partizan


Raymond Aubrac öldü. Kim olduğunu ölüm haberini okuyunca öğrendim.

Direniş'in hayatta kalan son temsilcilerindendi. Yahudi'ydi. Harvard'da eğitim gördü. İkinci Dünya Savaşı'nda Güney Fransa'da karısıyla birlikte Liberation Sud'ü kurdu. Partizanları örgütledi. Esir düştüğünde, karısı tarafından kurtarıldı (Claude Berri'nin Lucie Aubrac isimli filmi o günleri anlatıyor)

Leonard Cohen'in The Partisan'ını çok severim. Direniş yılları üzerinedir. Şarkı, Aubrac'ın hayatını da içeriyor belli ki.

97 yaşında ölen Aubrac geçen yıl Le Monde'a şunları anlatmış: "Naziler'e karşı savaşırken iyimserdim, bir şeyleri değiştirebileceğimi düşünüyordum. Gençlere de aynısını öğütlüyorum: 'Eğer yenilgiyi şimdiden kabullenirseniz, hiçbir şey gerçekleştiremezsiniz.'"
oh, the wind, the wind is blowing
through the graves the wind is blowing
freedom soon will come, 
then we'll come from the shadows

nijeryalı astronotu nasıl kurtarabilirsiniz?


Arada bir spam kutusuna gidip maillerimi kontrol ediyorum. Tonla ıvır zıvırın, ucube cinsel teklifin arasında beni bekliyorlar. Yıllardır bıkmadılar bu işten. Lakapları Yahoo Boys... Nijerya'nın online sahtekârları, banka hesabı karşılığı para önermeye devam ediyor. 

Nisan ayı GQ Türkiye'si için Yahoo Boys'un yeni tekniklerini araştırıp yazdım. Epey intim bilgiler de edindim; hiç fena değil. Serhat Gürpınar benim yazımdan da güzel resimledi sayfayı. Meraklısı için dergi piyasada, ama şu aşağıdaki maili, tadımlık paylaşmak istiyorum. Nijerya'dan gelen dolandırıcılık mektuplarının zirvesidir. İlhamsa ilham, sanatsa sanat, Nijeryalı astronotun hüzünlü öyküsüne buyurun. 

Ben Dr. Bakare Tunde. Nijeryalı astronot Binbaşı Abacha Tunde’nin kuzeniyim. Binbaşı, Salyut 6 Uzay İstasyonu’na 1979’da gizlice gönderilerek uzaydaki ilk Afrikalı astronot unvanını kazandı. Ardından 1989’da yine özel bir görevle Sovyetler’in gizli uzay üssü Soyuz T-16Z’ye geçti. Sovyetler Birliği 1990’da dağıldığından beri kendisi orada mahsur. Sovyet astronotlar geri dönebildi ama Binbaşı’nın yerine kargo konulduğu için, astronotumuz halen uzayda. Arada bir istasyona uğrayan Progrez ikmal uçuşları sayesinde hayatta kalıyor. Keyfinin yerinde olduğunu söylese de artık eve gelmek istiyor.

Binbaşı’nın uzayda mahsur kaldığı süre boyunca banka hesabında faiziyle beraber 15 milyon dolar birikti. Bu para Lagos’ta bir banka hesabında. Ruslar üç milyon ABD doları karşılığında Binbaşı’yı geri getirebileceklerini söylüyor. Biz burada bu paraya erişemiyoruz. Ama sizin banka hesabınıza transfer edersek tahsil edebiliriz. Bu hizmetinizin karşılığında, biriken paranın yüzde 20’sini de size vereceğiz. İlgileniyorsanız beni lütfen şu numaradan arayın.

Dr. Bakare Tunde
Astronotik Proje Yöneticisi

kahve parası

Schiphol Havaalanı... İstanbul'dan dört beş saat öncesi, döner kapının önünde durmuş sigara içiyorum.

Dalgın dalgın geleni geçeni seyrederken, neşeli bir delikanlı yanaşıyor. Arnavut olduğunu söylüyor -niyeyse-, birazdan uçağına binip gidecekmiş. Bozuk param varsa rica ediyor. Kahve içecek.

İçsin tabii. Ceplerimi karıştırıyorum. İki euro çıkıyor. Uzatıyorum.

Alıyor ama beğenmiyor parayı. Bildiğin dudak büküyor.

"Kahve 2.2 euro, dostum."

"Peki," diyorum. "20 centim yok." Aramızda, çok ayıp etmişim, hukukumuzu bozmuşum gibi bir hava... 

Omuz silkip gidiyor.

nereye gitti bu gazeteciler?

Grafikte gördüğünüz, ABD'deki gazetecilerin halidir. 2008 krizi itibariyle ofisler hızla boşalmış. Çalışan gazeteci sayısı 1970'ler seviyesine inmiş.

İnternet sayfalarında gezinirken pek fark edilmiyor da New York Times, Washington Post gibi büyüklerin matbu versiyonlarını okuduğunuzda, düşüşü hissediyorsunuz. Kuyruğu dik tutmaya çalışıyorlar ama sayfalar başka bir şey söylüyor. Dış bürolardan gelen haberlerin sayısı çok az.

Türkiye'deki grafiğin de buna benzer olduğunu tahmin ediyorum. En azından 2008 sonrasındaki düşüş kısmı... Bizde sendikalar, birlikler vs. istatistik tutmayı işleri arasında görmediklerinden, elimizde rakam yok maalesef. Ama fazlasıyla tecrübe var. 2008 ve sonrasında sayısız dergi, gazete kapandı; yüzlerce (belki binlerce) gazeteci işsiz kaldı. 

Çoğu geri dönemedi.

Nereye gitti peki bu gazeteciler?

İki cevap var. Bazıları sektörün dışında; bazıları da freelancer olarak çalışıyor. Ofislerdeki sayıysa kesin olarak azaldı.

Yalnız azalan bir şey daha var... Ajans harici haber sayısı. Artık hangi gazeteyi alırsanız alın aynı haberi okuyorsunuz. Gazeteye göre değişen tek şey köşe yazarı. Onların içinde de bir pırıltı gösteren kaç kişi var ki?

Yukarıdaki grafik değişmezse, gazeteler matbaa ölmeden önce ölür.

bu dünyada ne var ne yok

ey en güzel görüntüsü çiçeklere dökülen bir çavlanın 
aşkım, sonsuzum, bu dünyada ne var ne yok senindir 
                                                            Turgut Uyar

şapkamızı takalım

Bir elli yıl önce gazetecilik yapsaydım, neyi nasıl yazardım bilmiyorum. Ama bir fötr şapka edinmiş olurdum, orası kesin.

Guardian'dan Martin Kelner, geçtiğimiz günlerde ölen boks yazarı Bert Sugar'ın anısına yazarken, araya birkaç nostaljik cümle sıkıştırıvermiş: "Ben gazeteciyi fötr şapkasıyla görmeyi seviyorum. Hoşuma giden şey şapkaya iliştirilmiş bir basın kartı ya da ağız kenarından sarkan sigara değil. Fötr, gazeteciye otorite veriyor."

Birazcık otoriteye itirazım olmazdı. Hem denedim, iyi de duruyor.


Yazının girişinde Yurttaş Kane/Orson Welles, hemen üstteki fotoğrafta müteveffa Bert Sugar.

geciken treni kiminle beklemeli?

Köln İstasyonu, 6 numaralı peron... Amsterdam trenine yirmi dakika var. Frankfurt'tan gelecek, bizi alacak ve üç saat sonra evimize ulaştıracak.

Bekliyoruz. Derken, elektronik tabelada bir yazı beliriyor. 80 dakika rötar. Ekrana bakarken bir önceki Amsterdam treninin de gelmediğini fark ediyoruz. Ona binecek yolcular halihazırda iki saattir bekliyor. Bizimkinin de ertelendiğini anlayınca yüzleri düşenler onlar.

Durumu anlamak için danışmanın önündeki kuyruğa giriyoruz. Gişedeki görevli bir Türk. Yazıcısından bir çıktı alıp yolculara veriyor. Dağıttığı kâğıtlarda alternatif bir seyahat plânı var. Üç aktarmayla gece yarısından çok sonra (beş altı saatte) Amsterdam'a varılabiliyor. İsteyen bu yolu kullanacak, isteyen geciken treni bekleyecek. Bize farklı bir şey daha söylüyor ama: "Treniniz belki hiç gelmeyebilir."

Karar veremeden perona dönüyoruz. Aramızda konuşurken bir başka yolcu araya giriyor. "Amaan, gelecek birazdan, tren değil mi, gecikir..." Uzun saçlı, güler yüzlü, Hollandalı bir adam. Elinde bir iş çantası. İki saattir bir önceki treni beklediğini söylüyor. "Neyse, bir tanesi gelsin de beraberce gideriz." Sonra da standart Hollandalı sinizmiyle demiryolu şirketini şöyle bir kalaylıyor. Maksat, adet yerini bulsun.

Biz de adamın tasasızlığında bir ferahlık bulup oraya sığınıyoruz. Alternatif planı aklımızdan çıkarıyoruz. Gişedeki görevli umurumuzda değil; bu adam "gelecek" diyorsa, o tren gelecek!

Sonra yeni bir anons... Bir yarım saat rötar daha... Üstelik trenlerden biri de iptal. Demiryolu şirketinin Alman görevlisi tepkileri göğüslemek için peronda hazır. Çevresindeki çember giderek daralıyor. Gençten, top sakallı ve tümden sinire kesmiş bir adam bağırıp çağırmaya başlıyor görevliye. Soluksuz konuşup duruyor. "Neden bana gelip rötarı haber vermiyorsunuz" bile diyor bir ara. Saçından sakalından duman çıkıyor. Çevredeki herkes geriliyor. Görevli şaşkın. Yolcular mutsuz, yorgun.

Bizim adamı buluyoruz bir telaş... Keyfi yerinde, elinde çantası, ıslık çala çala geziyor peronda. "Gelir birazdan" diyor "gelir gelir..."

Seviniyoruz.

Derken geliyor tren...  Adam başıyla nazik bir selam veriyor, kapılara üşüşen kalabalığın içinde kayboluyor.


sonraki gün