sen tüm göklerdeki yıldızların ilki

Bazı filmler kendinden başka hiçbir şeyle anlatılmıyor. O kadar yoğun oluyorlar ki ne bir kitap ne bir film ne de bir geçmiş an geliyor akla. Sanırım o zaman onlara başyapıt diyoruz. Onur Ünlü’nün filmleriyle geç tanışıyorum, sırada ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’ vardı. Aldı götürdü. 


Başlık, filmdeki Shakespeare dizelerinden: 

yarayla alay eder yaralanmamış olan 
bak nasıl da sararıp soluvermiş tanrıça kederlerden
sen çok daha parlaksın çünkü
sen tüm göklerdeki yıldızların ilki

sen aydınlatırsın geceyi



itirazım var


Onur Ünlü’nün ‘İtirazım Var’ını yeni seyrettim. Çok iyi film olmuş. Dedektifliğe soyunan imam Selman Bulut rolünde Serkan Keskin harika oynuyor. Av Mevsimi’ndeki Cem Yılmaz ile Şener Şen arasında gidip gelen bir karakter gibi. ‘Gidip gelen’ derken, onlara öykünüyor anlamında demiyorum, hem yorgun hem enerjik, olması gerektiği yerde durmuş Keskin. Onur Ünlü, ileride yeni Selman Bulut maceraları çekecek gibi görünüyor. Hikâyeyi bıraktığı yer de müsait, karakterin derinliği de polisiye klişelerine uygunluğu da… Benzersiz bir kitap serisi de çıkar bundan. Ama bu saatten sonra, iş sinemadan edebiyata dönmez sanırım. 


Her neyse, İtirazım Var iyi film. İhtiyaca cevap veren film. Hem sinemada güzel bir iş görme hem de toplumu anlama ihtiyacına… 

Unutmadan, Gezi'de bir polisi anlatan film ne zaman gelir diye merak ediyorum. Gelirse Onur Ünlü'den gelsin. 

şefin düşüşü




Uğraşıyorlar. Didiniyorlar. Muazzam kapak yapıyorlar. Hollanda gazetesi Volkskrant’ın eki V, üç boyutun da ötesine geçmiş. Her daim zarif El Pais Semanal, ‘Blatter’in düşüşü’nü film tadında görmüş. Son yılların yıldızı Bloomberg Businessweek, hepimizle dalga geçmiş. New York Times Magazine, Yunanistan meselesini dalga dalga genişletmiş. Süddeutsche Zeitung Magazin kime nasıl gözlük gideceğini harika anlatmış. Velhasıl hepsi iyi, hepsini alkışlıyoruz.

Bu post baskıya girerken, Burak (Kuru), El Pais Semanal’in kapak fotoğrafının kaynağına işaret etti. Bloomberg Business, on numara internet sayfası yapmış. 




dünyanın en edebi ülkesi

Belki hayalleri süsleyen o tropik ada değil… Azgın dalgaları aşıp ulaşması zor. Üzerinde hiçbir şey yetişmiyor. Su yok. Korsanların sakladığı efsanevi hazineler yok. Hiçbir şey yok… Pardon var, orada bir tek deniz kuşlarının dışkılarını bulabilirsiniz. O da işinize yaramaz. Tabii patlayıcı madde imal etmiyorsanız veya “Tarlamda sadece 19. yüzyıl gübrelerini kullanırım” diyen bir çiftçi değilseniz.  

Ama sonuçta bir ada. Hem de ada gibi ada. Karayipler’de (resmi olarak adalar ülkesi Antigua ve Barbuda’nın bir parçası) yer alıyor. Kristof Kolomb bile buraya uğramış. Ve hiç oyalanmamış! Ama 1865’te yolu oraya düşen bir tüccar, bu gariban adanın kıymetini bilmiş ve onu sekiz kızdan sonra doğan ilk oğluna hediye etmiş (Efsaneye göre, zamanının İngiltere Kraliçesi Viktorya’ya da “Ben burada krallık ilan edebilir miyim” diye sormuş, o da “Bana isyan etme de ne yaparsan yap” diye cevap vermiş).

Yani tüccarın 1865’te dünyaya gelen oğlu Matthew Shiel, doğrudan tahta doğdu. Sonra da gidip hiç görmediği ülkesinin düşünü kura kura (ve de kendiyle dalga geçe geçe) bir fantastik bilimkurgu yazarı oldu. Ölene dek, tam 67 yıl boyunca hayali dalgalardan oluşan tahtında oturdu. Ve sonunda tacı devretti. 

Peki ama kime? İşte burası hikâyenin gerçek bir edebiyat adamına yakışan noktası. Taç, onu kibarca isteyen herkese gidebilir! Peki onu kim istiyor? 


Kim istemiyor ki? An itibariyle, tartışmalara açık da olsa, ünlü İspanyol yazar Javier Marias tahtın sahibi. Marias’ın unvan verdiği soyluları da sayalım ki dünyanın bu en entelektüel ülkesi sahipsiz sanılmasın. Listenin bir kısmı şöyle: Pedro Almodovar, Francis Ford Coppola, Alice Munro, Umberto Eco, J.M. Coetzee, Frank Gehry, Ray Bradbury, Philip Pullman, Eric Rohmer… Gel de bu ülkeye vatandaş olma!

***

Bu post, GQ Türkiye'nin Haziran 2015 sayısı için mikroülkeler üzerine yazdığım, 'Pasifik'e Doğru Ülkemi Göreceksin Sakın Şaşırma' başlıklı yazıdan. Üstteki fotoğraftaki 'Kral Javier Marias'.




vapur hiç apartman kokar mı?

Düşünün bir Safranbolu evini müteahhite vermişsiniz, yıkıp bir apartman yaptırmışsınız. Özelliksiz, düz, sıkıcı, kapı duvar bir apartman. “Niye böyle yaptın” diyenlere “Ama bu yeni” diyorsunuz. 

İşte İstanbul’un yeni vapurları Göksu, Durusu, Küçüksu da böyle… Yeniler. Başka da hiçbir şey değiller. Zevksizler, yavanlar, sıradanlar ve İstanbul vapuruna benzemiyorlar. 

Bunları tasarlayanlar İstanbul’da hiç vapura binmiş midir, gerçekten merak ediyorum. En basiti, büfe hemen girişin önünde olur mu? Sabahları vapurla işine okuluna gidenlerin illa ki durakladığı yer o büfeyken. Daha girişte kaos. Gerisini zaten vapurlara inip bindikçe siz de göreceksiniz. Maalesef. 

Post’un başındaki apartman benzetmesi boşuna değil. Daha ilk seyahatte duyduğum şey apartman kokusuydu. Büyük bir apartmanın boya ve beton kokusu… Gitmiyor. 


Bir vapur hiç apartman kokar mı? 

kuğu

Robotbilim alanında da çalışan İngiliz yazar Dylan Evans’ın ‘Utopia Experiment’ isimli kitabını okuyorum. Bir ara, ‘sürü zekâsı' diye bir kavramdan bahsediyor. Biliminsanları, çok gelişkin olmayan birtakım robotları alıp, onları beraber çalışmaları için programlıyormuş. Ana fikir, her biri tek tek aptal olsa da ortak bir zeka üretmeleri. “Robotlarla çalışırken, biz insanlarda sürecin tam tersine işlediğini gördüm” diyor Evans. "İnsanlar tek tek zeki varlıklar ama toplum içinde ortak bir sersemliğe sürükleniyorlar.”

İskoç gazeteci yazar Charles Mackay, 1841’de ‘Halkın Sıradışı Vesveseleri ve Kitlelerin Deliliği’ isimli bir kitap yazdı. Ekonomi balonları, Haçlı seferleri, cadı avları gibi türlü beladan toplumu sorumlu tutuyordu. Şunu söylüyordu mesela:  “İnsanlar sürüler halindeyken delirir kendilerine ancak tek tek ve yavaş yavaş gelirler.”

Siz de okudunuz, oyuncu Beren Saat dün Instagram hesabından bir fotoğraf paylaştı. Anne kuğu ve iki yavrusu… Sosyal medyada “CHP-HDP-MHP koalisyonundan bahsediyorsun” diye epey azar ve küfür yedi. Saat de “İnsanlar aklını kaybetti” diyor. Haklı. 

En hızlı, en çok ve en sakınımsız, sosyal medyada deliriyoruz. Keyfimiz o kadar yerinde ki kendimize gelmemiz de zor artık. 

ne dediler?




‘Eyyyy’Guardian değil, ‘paçavra’ New York Times değil, birçok AKPlinin bin bir hezeyanla “başka hesapları var” dedikleri yabancı gazeteler değil… Çok da bakmadığımız dış basın. Fransız, Hollanda, İspanyol, Portekiz gazeteleri bu gördükleriniz. 

Tıpkı diğerleri gibi zamanında ‘Yeni Osmanlılar geliyor’, ‘Türkiye yükselişte”, “Boğaz’ın sultanları’ haberlerini yapanlar yani.

Üç senedir dış basına lanet yağdıranlar arasında “Hesap varsa o zaman da vardı” diyeni bulmak mümkün değil elbette. Kif kif gülüyorlardı o zaman.

Bu sayfadaki gazeteler uzaktan bakmış, şunları demiş:

Nrc.Next (Hollanda): Demokrasi böyle bir şey (Biraz serbest bir çeviri)
La Vanguardia (Katalan): Türkiye, Erdoğan’ın gücünün artmasına karşı koydu.
Liberation (Fransa): Düşüşteki Osmanlı
Publico (Portekiz): Kürtlerin sesi HDP, seçimde belirsizliğe giden yolun kapısını açtı
Volkskrant (Hollanda): Erdoğan’ın partisi ağır yenilgi aldı.

Ne yazsalardı bir seçimden sonra? Ne yazılabilir? “Seçmen AKP’yi uyardı” mı desinler hükümet yanlısı gazeteler gibi?

Merak ediyorum: Bugün dış basın hakkında komplo teorisi üretenler, acaba bütün dünyaya hükümetlerin gözüyle mi bakıyor? Kablolar yanar bu bakışla. 
 

ilk burdurlu

A. ile bir kafeden çıkmıştık ki, aceleyle dönüp bir şey unuttum mu diye masanın üzerine bir daha baktım. Unutmamışım. O sırada yanımızda bir...