4 parça etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
4 parça etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

kaplumbağaların labirentinde


1. 
Harika bir film seyrettim. Burada bulunsun. Siz de seyredin. Buñuel in the Labyrinth of Turtles (Buñuel en el laberinto de las tortugas). Yönetmeni Salvador Simo Busom. Büyük yönetmen Luis Buñuel’in İspanya’nın sıfır noktasında ‘Las Hurdes - Ekmeksiz Toprak (1933)’ belgeselini nasıl çektiğinin hikâyesi. Müthiş bir yoksulluğu anlatma denemesinin hikâyesi…

2.
Metin Eloğlu, ‘Horozdan Korkan Oğlan’ şiirini Bunuel’e ithaf etse olurmuş. Horozdan bu kadar korkan bir başkası yoktur. 

3.
Dali’yle Bunuel’in kanka olduğu hep söylenirdi. Filmde, kendisinden utana sıkıla para isteyen Bunuel’i “Ah be abi” diye refüze etmesi sahnesi var ki, Dali’ye büyük eksi yazdı. 

4.
Filmin en güzel yanı bence sahici arkadaş Ramón Acín’in hikâyesi… Allah herkese böyle arkadaş versin… Ben bunu anlatmayayım. Siz seyredin, hem neyi kastettiğimi anlarsınız hem de bu güzel adamı tanıyanların sayısı artmış olur. 





me dicen el clandestino

1. 
Oosterpark Sokağı’nda bir pencerede, büyük harflerle şöyle yazıyordu: “Kanunsuz insan yoktur, insansız kanun vardır.”

2. 
Hollandacam şunu bir çırpıda anlayacak kadar gelişmiş, az buçuk gurur duydum. 

3. 
Bu şehirde insanların kendilerini pencerelerinde ifade etmesi hoşuma gidiyor. Bir kâğıda bazen şiir bazen özlü sözler yazıp asıyorlar. Fotoğraflar, resimler, süsler… Kendilerine değil, gelip geçen için. Bir ifade sanatı ve vitrin olarak pencereler… 

4. 
‘Kanunsuz insan’ çeviri kokuyor tabii. İllegal deyince daha doğru. Eh, o zaman da Manu Chao’nun Clandestino’sunu hatırlamamak mümkün mü? Yalnız Manu da ne kadar gençmiş... 

dünyanın merkezi burası

1.
Londra’da bir taksi şoförü, gazeteci olduğumu öğrenince, “Bir gün muhakkak gelip burada yaşamalısın” dedi. “Burası dünyanın merkezi; her şey buraya akar. Bütün haberler burada.” Orası doğru da, adına Londra dediğiniz arı kovanı çok yorucu be şoför abi.   

2.
Taksicilerden her yerde muhabbet çıkar da buradakiler büyük konuşmayı aşırı seviyor. Bir önceki gelişimde de Brexit'ten sohbet açılmıştı. Adam durdu durdu, "İngiltere zaten Avrupa'da değil; yerle gök bir araya gelene dek de yerinde kalacak" dedi. Eh, coğrafi olarak haksız değil. 

3.
Bizim ‘üst akıl’ komplocularının, ‘büyük resim’ için işaret ettikleri ülke hep İngiltere’dir. Gerçi İngiltere’nin bir hükmü yok; mevzu Londra’da dönüyor. İster bir kaşınızı kaldırıp “Üst akıl” diyip durun, ister bilmiş bilmiş “Sonuçta herkes burada abi” tespitinde bulunun, taksi şoförünün dediği gibi “bütün haberler burada” 

4.
Peki nerede bu üst akıl? Covent Garden’da dünyayı yöneten iki kişiyi gördüm sanırım. Yaşlılar, jantiler, eski usul çantaları var. Niye oradalardı; dünyaya tiyatro oyunları üzerinden mesaj vermek için görüşmeler mi yapıyorlardı, hiç bilmiyorum. Onlara biraz dik dik bakmışım; kibar adamlar, selam verdiler. Şu anda beni araştırıyor olabilirler.

huzursuz arıların kovanı londra


1. 
Londra’ya ne zaman gelsem, taşradan büyük şehre gelmiş gibi hissediyorum. Burada işler başka türlü yürüyor, belli. Bir arı kovanı. İstanbul daha da kaotik ama o arı kovanı hissi yok. Düzensiz bir makine İstanbul. Bir hedefe kitlenmiş gibi durmuyor. Sonuç üretmiyor. Londra’nın arıları ne yapmaları gerektiğini biliyor. 

2. 
Bu defa Amsterdam’dan geldim Londra’ya ve bu sayede daha önce fark etmediğim bir şeyle karşılaştım. Evvela şunu söylemeli ama: Bu seyahatte taşradan gelmiş olma hissi daha baskındı. Sonuçta İstanbul da dünyanın merkezlerinden biri; üstelik devasa bir merkez. 820 binlik nüfusuyla Amsterdam, bir Kadıköy bile değil. Ama İstanbul’dan Londra’ya gittiğimde, bizde de durum aynı olduğundan, hiç fark etmediğim vurucu mevzu şu: Londra’da insanlar mutsuz görünüyor. Huzursuz. Yüzleri gülmüyor. Hızlı hızlı, kaçar gibi yürüyorlar. Hava durumu da zaten hiç yardımcı olmuyor. 

3. 
Trenle geldim şehre. St. Pancras İstasyonu’nda indim ve anında insanların arasına karıştım. Uçakla tren arasındaki dev ‘medeniyet’ farkını bir daha idrak ettim. Bu heyecanı yaşayan milyarıncı (ne acayip ifade) kişi olarak tekrarlayayım madem. Tren, sizi havaalanı stresiyle üzmüyor, indi bindi meselesiyle yormuyor, seyahat ederken bir serüven yaşatıyor ve doğrudan dünyaya çıkarıyor. Demir ağlarla donatmışız dünyayı, tekrar o yıllara dönsek ya. 

4.
Londra’ya trenle gelmek bir vakaymış gerçekten. St. Pancras İstasyonu’nda, trenden iner inmez sizi karşılayan ‘sevgililerin vedası’ temalı heykel ne kadar zarif. Heathrow, Gatwick falan derken bu güzelliği görmemişiz. Bir yandan da düşündüm: İyiymiş heykel görerek girmek şehre. Şimdi ayakları yerden keselim biraz. Her büyük şehrin girişinde dev bir heykel olmalı. New York’taki ‘Özgürlük Heykeli’ gibi. Ya da ‘Game of Thrones’ta bazı şehirlerin girişinde olduğu gibi. Böylece, oraya vardığımızda bir ufak ürperelim, ayağımızı denk alalım, o şehirle hesaplaşacaksak, işe o dev heykelden başlayalım. Ankara’nın sabık belediye başkanı haklı mıydı acaba, şehrin dört girişine dört büyük heykel kondurmak istemekte? Bu hissi mi yaşamıştı? Neyse ne, Londra’nın dev heykele ihtiyacı var. Şimdi onlar düşünsün. 

radyo dinleyenler, poker masası ve kafası dolu bir kadın

1.
Umberto Eco’dan okudum; ilk zamanlarında radyo tiyatrolarının karanlıkta oturarak dinlenmesi tavsiye edilirmiş. 

2.
Yeni nonfiction kitabı için poker öğrenen Maria Konnikova, 200 bin dolar kazanmış masada. Harikulade bir çaba. Amerikalı nonfiction yazarlarının işini fazla ciddiye aldıklarının da göstergesi. Amerikalı yazar Joshua Foer de (kendisi Jonathan Safran Foer’in kardeşidir) hafıza teknikleri üzerine yazdığı ‘Moonwalking with Einstein’a hazırlanırken, eski şampiyonlardan işin tekniklerini ve inceliklerini öğrenmiş, sonra da kendisi şampiyon olmuştu.

3.
Dino’yla kaldırımda bisiklet sürerken, yanımızdan başının üstünde ağzına kadar dolu, siyah bir çöp torbasıyla bir kadın geçti. Dünyanın en normal şeyiymiş gibi. Elleri de boştu üstelik.  

4.
Gece gece, hiç hesapta yokken ‘Tomboy’ diye bir film izleyip bitirdim. 2011. Céline Sciamma. Usuldan akıyor, hikâyesini sündürmeden anlatıyor, ders vermeye kalkmıyor. Çocuk oyuncuları (şimdi ne yapıyorlardır acaba) kendi naifliklerini katmayı becererek oynamış. ‘Sciamma’nın, filmin her yerine homojen dağıttığı bir üslubu var. Akmadan kokmadan götürüyor filmi. Düşününce, bu özellik o kadar çok işte eksik ki. 

PS: Fotoğraf 'Tomboy'dan. Jeanne Disson ve Zoé Héran


gece, kazlar, kitaplar


1.
Gözden neden kaçtığına pek akıl erdiremediğim, denizi memleketteki onlarca meşhur yere taş çıkartan bir kıyı köyündeyim. Buraya dört senedir geliyoruz. Bu sene biraz daha kalabalık. İlk defa bir ‘beach’ açıldı. Bir de hafta sonları sağda solda canlı müzik başladı. Daha fazlası olur diye tahmin ediyordum. Olmadı. Eh, so far so good. 

2.
Gece… Belediye parkındaki kazlar, kümeslerinde birbirlerine sokulmuş, kıpırtısız duruyorlar. Gözleri faltaşı gibi açık. Bu saatte uyumaları beklenir ama uyumuyorlar. Az ötede, bu sene bangır bangır canlı müziğe başlayan gazinodan gelen yüksek ses aman vermiyor. Öylece bekliyor kazlar. Müzik geceyarısında bitince uyuyacaklar. Daha çok var. İsyan etmeden, sessizce beklemeleri insanın kalbine dokunuyor. 

Birkaç ay önce ‘Ağaçların Gizli Yaşamı’nın yazarı Peter Wohlleben’le röportaj yapmıştım. Ağaçların da uyuduğunu söylemişti. Ormandaki ağaçlar rahatmış; şehirdekilerse aydınlatma yüzünden uyuyamıyormuş. O yüzden yaşamları kısalıyormuş. 

Hiçbir canlıya rahat vermiyoruz. Kendimiz de bir türlü rahat etmiyoruz. 


3.
Küçücük bir çarşısı var köyün. Geceleri hareketleniyor. Çarşının ortasında ufak bir kitapçı dükkânı. Girişteki tezgâhta Zülfü Livaneli, Ayşe Kulin, Jo Nesbolar yığılı. Kapatınca içeri alınmıyor kitaplar. Ertesi gün öğlen saatlerine dek kilitli dükkânın önünde açıkta kalıyorlar. Bu köyde en çok bu hal hoşuma gidiyor.

4.
Açıktaki bestseller’lar beni kesmedi. İçerideki kitaplara bakıyorum. Yine Livaneli, yine Ahmet Ümit, yine Elif Şafak, derken… İşte küften kararmış bir duvarın önünde, ancak böyle bir yerde bulabileceğiniz türde kitaplar. Bazısının baskısı tükenmiş, bazısı yayınevi kapanmış…

Küçük bir ganimet toparlıyorum: Thomas Bernhard’dan ‘Odun Kesmek’ (Simavi Yayınları’ndan, çeviren de Sezer Duru), geçen hafta hayatın kaybeden Mahmut Makal’ın ‘Karanlığı Zorlayanlar’ı (adını ilk defa duyduğum Güldikeni Yayınları’ndan bir anı-deneme, hatta denebilirse bir tür doktriner kitap), eski İş Bankası müfettişi Hasan Eskil’den ‘Teftiş Öyküleri - 70’li Yıllarda Anadolu Yollarında’ (Günizi Yayıncılık, bu kitaptan beklentim çok), Erdal Güven’den ‘Gazetecilik Zor Zanaat Vesselam!’ (Pegasus’tan çıkmış; Radikal ve Diken’den bildiğimiz Erdal Güven değil, eski Hürriyetçi Erdal Güven bu) ve nihayet on-on beş yıl öncesinin gözde polisiyecilerinden Mehmet Murat Somer’in ‘Bir Hop-Çiki-Yaya Polisiyesi’ serisinden ‘Buse Cinayeti’ (Everest’ten bu da; sahi nerede Mehmet Murat Somer).

Az denilebilecek bir meblağ ödeyip çıkıyorum kitapçıdan. Rakama da kendim karar verdim zaten. Daha ne olsun!

PS: Fotoğraflar geçen seneden.



adana değil amsterdam

1. 
Bu yaz Kuzey Avrupa kavruldu. Kelimenin tam anlamıyla hem de. Yaz kış yemyeşil görmeye alıştığımız parklar sapsarı. Ağaçlar kuru. İnsanların dili dışarıda. Amsterdam’da Adana halleri. 


2.
Bir de kuraklık var. Su seviyesi ciddi oranda düştü. Hem de su ülkesi Hollanda’da! Ülkede, milli gurura yakışır şekilde, ‘turuncu kod’ ilan edildi. Hadi biz yeni geldik de şaşırdık, yedi göbek burada olanlar da ‘Böylesini görmedik’ diyorlar. Görmüşler aslında ya, unutmuşlar belli ki. Mesela 2003 fenaymış. 1976'daysa nehirlerin suyu tümden buharlaşmış neredeyse. Bu iki yıl ‘kırmızı kod’un ilan edildiği yıllar… Kırmızı kod, turuncunun bir boy büyüğü. Sonrası da yok zaten. Bizde bir de yağmur duası var. 


3.
Susuzluk, Hollandalılar için havasızlık gibi. Bol suya alışmış bu insanlar. İyi günleri de kötü günleri de suyla geçmiş. Şimdi durumları fena değil ama nesiller boyu  savaşmışlar onunla. Sudan toprak çalmaya çalışmışlar. Dünyada kim suyla ilgili bir problem yaşasa (New Orleans, Venedik, Bangkok) Hollandalılar'dan yardım almış. Şimdi suyun azalmasını akılları almıyor. Biraz daha böyle giderse ulusal histeri başlar. 


4. 
Gazeteleri açıyorsun; kuraklık. Televizyonda kuraklık. Radyo kanalları, podcastlar, her yer... Kaçış yok. Her şeyden önce şaşkınlık hali. Yukarıdaki fotodaki lafı (‘Toprak çatladı, bu ne sıcak’ gibi bir şey) ‘Doktor bu ne!’ diye de okuyabilirsiniz. Alttaki fotoğraf da bir acayip. Burnu düşse eğilip almayan düşkün Osmanlılar gibi, sapsarı otlar üzerinde golfe devam eden Kuzey Avrupalılar! (Golf oynayanın karnı tok tabii, bu hali çiftçiye sorun bir de) Her neyse, yeni fotoğraflar da gelecektir. Bu arada yukarıda, manzarayı Adana’ya benzetmiştim ama post’u kapatmadan hızlı bir güncelleme yapayım : Parklar Adana, tarlalar Urfa!

meydanda iki adam


1. 
Wes Anderson filmlerini hoş ama boş bulurum (‘Fantastic Mr. Fox’ hariç tabii). Baktım, pek de benimsemediğim bir yönetmen olmasına rağmen neredeyse tüm filmlerini izlemişim. Denk geliyor demek ki. ‘Isle of Dogs’ da denk geldi. Beklentisiz bir şekilde gittim sinemaya. Çok iyi film çıktı. Mr. Fox’u da aşmış. Adam belki de sadece animasyonda iyi. 

2. 
Spui Meydanı’nı güneş teslim almış. Turistler banklarda pinekliyor. Bir sonraki duraklarından önce soluklanıyorlar. Normal bir günde gelip geçene bakıyor olurlardı. Şimdi tam önlerinde duran başı şapkalı, beli free-bag’li orta yaşlı adamın hareketlerini izliyorlar. Sırtında İsrail bayrağı var adamın. Elinde de çift yönlü bir pankart. Önünde Hollandaca, arkasında İngilizce “Filistin masallarına inanmayın, ‘Özgür Filistinciler’ Yahudilerin sonunu getirmek istiyor” gibilerinden bir şey yazıyor. Arada bir de yolun karşısına doğru Hollandaca bağırıyor (Ne dediğini anlamıyorum). Dümdüz deli. Ben de bir banka ilişiyorum. Bağırdığı yöne bakıyorum. Yolun karşısındaki muhatabı Filistin bayrağı açmış bir başka Hollandalı. Daha yaşlı. Eski usul hippie’lere benziyor. Belki zaten onlardan. Bayrakla birlikte bisikletine tutturduğu pankartında “İsrail’in apartheid’ine son” mealinde bir yazı. İsrail bayraklı adamı umursamıyor. Konuşmuyor hiç. Kararlı, gururlu, epey fiyakalı bir adam. Eh fiyakalı olmasaydı da mazlumun yanında duran vicdanı onu fiyakalı gösterirdi. Birden bir yerlerden bisikletli bir genç adam çıkageliyor. İspanyolca kalaylıyor İsrail bayraklıyı. Biraz da sarhoş sanırım. Olan biteni yanımda gülerek izleyen yaşlı adam bana dönüyor; “Yalnız iki dakikada ne kadar kozmopolit bir olay yaşadık” diyor. Bunu anlıyorum. Ya da Felemenkçemin ilerlediğini düşünmek için anlamış olmak istiyorum. “Şu adamın fotoğrafını çeksem mi” diye içimden geçiriyorum. Değmeyeceğine karar verip kalkıyorum banktan. Turistler de sırtı bayraklı adamdan sıkılmış, kendilerine başka meşgale arıyorlar. Keşke o da arasa.

3.
Dün iktidar kampından bir gazeteci (ya da kendini gazeteci olarak tanımlayan bir kişi, yine isim cisim anmaya değmez) 18 yıl önce kendi yazdığı bir kitabı yalanladı. “Bilgiye, belgeye dayanmadan, dedikoduları yazmıştım” dedi. Kendi yazdığı kitabı yalanlayanı ilk defa gördüm. Herhalde bir daha da görülmeyecek. Bizim meslek adına bence artık dibe ulaştık. Çıtayı daha aşağıya koymanın imkânı kalmadı. Hayal gücümü zorluyorum, bunu geçecek bir şey bulamıyorum.  

4.
Şurada birkaç yaratıcı çözüm var. İçiniz açılır. En güzeli Christmas Island’daki ‘yengeç geçidi’. 



ağlamakla olmaz sevgilim, değişmek değiştirmek gerek



1.
Sokakta yürürken gözünüze takılıyor birden. Orada durmasına anlam veremediğiniz bir dolap. İçinde kitaplar. Üzerinde bir not: İstediğinizi alabilirsiniz. Bazı Amsterdamlılar okuyup bitirdikleri kitaplarını dolaşıma sokuyor. Bunun için kapılarının önüne çoğu kez basit ama her zaman zarif kütüphaneler kuruyorlar. Fotoğrafta gördüğünüz kütüphane/kulübe gerçi Amsterdam’da değil. Utrecht’e yakın minik kasaba Zeist’ın yolu üzerinde. İlk defa onun içinden bir kitap aldım. Elif Şafak’ın ‘Bit Palas’ının Hollandacası. ‘Het luizenpaleis.’ Hardcover. Tertemiz. Kütüphaneci deyimiyle ‘kondüsyonu’ çok iyi. Belki bu kondüsyonla benim de dil idmanıma yardımcı olur. Tabağı boş çevirmek olmaz yalnız. Bakalım ben oraya ne koyacağım?

2. 
Seçimden sonra İtalya birdenbire krize girdi. Koalisyon hükümeti kuruldu kurulamadı derken, Cumhurbaşkanı Sergio Mattarella duruma el koydu ve ekonomist Carlo Cottarelli’yi ülkeyi seçime götürecek hükümetin başbakanı olarak atadı. Cottarelli’yi hatırlayanlar vardır. IMF’in Türkiye masası şefiydi. Doksanların sonu iki binlerin başında Türkiye’yi ikinci adresi yapmıştı. Galatasaray’ı falan tutuyordu. Görevi icabı asla ‘bizden biri’ olmasını istemediğimiz bir ‘bizden biri’ olmuştu. Bu kadar çok gelip gittiğine göre uçaklarda ve otellerde geçiyordu hayatı. Haberlerde baktım, İtalyan televizyonunda adamı yine elinde bavulla çekmişler. Kendi memleketinde de bavulla mı yaşıyor adam? (Gereksiz bir not: Cottarelli ve Matarella... Olayın iki aktörünün adı da tam İtalyan havalısı.) 

3. 
Erdoğan’ı Trump’a benzetenler çok oldu. Trump’ı Erdoğan’a benzeteniyse ilk defa görüyorum. New York Times yazarı ekonomist Paul Krugman hem bu benzetmeyi yapmış hem de her iki lider için de zehir zemberek sözler söylemiş. Buradan okuyabilirsiniz. 

4. 
“Ağlamakla olmaz sevgilim / değişmek değiştirmek gerek…” “Yanında dostların ve sen hâlâ yalnızsın neden / çünkü kimse kimseyi tam bilmez..” Böyle çaktırmadan kalp söken dizeleri hem de aynı şarkıda Mazhar Alanson zaten rahat rahat yazar ama bu kadar naif bir klipte bu kadar ‘cool’ nasıl kalınır? Üçü için de söylüyorum tabii. Klip 1987’den, şarkı No Problem’den… En sevdiklerimden. YouTube bazen çok güzel.


yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...