dağlarına nazi gelmiş memleketimin

Siyah bir adamdan yumruk yiyen bir Amerikan Nazi hakkında bir tweet var. Kısacık, beş-on saniyelik bir videoyu içeriyor: Adam küstah küstah konuşurken tam çenesine alıyor darbeyi; sonra yerde kıvranıyor. İnternette tüm dünyayı dolaşmıştır bu görüntü. Haber de oldu. Olaylar Seattle’da geçiyor. 

Ben videoyu ilk defa ekşisözlük'te gördüm; sonra da altındaki onlarca yorumu okumaya giriştim (Gazetelerin internet sayfalarında, Twitter’da, Facebook’da yorum okumak bende alışkanlığa dönüşmeye başladı; çok da rahatsızım bundan, siz yapmayın). Forumlar, tweet'ler derken, oradan oraya sıçradım... 

Mesele şu: Gördüklerimin bir kısmı, tweet’teki küstah Nazi’den daha karanlık… Faşisti, ırkçısı bu memleketten eksik olmamıştı hiç ama Naziler? 

Hiçbir şey bir günde olmuyor elbette. Hitler’in ‘Kavgam’ı bir dönem Türkiye’de peynir ekmek gibi satıyordu. Demek ki bu kitaplar, raflarda süs diye durmamış, okuyanı varmış gerçekten. Şimdi yazıyorlar da… Kendilerini anlatıyorlar. İnternet forumlarında, ekşisözlük’te,Twitter’da… 

Siyahlara kötü muameleyi reva gören de var içlerinde, Hitler’in Nazizminin yanlış yorumlandığını söyleyen de… Sorunun solcularda olduğunu anlatanlar, Naziler hakkında bugüne dek anlatılanların tamamen yalan olduğunu iddia edenler… 

Niye Hitlerci bu insanlar? Niye ırkçılığın kendilerine uzak (en azından coğrafi ve tarihsel olarak uzak) bir formunu benimsemek için böylesi gönüllüler? Bugüne kadar gördükleri, okudukları azıcık da mı sızlatmadı mı kalplerini; bunca şeye nasıl ‘yalan’ ya da ‘fabrikasyon’ diyebilirler? Aklım almıyor. Sadece troll olamazlar. 

Nazizm yükselişteyken bıyıklarını Naziler gibi kesenler vardı bu ülkede… Bıyıksız oldukları için belki, torunlarını fark etmiyoruz. 

Bu arada, yumruğun öncesi ve sonrasının hikâyesi de varmış. Şurada görebilirsiniz. O kadar enteresan ki, üzerinde daha fazla konuşmak gerekiyor. 

Fotoğraf, Auschwitz toplama kampından.


umberto eco'nun kitaplığında



Umberto Eco'nun okuma önerilerine geçmeden evvel, kitaplığına ısınalım. YouTube'da yorum bırakan biri 'Borges'in rüyası bu' demiş. İyi demiş...

umutsuzların hatırı


“Sadece umutsuzların hatırı için bize umut verilmiştir”
Walter Benjamin



yeteneksiziz ama çalışkanız!

Memlekette iki meselede ciddi sıkıntı var. Biri, hamaseti iyiden iyiye standartlaştırmamız; yani bu toplumun değerleri, fikirleri, idealleri üzerine, içi çoktan boşalmış (belki de hiç dolmamış) varsayımları norm haline getirmemiz. Diğeri, ülke olarak içimize çökmemiz... İkincisi, başka örneklere bakıp hiza almamızı da engelliyor. Bu yüzden, hamaseti gündelik hayattan ayıklayamıyoruz. Çok azımızın kendini kurtarabildiği bir tuzak bu…

Ne demek istediğimi, Norveçli kara polisiye yazarı Jo Nesbo daha iyi anlatacak. Çünkü bizim Hürriyet Pazar’dan Çınar Oskay’a verdiği röportajda, ülkesi hakkında kalbini açıp kimseye eyvallah etmeden konuşuyor. Hamasetten nasibini hiç almamış. Bazı durumlarda övüyor, bazen de yerin dibine geçiriyor ülkesini. Abartı ya da riya yok. Şirin görünmeye çalışmıyor. Saldırgan da sayılmaz. Entelektüelliğin, ülkesinde söz söyleyen bir birey olmanın gereğini yapıyor. Söyledikleri yüzünden Norveç’te kimsenin ona saldırmayacak olması da elbette önemli ama şimdi bu konulara girmeyelim. Dedim ya, dışarıya bakmayı unuttuk; bakarken illa kendi meselelerimizi deşmeyelim. Hiza alalım yeter. 

Aşağıda Çınar Oskay’ın röportajından, soruları ayıklayarak bazı alıntılar yaptım. Son bölümde soruyu da koydum; zira Nesbo’nun soğukkanlılıkla verdiği cevap beni cidden sarstı. Soruyu da özellikle bilmek gerekir. (Röportajın tamamını şuradan okuyabilirsiniz). 

***

Son bir not: Röportajda daha önce hiçbir eserin okumadığım Nesbo’yu bu kadar tutunca, bir yerden başlayayım dedim. Yazarın meşhur dedektifi ‘Harry Hole’nin ilk macerasıyla (‘Yarasa’) başladım. Bir yüz sayfa da okudum ama doğrusunu söylemek gerekirse (ki gerekir) buraya kadar biraz tırt! Kolay, cheesy ve yüzeysel. İleride daha iyi bir noktaya dönerse onu da söylerim buradan.

***

  • Doğduğu yeri normal kabul ediyor insan. Buranın istisnai bir yer olduğunu dünyayı gezince anladım. Bizde inanılmaz bir toplumsal uyum vardır. Siyasi partiler tartışır durur ama aslında hepsi özünde sosyal demokrattır. Bence mutluyuz ve bunun sebebi eşitlikçi bir toplum olmamız.
  • Mesela ben gençken, şimdiki gibi sevimsiz zengin tipler yoktu ortada. Kimse ne yoksuldu ne zengin. Bu 1980 ve 90’lardaki ‘petrol patlamasıyla’ değişti. Ama yine de eşitlikçi tavır kaybolmadı.
  • Eski bir başbakan, bir arkadaşımın arkadaşıydı. O, korumaları, biz, hep birlikte ormana gider, bisiklete binerdik. Bir gün kırmızı ışıkta durduk. Bir araba yanımıza yaklaştı, camı açtı. Adam, başbakana ismiyle hitap ederek, 7-8 yaşındaki çocuğu için durduğunu belirterek el salladı. Biz de “Merhaba” dedik. Bodyguard’lar 100 metre gerideydi. Hiç karışmadılar, sorun çıkmayacağından eminlerdi. Bu tür şeylerin ne kadar sıradışı olduğunu sonraları anladım. Norveç masum bir ülkedir; hâlâ da öyle.
  • Bizde hiç kapitalizm yaşanmadı. Bunca fiyord, yüksek dağ büyük sanayiye izin vermedi. İsveç’te, Danimarka’da büyük aileler, asilzadeler, büyük şirketler ortaya çıktı. Bizdeyse sadece küçük aile şirketleri vardı. Büyük krallarımız bile pek olmadı.
  • Bizim büyük buluşlarımız, ciddi katkımız olmadı dünyaya. Ama iyi yaptığımız bir şey vardı: Adalet ve eşitlik. Petrol gelirini halka eşit dağıtan tek petrol zengini ülke burasıdır. Chavez’in sosyalist Venezüelası’nda bile kimse petrolün hayrını görmedi.
  • Burada insanlar bir aile gibi hissediyor kendini. Sürünün parçası gibi... Yolsuzluk neredeyse yoktur. Mükemmel değil ama adil bir toplumuz. Mesela Yunanistan’la karşılaştırabilirim. (….) Yunanistan’da insanların hiç vergi vermek istemediğini fark ettim. Sonra anladım ki vergilerinin ya zenginlerin cebine ya yolsuzluğa batmış hükümetin cebine gideceğini düşünüyorlar. Bizde belki 1500 yıldır bu güven vardır. Bir toplumun parçası olmak, hayatı güzelleştirmek için katkıda bulunmak…
  • Ama bunun dışındaki her şeyde de, futboldaki gibiyiz. Berbatız yani!
  • [Futbol için] Bizde hiç star olmaz. Sadece çok iyi çalışan, antrenörü dinleyen ve organize takımlarımız vardır. Takım oyunu bir Norveç geleneğidir. Yeteneksiz ama çalışkan.
  • Gazeteci olduğunuz için beni kibarca dinlediniz. Ben sizin yerinizde olsam benim gibi bir suç romanı yazarının söylediklerine şüpheyle yaklaşırdım. Birçok büyük söz sarf ettim. Aslında kişisel bilgeliğe, büyük cevaplara inanmıyorum. Öğrenmeye, meraka, araştırmaya inanıyorum. Böyle kalmak istiyorum. Yanlışlarımı görebilmeyi ve fikrimi hep değiştirmeyi istiyorum.
***
Ç. Oskay: Altı yıl evvel tüyler ürpertici bir katliam yaşadınız. Anders Breivik, 77 kişiyi öldürdü, şimdi hapiste. Norveç’te tutukluların muazzam rahat koşullarda yaşadığı biliniyor. Şimdi Oslo Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi lisans programına kabul edilmiş. Muhtemelen bir noktada çıkacak hapisten. Biraz fazla mı medenisiniz acaba? Bu soruyu hiç soruyor musunuz kendinize? Adam bir cani! 
J. N.: Evet bu biraz ekstrem. Ama toplumsal kuralları sağlamlaştırmak için onları en ekstrem hallerde de uygulamak gereklidir. Biz suçlulara insan gibi davranırız. Bu her vakada böyledir. Duygusal anlamda kabullenmesi zor olanlarda da. Bunlar sisteme inancı, kuralların gücünü gösterir herkese.
Ç. O.: Benzetmemi maruz görün, biraz ‘Şirinler’i andırıyorsunuz. İdeal bir toplum, pozitif, iyimser, eşit... Keşke her ülke böyle olsa... Ama dünya pek bu yöne gitmiyor. Tersine daha kötüleşiyor. Popülist, otoriter dalganın, ırkçılığın buraya gelmesine nasıl engel olacaksınız?
J. N: Maalesef geldi bile. İnsanlar pek değişmiyor. Norveçli Nobel’li bir yazarın 2’nci Dünya Savaşı öncesi yazdığı bir kitabı okuyorum. Her şey, faşizme giden yol tıpkı bugün gibi. Norveçliler de dünyaya benzer bir tepki verecektir, belki daha yavaş olacaktır. Ama bununla mücadele edebiliriz.


Üstteki fotoğraf: Murat Şaka

rüyaların kumaşı

Bugünü, herhangi bir şeyde süreklilik sağlayarak yaşamak çok zor. Bir düşüncede, eylemde, beğenide… Alışkanlıklarımız bile süreklilik arzetmiyor artık. Kesintiye uğruyor. 

Bu post’u yazarken vakit gece yarısı… Sabahtan beri yaşadıklarımı düşünüyorum da… Bir mail, sonra bir tweet, sonra o tweet’in peşinde bir haber, oradan bir fotoğraf, fotoğraftan bir başka haber, sıkılıp Instagram, like, like, like… Tüm günümüz bunlardan ibaret artık. Döne döne bunları yaşıyoruz. Arada da çalışmaya çalışıyoruz. 

Düşünceler uçuşuyor. Rüya gibi her şey; bir noktadan başlıyoruz, üzerinde durmadan, hemen bir diğerine geçiyoruz; bir sonrakine derken, önce yaptıklarımızı da unutuyoruz. Öfkeleniyoruz, seviniyoruz, acı çekiyoruz, kıskanıyor ve beğeniyoruz. Çok geçmeden unutuyoruz hepsini. Rüyaların kumaşı işte… İncecik, varla yok arası… Süreksiz…

İnsanı yükselten, bir yere getiren, sürekliliktir halbuki. Bir şeyleri sürekli üstüne koya koya düşünme; beceriyi, fikri yükseltme… Bir beyaz kâğıdın, bu beyaz kâğıdın üzerinde kalmak bugün o kadar zor ki… 

İyi de nasıl üreteceğiz biz? 



Resim, rüyaların efendisi Magritte’ten ‘Golconde'…

zorunlu okumalar listesi

Bir önceki post’ta, Şerif Mardin’in birinci sınıf öğrencilerine zorunlu tuttuğu okumalardan bahsetmiştim. Daha doğrusu, bundan onun Mülkiye’de öğrencisi olan Mahfi Eğilmez bahsetmişti, ben aktarmıştım. Dileğim, o kitapların ne olduğunu öğrenebilmekti. Eğilmez, ikinci sınıfta Mete Tunçay’ın verdiği zorunlu okumalarını da ekleyerek, aklında kalanlardan bir liste yapmış. Eğilmez’in yazısına bu linkten ulaşabilirsiniz ama ama post’un selameti açısından buraya da eklemeliyim listeyi. 

  • Albert Camus: Veba
  • Maurice Duverger: Politikaya Giriş
  • Niccolo Machiavelli: Prens
  • Jean Jacques Rousseau: İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı
  • Jean Jacques Rousseau: Toplumsal Sözleşme
  • Jonathan Swift: Gulliver’in Seyahatleri
  • Platon: Devlet
  • Platon: Sokrates’in Savunması
  • Aristoteles: Politika
  • Herbert Marcuse: Tek Boyutlu İnsan
  • Joseph A. Schumpeter: Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi
  • Sigmund Freud: Totem ve Tabu
  • Sigmund Freud: Rüyalar
  • Karl R. Popper: Açık Toplum ve Düşmanları
  • Alexis de Tocqueville: Amerika’da Demokrasi
  • Karl Marx: Komünist Manifesto
  • Bertrand Russell: Batı Felsefesi Tarihi
  • Thomas Hobbes: Leviathan
  • Thomas Moore: Ütopya
  • George Orwell: 1984
  • Aldous Huxley: Cesur Yeni Dünya
  • John Locke: Hükümet Üzerine İncelemeler
  • Cicero: Devlet Üzerine
  • Jean Paul Sartre: Altona Mahpusları
  • George Sabine: Batıda Siyasal Düşünceler Tarihi
  • V.İ. Lenin: Emperyalizm
  • Marco Polo: Geziler
  • John Steinbeck: Fareler ve İnsanlar
  • Şerif Mardin: Din ve İdeoloji
  • Mete Tunçay: Türkiye’de Sol Akımlar
  • Max Weber: The Theory of Social and Economic Organizations
  • Max Weber: Basic Concepts of Sociology
  • Bertrand Russell: Neden Hristiyan Değilim
  • Immanuel Kant: Saf Aklın Eleştirisi
  • Rene Descartes: Yöntem Üzerine Konuşmalar
  • Maurice Dobb: Russian Economic Development since the Revolution
  • Montesquieu: Kanunların Ruhu
  • Beydebâ: Kelile ve Dimne
  • Ernest Hemingway: Çanlar Kimin İçin Çalıyor
Bu okumalar konusuna bu aralar biraz taktım. Önümüzdeki günlerde dönüp dönüp geleceğim. Çünkü bugünlere dair temel bir düşüncem için iyi bir örnek oluşturuyorlar. Düşünce de şu: Her şey çok ama iyi bir rehber yok. Her zamankinden çok, yok.
Gelelim Mardin-Tunçay listesinin kitaplarına: Birçoğunun bu listeye neden girdiği aşikâr. Ben de bir siyasetbilimi öğrencisi olarak Machiavelli ve Platon’dan başlayarak çoğunu üniversite yıllarında ve sonrasında okudum. Beni esas etkileyen siyasetbilimi ile doğrudan ilgili olmayanlar… 

Evvela Steinbeck’in ‘Fareler ve İnsanlar’ı… Herhangi bir öğrencinin değil tüm insanlığın okuması lazım; bence tam isabet. Keza Hemingway’in ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’u… Sonra, Orwell’in 1984’ü, bugün ‘E, tabii’ dedirtir ama elli yıl evvel bu kadar popüler olduğunu zannetmiyorum (Mardin/Tunçay bu listeyi bugün verse belki Margaret Atwood’un 1984’te yazdığı ‘Damızlık Kızın Güncesi’ni de eklerdi -yeni liste başka post’ların konusu, sonra döneceğim-).

Listede Freud’un eserleri şaşırtıyor… Marco Polo’nun ‘Geziler’i de… Hele ‘Kelile ve Dimne’… Bir başka sevdiğim de Swift’in ‘Gulliver’in Seyahatleri’ oldu, ekleyeyim. Sonuçta, Camus’üyle, Sartre’ıyla güzel liste olmuş. Hocaların etkisiyle, eminim öğrenciler de okumuştur bu kitapları. Yine okunur. 

Ben kendi adıma, bu listede okumadığım bazı eserleri fırsat bulup okumaya çalışacağım. Evvela, Russell’ın -varlığından haberdar bile olmadığım- ‘Neden Hristiyan Değilim’ini (Bu kısa bir makale; bir konuşma sanırım, okuması kolay; bir sonraki post’a kadar okumuş olurum, böylece artı bir). 

‘Gulliver’in Seyahatleri’ni  çocukken, çocuk baskısından okumuştum. Onu, kısaltılmamış baskısından okuyacağım ilk iş. Geçenlerde Robert Louis Stevenson’un ‘Define Adası’nı (İş Bankası Yayınları) okudum; o kadar beğendim ki… Okuduğumuzu sandığımız kitapları aslında okumamış olarak çok şey kaçırıyoruz. En azından şu yaşımızda. Kısaltılıp sadeleştirilmiş çocuk baskılarından okuduğum çok eseri yeniden okumam gerek!

Bir de Marcuse’un ‘Tek Boyutlu İnsan’ı… Yanından bile geçmedim. Okuyacağım. 

Ne kadar çok ‘okumak’lı cümle yazmışım. Dedim ya, bu ‘okumalar’ meselesine bu aralar aklım takılıyor. Bu konuda birkaç post yazacağım sanırım. İyi ya, okumak da yazmanın vesilesi oluyor. Gelecek günler için idman sayarım. 

Bir de Mahfi Eğilmez’e teşekkür etmeli… Bu güzel ve önemli meseleyi harlattığı için

PS.  Görsel Gulliver'in Seyahatleri'nden...

şerif mardin'in 50 kitabı

‘Eski Türkiye’nin bir üyesi daha gitti. Tanımayı çok isterdim Şerif Mardin’i. Ruşen Çakır’ın onunla yaptığı o çok meşhur (ve güzel) röportajda, hocanın ‘Anadolu’da bir mahalle havası vardır ki…” dediği gibi kendisinde de farklı bir ‘hava’ vardı. Bu havanın tam olarak neye benzediğini, önümüzdeki günlerde onu tanıyanların kaleminden okuruz umarım. 

O beklediğim yazılar daha klavyede işleyedursun  Twitter’dan parça parça anılar geliyor. İşte Mahfi Eğilmez… “1. sınıf siyaset bilimi dersinde 50 kitaptan sorumlu tutmuştu bizi; birçok kişi yaşamı boyunca 50 kitap okumamıştır” demiş (Cümlenin ilk yarısı etkileyici; ikincisi lafazanlıktan ibaret).

Şimdi benim kafamı kurcalayan ama bu: Neler vardı o 50 kitaplık listede? Doğrusu ben de, onun öğrencisiymiş gibi, tek tek okumak isterdim o kitapları… Hangileriydi onlar? Eğilmez söylememiş. Öğrenmenin de yolu yok artık. 

ilk burdurlu

A. ile bir kafeden çıkmıştık ki, aceleyle dönüp bir şey unuttum mu diye masanın üzerine bir daha baktım. Unutmamışım. O sırada yanımızda bir...