibi Will Collins). Bu not bence önemli, çünkü filmin hikâyesi epey iyi. Kelt mitolojisine aşina değilim, karakterleri oradan devşirip devşirmediğini bilmiyorum; sırf bu hikâye için üretildilerse harika iş. İki kardeş, Saoirse ve Ben’in, tekinsiz bir alemde sıkışıp kalmış ruhların yardımına koşma serüveninde epey güçlü yan karakterler var (Annelerinin yokluğuyla acı çeken babayı da harika aktör Brendan Gleeson seslendiriyor). İyisinden bir aile hikâyesi Song of the Sea. Sanırım yakında bizde vizyona girecek. İster sinemada seyredin, ister başka yerde, sakın kaçırmayın. 
Bir de yan not: Film 1987’de geçiyor. Bir ara o dönemin Dublin’ini de görüyoruz. U2’nın güzel, görkemli ve yerel olduğu zamanlar. Joshua Tree henüz çıkmış, düşünün. Where the Streets Have No Name, With or Without You, I Still Haven’t Found What I’m Looking For söyleyen bir U2. Filmde o şarkılar yok tabii. Onlar içimizde çalıyor. 
Seksenlerde büyüyen kardeşlerin hikâyesi yani… O bildiğimiz, eşsiz ve hep öyle kalacak duyguların hikâyesi…




eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...