time afganları terk ederse...


Yukarıda Time’ın bu haftaki kapağı duruyor. Her hafta dört ayrı edisyon (ABD, Avrupa, Asya ve Güney Pasifik) olarak çıkar Time ve ABD edisyonunun kapağı genellikle diğerlerinden farklıdır. Bu hafta dört bölgenin kapağında da aynı fotoğraf var: Akrabalarının evinden kaçan 18 yaşındaki Ayşe’nin fotoğrafı… Taliban bu “sadakatsizliği” kızın burnunu ve kulaklarını keserek cezalandırmış. Aryn Baker’in henüz tamamen okumadığım haberi, Afgan kadınları ve Taliban’ın dönüşü başlığı altında Ayşe’yi ve sanatçısından ev hanımına, ünlü ünsüz diğer Afgan kadınlarını anlatıyor.

Ama kapak lafının vurgusu başka yere gidiyor. Time dünyanın dört köşesine kapağından Afganistan’ı terk edersek ne olur – What happens if we leave Afghanistan diye sesleniyor. Siz de tahmin edersiniz, dergi editörleri, yayından önceki son safhada, bilgisayardan kendilerine bakan kapağın karşısında –bazen- saatlerce düşünerek ve –çoğu kez- birbileriyle kavga ederek kapağa ne yazacaklarını bulmaya çalışır. Bu burada da böyle, Pakistan’da da böyle, ABD’de böyle.

Ama biz –hem bizim dergiyi, Newsweek Türkiye’yi, hem de Türkiye’deki aklı başında diğer birçok yayın organını kast ederek söylüyorum– burada, kapak lafı belirlerken “biz” zamirini öyle kolay kullanmayız. Hele bütün dünyaya yayın yapıyor olsaydık, böyle şeyleri sanırım iki defa yutkunmadan gündeme bile getiremezdik. Ama Time kullanmış… ABD’nin Afganistan’da ne yaptığı, yaptığının işe yarayıp yaramadığı sorgulanırken, duygusal yükü yoğun bir fotoğrafı kullanarak “biz burada olmasak, görün bu garibanların başına neler gelir” diyor. Biz derken, kendini, bir haber dergisini, hem devletle hem de orduyla aynı kefeye koyuyor.

Çok da objektif bir hareket sayılmaz. Afganistan’dan geçtikleri haberleri bu gözle mi okuyalım yani? Time orada olmasaydı, neler olurdu acaba?

çok insan bir dev




26 Temmuz, Küba’da devrim kutlamalarının günü. Bu sene devrimin 51. yıl dönümüydü ve alışıldığı üzere en entelektüel geçinenleri dahil hemen her gazete yanlış olayı haber yaptı. Gazeteler, yılını (1959) tutturmakla beraber 26 Temmuz’u nedense Batista rejiminin yıkılışının sene-i devriyesi olarak biliyor, halbuki söz konusu günde Küba’da diktatörlük yıkılalı altı ayı çoktan geçmişti. Che Guevera’nın başını çektiği isyancı ordusunun adayı doğudan batıya harmanlayarak Havana’ya yaklaştığını gören Diktatör Fulgencio Batista, 1 Ocak 1959’da teslim bayrağını çekti ve çaresiz bir başka diktatörlüğe, Dominik Cumhuriyeti’ne kaçtı (isyanın lideri Fidel Castro Ruz o sırada doğudaydı.) 2 Ocak’ta da isyancılar Havana’ya girdi. Yeni yönetim bu yüzden her yılın ilk gününde diktatörlüğün yıkılışını kutlar. 26 Temmuz’un anılma sebebi ise bambaşkadır; 1953 yılının 26 Temmuz’unda adanın en doğu ucundaki Santiago’da Batista’ya karşı direniş başlamıştır ve ancak beş buçuk sene sonra nihai sonuç alınacaktır.

Bu Engin Ardıçvari girişten sonra (gerçi o olsaydı “ama bizim basındaki goygoycular bunu bilmezler” diye bağlardı ki evlerden uzak) esas mevzuya geleyim. Fidel Castro’nun devrim yıllarını anlattığı yeni bir kitap (isminin Stratejik Zafer olması bekleniyor) yazdığına ilişkin, son günlerde çıkan haberleri eşelerken, onun Küba’dan yayın yapan bir internet sitesinde uzun süredir bir köşe yazdığını okudum. Sitenin ismi Granma (kıtadaki isyancıları –Che dahil- Meksika’dan Küba’ya taşıyan yatın adıdır esasen), köşenin ismiyse Reflections of Fidel. Comandante’nin yazarlığını belki herkes biliyordur ama ben ancak fark ettim, belki benim gibilere hizmetim dokunur.

Ne yazıyor Castro? Valla ne yazmıyor ki… Ama uzun uzun yazıyor, makalelerinin sonu gelmiyor bir türlü. Başlıklar farklı olsa da temel olarak ABD’ye giydiriyor, sonra iklim değişikliği, açlık vs. dünya meselelerine giriyor, hatta dünya kupasına bile uzanıyor sonra dönüp yine kalaylıyor ABD’yi. Tarzı Çetin Altan’a yakın denilebilir. “Evrenin milyarlarca yıllık ömrü karşısında bizim ömrümüzün kıymeti ne ki” mealindeki bir girizgâhın ardından, “ama bak hâla nelerle uğraşıyoruz” diye hayıflanarak çıkıyor yazıdan. Şimdi kontrol ettim, Altan ‘27, Castro ‘26 doğumlu. Herhalde o yılların havası suyu farklıydı.



Neyse çok uzatmadan, dünya kupası ve iklim değişikliği üstüne Castro’dan serbest çeviri bir iki tadımlık alıntıyla ben de bağlayayım yazıyı:

“Bilgisayar hesapları sayesinde, Hollanda takımının Dünya Kupası’nda 36 yıldır hiç maç kaybetmediği biliniyor.

Hakem Brezilya’yı kupanın dışına itti. En azından Küba televizyonundaki müthiş yorumcunun ısrarla söylediği buydu.

Futbolseverlerin büyük çoğunluğu Uruguay’ın hangi kıtada olduğunu bile bilmez.

İki Avrupa ülkesi arasındaki final, futbolun tarihine en aykırı ve tarihin en donuk karşılaşması olacaktır.

İnsan türü karşılaştığı tüm tehlikelerden paçayı sıyırsa bile, daha büyük ve kaçınılmaz bir başka risk halen kapıda: İklim değişikliği.

Çağımızın en hayret verici yanı, emperyalist burjuva ideolojisi ile türlerin hayatta kalması arasındaki çelişki. Mesele artık, insanlar arası adalet meselesi değil -ki bu bugün mümkün ve bundan asla feragat edemeyiz-, esas mesele hayatta kalıp kalmayacağımızla ilgili.”

Ne demişti Can Yücel? Fidel çok insan bir dev…

boğalara özerklik







Katalanlar, la corrida'yı yani boğa güreşlerini yasakladı. Bu, kıta İspanyası'nda bir ilk (1991'de de Kanarya Adaları yasaklamış.) Özerk Katalan parlamentosundaki tarihi oylamanın şafağında, İspanyol gazeteleri gayet dramatik -ve sanatsal- manşet haberleriyle çıktı bugün.

Mevzu aslında hayvan hakları üzerine dönüyor ama Katalanlar İspanya'nın geri kalanıyla köprüleri ufak ufak atıyor gibi.

Arenayı pek seven Ernest Hemingway bu günleri görseydi üzülürdü. La corrida'dan hareketle yazdığı Death in The Afternoon'da, "sanatçının ölüm tehlikesi altında olduğu tek sanat boğa güreşidir" yazmışlığı vardır.

newsweek'i kim kurtaracak? don draper!!



Newsweek'in satılacağını biliyorsunuz. Çalışanları da biliyor elbette. Ama elleri armut toplamıyor, işsiz kalmamak için kendilerince önlemlerini alıyorlar.

Bu videodakiler Newsweek'in New York ofisinden. Bizim dergiyi takip ediyorsanız, siz de birçoğunun yazılarını okumuşsunuzdur; oyunculuklarını da seyredin madem.

Ben bizim ofisi neşeli sanırdım, New York ofisinin geyiği de fenaymış.

korkma ben varım



Geçen haftadan beri dergide hemen herkes Inception’ı konuşuyor. Merak had safhada. Benim ne olup bittiği hakkında hiçbir fikrim yoktu, neyse ki anlattılar... “Christopher Nolan’ın yeni filmi, rüyalar üzerine, şöyle güzel, böyle güzel” dediler. Hatta Çağla (Kalafat) fragmanda görüp tav olduğu bir sahneyi hararetle tarif etti: Filmin kahramanları, Budapeşte veya Prag gibi bir şehirde yürürken, şehir, yani rüyadaki şehir, arkalarından bükülerek kapanmaya başlıyor... Ya da buna benzer bir şey. Güzel bir sahneye benziyor.

Şimdi benim bu Nolan Efendi’yle pek aram yoktur, ne Memento’dan ne de Dark Knight’tan hazzederim. Seyrettiğim filmleri arasında bir tek Insomnia’yı beğendim. Al Pacino farkı belki. Neyse zevkler ve renkler işte, sevenine lafım olmaz.

Ama şu üstteki fotoğraf… Filmin fragmanını izlemedim, konusunu okumadım; fotoğrafa da tesadüfen rastladım. “Korkma ben varım” diye sesleniyor sanırım Michael Caine.

Hazret çağırıyor, el mecbur, gideceğiz…

gece çalışmak


Eskiden de böyleydi… Benim için gündüz çalışmak çok zor. Ne kadar konsantre olmaya çalışsam da fayda etmiyor, gündüz tek yapabildiğim geceki işe hazırlanmak. Bütün gün ölüyor.

Yalnız değilim. Şimdiye dek çalıştığım bütün ofislerde, çoğunluk geceleri çalışmaya meyilliydi. Newsweek Türkiye’de de öyle. Gündüzleri layıkıyla kullanan çok az kişi var. Sebepleri çok elbette: Ofis gürültülü, uyaran fazla, birbirimizin dostluğundan hoşlanan insanlarız yani biraz laklak çok eğlenceli olabiliyor… İşin içinde belki bir ölçü gazeteci kibri de vardır. Şöyle anlatmayı deneyeyim: Orson Welles, Yurttaş Kane’de bir gece oturur, sabaha kadar durmaksızın çalışarak manşeti hazırlar. Yazar yazar yazar… Kahve sigara, kahve sigara, kahve sigara… Gazeteciliği zaten hep böyle hayal etmiştim. Ama bu şekli insanı çok dağıtıyor.

Haruki Murakami, üzerine konuşmayı çok sevdiğim kitabı What I Talk About When I Talk About Running'de yirmili yaşlarında geceleri çalıştığını ve zaman içinde bundan nefret ettiğini anlatır. Murakami o zamanlar yazmıyor, epey müdavimi olan bir caz kulübü işletiyordu. Komik gelecek belki ama bir gün kulübü kapattı ve yazar oldu. Şimdi geceleri saat onda yatıyor, sabahlarıysa çok erken kalkıp koşuyor, sonra da oturup yazıyor.

Saat 10 benim için çok erken ve sıkıcı, üstelik mevcut iş tanımı içinde neredeyse imkânsız. Ama kendimi birazcık gün ışığına kaydırabilir miyim? Geçen hafta neredeyse bütün gündüzleri pas geçip, geceleri işle doldurunca bu meseleyi düşünüp durdum.

Cevap vermek zor.

savaş soğuksa iyidir



Gazeteciler bazen dalga geçmek, eğlenmek istiyor. Geçenlerde “seksi kızıl” Anna Chapman’ın da dahil olduğu Rus ajanlar yakayı ele verince (ki bu hikâyenin inanılırlığı da tartışılır) Rusya dışında tüm dünya medyasında eğlence doruğa çıktı. İngiltere’de iş Chapman için “The Red In My Bed” manşeti atmaya kadar gitti. Bizdeyse “seksi fotoğrafları için tıklayınız”dan öteye geçilmedi. Allahtan artık Facebook diye bir müessese var, ajanlar bile fotoğraflarını paylaşıyor.

Biz böyle gırgıra dalmışken, ABD’dekiler pek gevşemedi, soğuk savaş parametrelerini yeniden yatırdılar masaya. Böylece bazı gazetecilerin eğlenmekten nefret ettiğini de hatırladık. Düşmüş rütbelerini cilalayan ciddi sorular akıllarında belirmişti bile. “Rusya’dan sevgilerle” diyen bu hanımkız ve aile babası saz arkadaşları, yaşadıkları taşra kasabalarında inceden inceye savaş pratiği mi yapıyordu? Rusya uzmanları hemen devreye girdi, ahkâm kesmeye başladı. Ama olmadı, olduramadılar. Çoktan geçmiş devirleri. Ne zamandır Türkiye medyasındaki bu tip hallenmeler üstüne bir şey yazayım diyordum, bu epey yoğun günümde, eski blog’tan şu eski post geldi aklıma. Mevzu iki günlük Gürcistan savaşı üstüne hezeyan, manzaraysa bugünden farksız. Kendini önemli biriymiş gibi göstermek de harbiden zahmetli iş... Üşenmezseniz aşağıya buyrun:




"Üniversitedeyken neredeyse bütün sınavlarda, cevaplara “Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra…” ilk cümlesiyle başlardık. Doksanlı yılların sonuna geliyorduk. Berlin Duvarı’nın yıkılmasının üzerinden henüz 10 yıl bile geçmemişti. Çin dünyayla bu kadar haşır neşir olmamıştı. İkiz Kuleler sapasağlam yerinde duruyordu. Türk politikacılarsa Adriyatik’ten taa Çin Seddi’ne kadar uzanan bir rüyanın pençesinde tatlı tatlı mırıldanıyordu.

Glasnost ve Perestroika… Sonrası malum hikâye. Soğuk Savaş’ın sona erdiği iyiden iyiye idrak edilince, stratejistlerin bile ne diyeceğini bilemediği bir dönem yaşandı. Ne de olsa, kızıllarla demokratların arasındaki mücadelenin parametreleri her şeyi açıklıyordu. İlk uyanan, tarihin sonuna geldiğimizi yazan Fukuyama oldu. Muzaffer ABD’nin gücünün sınırlarını belirleyen Fukuyama, bu martavalla epey piyasa yaptı. Sonrası da çorap söküğü geldi. Akademisyenler bir on yıl bizim sınav kağıtlarımızdaki cümlelerin benzerleriyle idare etti. Sonra 9/11 günü geldi çattı.

Kim ne söylese yanlış çıkıyordu. Belirsiz, kontrolsüz, kaotik bir dünya… Stratejik meselelerde ahkâm kesenlerin en az ihtiyaç duyduğu böylesi bir ortamdır herhalde. İslam dünyası üzerinde çalışanlar, terör uzmanları vs. kendilerine yönelik talebin artmasından son derece memnunlarsa da, geriye kalanlar sürekli yanılmanın utancını içten içe hep hissetti. Gerçi onlara neden yanıldıklarını söyleyebilenler de pek çıkmıyordu.

Rusya’nın Gürcistan’daki gövde gösterisi üzerine yazılıp çizilenler, “eski güzel günlere” duyulan bir özlemin ifadesi gibi. “Soğuk savaş geri mi dönüyor” sorularının arkasında, sanki “ah bir dönse de, ne söylediğimizi bilsek” umudu var. Putin’in şahsında güçlü bir Rusya, yenilenen Çin ve savaşkan ama kırılgan bir ABD… Denklemi bu üçlü arasında kurmak daha kolay tabii… Bu yüzden Prag Baharı, Varşova Paktı, Demir Perde tamlamaları çoktandır kaldırıldığı çekmecelerden çıkartıldı. Bana öyle geliyor ki, bir yandan savaşı tukaka ederken bir yandan çaktırmadan Soğuk Savaş güzellemesi yapan daha çok makale okuyacağız. Bir Kuzey Kore’yle, bir Küba’yla gün geçmiyor tabii! Hele ki topuyla tüfeğiyle, şimdi bir de enerji kartıyla daha da güçlü bir Rusya ufukta belirmişse…"

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...