taşrada ölüm dirim hazırlıkları

Memleket yine kritik dönemeçte. Bu kadar dönüp durunca en başa gelmek kaçınılmaz, mevcut hal de zaten bu.

Sıkıcı köşe yazarı stili yukarıdaki girişten sonra, iş bu post’un nedenini nasılını anlatayım. Şöyle ki: Notlarımı kıyıda köşede unutmaktan yoruldum. Bir konuya dönüp bakmak gerekince, sanki fazlasına sahipmişim ki, epey bir vakit israf ediyorum. Bu yüzden, böyle "kritik dönemeçli" meselelerde (belki başkalarında da) link notlarımı buraya almaya karar verdim. Belki sizin de işinize yarar. Umarım yarar.

Bir de şu var: Memlekette “Kritik dönemlerden geçiyoruz” bağrışmaları bir türlü bitmiyor. Bu yaygaranın en az yarısını zaten kafadan elemek lazım; zira çoğu, gazetecilerin kendisini önemli gösterme çabasından kaynaklanıyor. Kimin, hangi olaya, ne kadar hakim olduğu gündem soğuyunca daha iyi anlaşılıyor. Bu linkler bir arada dursun ki, aradan zaman geçince işlerin ne kadarının yaygara ne kadarının gerçekten mühim olduğunu görebilelim.

Sözün özü: Aşağıda, bir haftadır Türkiye’yi sallayan ve devletin en üst kademelerini kafa kafaya getiren Mit meselesine dair önemli bulduğum yazıların linkleri var. Bazıları gerçekten iyi analizler, bazıları ise sadece söyleyenin kimliği ve duruşu itibariyle önem arzediyor. 

Sürece dair en iyi yazıyı bence Ruşen Çakır yazdı. Vatan Gazetesi’nde ve "Bumerang" başlığıyla.  "... Bumerang, yani gelip sahibini vuran silah. Evet, özel yetkili mahkemeler başta olmak üzere bu yeni yargı düzeni AKP’nin ürünüdür. Ve 'yeni Türkiye'nin 'yeni yargısı'ndan şikayet edenlerin oluşturduğu o uzun kuyruğa siyasi iktidar da dahil olmak üzeredir..."   Linki burada.

Star’da Taha Kıvanç (Fehmi Koru) kazanan kim, kaybeden kim diye soruyor ve  'cemaat'in de bu işten zararlı çıktığını söylüyor. "...Çoğu kişi olan-biteni ‘hükümete karşı’ ve ‘Tayyip Bey’e karşı’ olarak görüyor; hiç kuşkusuz öyle. Ancak benim baktığım pencereden aynı oranda ‘Cemaat’e de karşı’ bir girişim bu." Link için.



Kadri Gürsel’den (Milliyet) konu hakkında 'bir yandaş medya okuma kılavuzu': "...Türkiye düne kadar 'Gülen Hareketi-AKP' fiili koalisyonu tarafından yönetilmekteydi. Artık yönetilebildiğinden söz edemeyiz. Ortaklar arasında bir savaş hali söz konusudur..."
Linki burada.  
 
Yurt’ta yazmaya başlayan Cüneyt Ülsever, ABD’ye işaret ediyor ve artık dengelerin değiştiğini söylüyor. "...Erdoğan başarılı bir çıkış yaparak Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’nı 2014’e uzatmış ve Gül’ü devreden çıkarmıştı ki; 'MİT Müsteşarı' üzerinden karşı ve muazzam atak geldi..."
Linki burada.

Mehmet Baransu’dan Taraf’ta (yine) bir torba dolusu iddia."..Bu süreç aslında Mit içindeki derin yapıların temizlenmesinden başka bir şey değil..." Linki burada.


Odatv'den eski bir habere referans: "...Kısacası Fidan'ın PKK'lı olmakla suçlandığını ilk kez Odatv gündeme getirdi. Fidan, bir süre sonra KCK Davası'ndan şüpheli sıfatıyla ifadeye çağırıldı..." Linki burada.

Kürşat Bumin Yeni Şafak’ta, ‘istihbarat’ın en makul konu olduğu bir ülkeye dönüştük, diyor: "...özetle, eskinin 'siyasi şube'sinin yerine geçen terörle mücadele şubesi ve istihbarat şubesinin gayretleriyle biçimlenen ve yürüyen bir 'kamusal hayat' ve de yargı düzeni..." Linki burada. 


Yine Yeni Şafak’tan Abdülkadir Selvi, taşlar yerine böyle böyle oturacak, diyor. "... KCK soruşturmasını yürüten cepheden, MİT mensuplarının PKK-KCK ile ilişkilerini ortaya koyan ve karar alıcılarda, 'İşte savunduğunuz MİT'çilerin yaptığı bu' dedirtecek girişimler bekleniyor..." Linki burada.
  
Avni Özgürel, Taraf’tan Neşe Düzel’e verdiği mülakatta, "Başbakan'ın Kandil'i hedef alan bir balkon konuşması yapması söz konusuydu" diye görüş bildiriyor. Linki burada. 


Eski Mit'çi Cevat Öneş, Ruşen Çakır’la yaptığı söyleşide, meseleyi "ikinci Uludere faciası" olarak adlandırıyor.Linki burada.


PS: Bunları fırsat buldukça güncelleyeceğim. Linklerdeki görüşleri paylaşmak durumunda olmadığımı herhalde söylememe gerek yoktur.

PS2: Blogger bazen böyle saçmalıyor. Font karışıklığı ve dağınıklık için kusura bakmayın. 

ofiste bir gün



Gazetenin, derginin ofisindeki hal üç aşağı beş yukarı budur. Evden çalışan gazeteciyi merak edenler, videodan sadece kahve makinasını çıkarsın.

paul auster ve dalgaların sesi

Bir başbakan danışmanı ne iş yapar? Konuşmasını hazırlarken başbakanını bilgilendirir herhalde. Hürriyet röportajının gürültü koparmasından sonra, Paul Auster hakkında Ankara'da belli ki bir araştırma yapılmış. Peki o çalışma şu cümleyle mi sınırlı: Auster 2010'da İsrail'e gitti.

Bu kadar mı? Gol mü oldu şimdi?

Başbakanın danışmanı (ve de kendisi) Auster'ın İsrail'e neden gittiğini, orada ne yaptığını, ne konuştuğunu merak etmiş midir acaba? Ben ettim, sonucu Haaretz’den aktarıyorum:  

Kudüs’te düzenlenen Uluslararası Yazarlar Festivali’nin ikincisi 2 Mayıs 2010 akşamı başladı. Paul Auster gibi davetli yabancı yazarların yanı sıra Devlet Başkanı Şimon Perez ile Kültür Bakanı Limor Livnat da açılış seremonisinde yerini almıştı. İsrailli genç yazar Nir Baram, programın hemen başında yer alan konuşmasında orada hazır bulunanlara şunları söylüyordu:

“Bir yazar buluşması ne zaman başarısız olur? Anlaşmazlıkları sakladığınız zaman. Genç bir yazar olarak, festivalin ve kokteyl partilerinin aramızdaki sürtüşmeleri maskeleyip, hadiseyi fazlaca kültürel bir hale sokup sokmadığını merak ediyorum. Kafka, bir kitabın, içimizdeki donmuş denizi parçalayacak bir balta hizmeti görmesi gerektiğini söylerdi. Konuşmadığımız öyle çok şey var ki. Buradan sadece birkaç kilometre ötede bariyerler bulunuyor. Son yıllarda, Yahudi olmayanların haklarına ve topraklarına sistematik bir şekilde el konduğunu görüyoruz.”

Baram konuşmasının bu noktasında yabancı yazarlara döndü ve artık zorlu ve dürüst bir sohbete ihtiyaç duyulduğunu anlattı. “Biz, yabancı yazarların hem yapıcı hem de eleştirel olmalarını bekliyoruz. Çünkü bazen denizin kenarında yaşasanız bile dalgaların sesini duyamazsınız.”

Başbakan ilgilenirse, bunlar da Auster’in İsrail hakkındaki düşüncelerinden parçalar. Geçen seneki bir röportajından: “İsrail hakkında duygularım karışık. Ülkede birçok fanatik dini kurum var. İsrail’in kurucularının, dinin, ileriki yıllarda bu kadar merkezi ve hayati bir işlev göreceğini düşündüğünü sanmıyorum.”

İsrail’de katıldığım festival çok iyi organize edilmişti. Sanat ve düşünce dolu bir hayata yönelik ciddi bir açlık gözlemledim. Ama siyasi bir noktadan bakınca, insanların artık ne düşüneceklerini bilmediklerini ve ufukta hiçbir umut görmediklerini de anlıyorsunuz.

Festivale katılan yazarlardan biri bana İsrail’in iki duygu arasında yaşadığını anlattı. Sol’un ümitsizliği ile Sağ’ın inkârcılığı. Arada ise çok az şey var.”

Ben Auster’ın samimiyetinden kuşku duymuyorum. Ama dalgaların sesini de duymuyorum, mesele o.


hunlar


Birkaç hafta öncesinden bir anı...

D&R'da kitap karıştırıyorum. Üzerinde "Tarih" yazan rafların önünde iki delikanlı konuşuyor, benimkisi zoraki kulak misafirliği:

- Abi, ben hiç kitap okumam. Uyduruk uyduruk şeyler hepsi.
- Ben de en son ortaokulda okumuştum, ne gerek var, boşver.
- Abi, okumak istesem ne olacak. Doğru dürüst bir şey anlatmıyorlar. Boşu boşuna vakit mi harcayayım?
- Tabii abi, hiç işe yarar bir şey yok, olsa okurdum zaten. Mesela şu kitap...

(Eline yaklaşık bin sayfalık bir kitap alıyor, ismi 'Hunlar')

- Bak işte bunu okurdum işte, ne güzel, atalarımızı anlatıyor, belli abi, güzel bu. Böyle şeyler anlatsınlar işte.
- Bunu ben de okurdum, Hunlar... Hunlar'ı okurdum abi.
  
Sonra kitabı yerine koyup uzaklaşıyorlar.

Peki. 

Graffiti Valencia sokaklarından...

iptila


Burada çokça dergilerden bahsediyorum. Kapaklar yayımlıyorum, alıntılar yapıyorum. Ukalalık ettiğim oluyor, farkındayım. El verirse daha da edeceğim, kusura bakmayın. Billahi sevdiğimden...

Her şeyin bir sebebi var. Benimkilerden birini yukarıda gördüğünüz Serhat Gürpınar illüstrasyonu anlatıyor. Dergicilik virüsünün kanıma karıştığı canımın içi Aktüel geçen hafta 20 yaşına bastı. Özel sayı hazırlandı; röportajlar, yazılar, efsane kapaklar vs... Serhat’ın (ki kendisi dergiye en çok hakkı geçen üç beş isimden biridir) çizimi başka bir şeyi tarif ediyor ama: Derginin mahremini.

İşlerin gevşediği, temponun düştüğü anlar sıktır; ama mesaisi de uzundur dergilerin. “Karımı/kocamı bu kadar görmüyorum” esprisi yapılmaz bile. Geceler illa ki sabaha döner; ulaştırmayla kavga edilir; yağlı yemek paketleri çöpleri, içtiğiniz kahve kuyuları doldurur; sigara sayısı moral bozar. Ama bitmeyen dergi yoktur. Siz bitersiniz.

Aktüel işte 20 yıldır düşe kalka bu rutinle yürüyor. Basınımıza çok isim verdi, vermeye devam edecek. Hatası günahı da çoktur ama ona karşı objektif davranamam. Sonuçta, evet, klişe tabirle orası bir okuldu ve mezunlar listesinde benim de adım var. Kaçla geçtiğimi bilemem ama bu beni gururlandırıyor. 2004 Eylül’ünden 2007 Aralık’ına kadar orada iyi kötü haber yaptım, karşılığında maaş aldım ve bugünkü hayatıma eşlik eden dostlarımın çoğuyla tanıştım.

Burası önemli... İnsan böyle anlarda duygusallaşıyor ama bordrosunda olduğunuz ve kaderinizin aslında büyük patronun iki dudağı arasına sıkıştığı kurumlar için bu kadar coşkuya gerek yok. Mesele şu: Aktüel’ün de altında olduğu çatıda bize iyi bakıldı diyemem ama biz, orada çalışanlar, birbirimize iyi baktık. Oraya okul demek yetmez; birbirimizin ailesi de olduk. Halen de öyledir.

Başka çare var mıydı ki? Tecrübeyle sabit, Türkiye basınında dergiler hep üvey evlat muamelesi görür; ne patron yaptığınız işten tatmin olur, ne okur sevgiyle bağrına basar. Gazete ve televizyonlarda çalışan meslektaşlarınız (yolları dergiden geçmiş olsa ve hatta sonra yine dergilere dönseler bile) yaptığınız işi kullanır ve kaynağı görmezden gelirler. Dergilerde çalışmak bu sevimsiz ve tüketen baskıyı da göğüslemek demektir.

Aktüel’den yirmi yılda çok stajyer, muhabir, editör, genel yayın yönetmeni geçti; derginin kendisi de, güzelim yayınları boğan işte bu kasvetli basın yaşayışının içinden yirmi yıldır geçiyor. Yine sabahlara kadar dergi yapılıyor. Yine kahve yine sigara... Yirmi yıldır birikiyor emek. Hikâye devam ediyor.

Oradaki arkadaşlarıma selam ederim. Özel sayının derdi bol olur, ellerine sağlık. Yirminci yaşı da yakıştı dergiye. Bundan sonraki 20 yılında, dergilerin el üstünde tutulduğu bir ortamda yaşayacağını umalım Aktüel’in.

Dergiler güzeldir ne de olsa. İptiladır... Müptelalara selam.



zoraki başbakanın gerçeküstü hikâyesi



Bu öykü filme çekilirse seyircileri ikna etmekte zorluk çekecek. Ama gerçek…

New York Times’ın haberinin açılış paragrafıyla başlayayım:

Muhammed Abdullah Muhammed, New York Eyaleti Ulaştırma Departmanı’ndaki küçük bölmesinde, izindeyken neler yaptığını anlatıyor: Federal hükümetin bütçesini budadım. Ordunun maaşlarını düzenli ödedim. Yolsuzluğa savaş açtım. Suikastten kurtuldum.

Gerçeküstü bir öykü… Muhammed Abdullah, 49 yaşında. Dosyalar, davalar, dilekçelerle uğraştığı işinden başını bir ara kaldırınca, memleketi Somali’ye dönüp sekiz ay başbakanlık yaptı. Hem de hiç hesapta yokken.

İşin masalsı kısmı şöyle: Birleşmiş Milletler Genel Kurulu New York’ta toplandığında, Abdullah Muhammed, arkadaşlarının aracılığıyla Somali Başkanı Şeyh Şerif Ahmet’le görüştü ve ona iktidardaki fraksiyonları işbirliğine nasıl zorlayabileceği yönündeki görüşlerini aktardı. Bunları anlatırken, aklında görev bölgesi Erin Country’de edindiği tecrübelerden başka bir şey yoktu.

Sonra… Sonra Başkan bu görüşleri beğendi ve onu göreve çağırdı. Somali başbakanlığına. Abdullah Muhammed işi riskli buldu ama kabul etti.

Sonra işe başladı… “Her akşam karımı arıyordum; arıyordum ki hâlâ hayatta olduğumu bilsin.” Korkuları yersiz değildi; sözgelimi atadığı içişleri bakanını suikast düzenleyerek öldürmüşlerdi.

Başarılı oldu mu? New York Times’a görüş veren uzmanlar hiçbir şey beceremediğini söylüyor. Somali aynı Somali. Yolsuzluk, şiddet, çıkar çatışmaları… Ama halkın kalbini kazanmıştı.

Ve nihayet geri döndü.

Yanındaki bölmede çalışan Janine Shepherd, “başbakanlığa seçilmesi bizim için sürpriz oldu” diyor. Dönünce şerefine pasta kesmişler.

Zoraki başbakan Muhammed Abdullah, şimdi Buffalo şehrindeki işine kaldığı yerden devam ediyor. Ama bayrağı çok da uzağa teslim etmedi. Halefi, yani Somali’nin yeni başbakanı ekonomi profesörü Abdiweli Muhammed Ali Buffalo yakınlarındaki Niagara Üniversitesi’nden.

noel baba brüksel'de

541 günde kurulan hükümet sıkıntı yarattı; Belçika gazeteleri coşkulu değil demiştim dün. Halt etmişim; hükümetin resmen ilân edilmesini bekliyorlarmış meğer.

Şimdi de tut tutabilirsen... Taze Başbakanı Noel Baba'ya benzeten bile çıktı ama en güzeli şu: Frankofon gazete La DH, İtalyan asıllı, Felemenkçesi zayıf, yeni Valon Başbakan di Rupe'ye yine Felemenkçe "iyi şanslar" diliyor. Veel geluk Meneer di Rupo! Cümle, evet, biraz karışık oldu ama burası Belçika işte... 541 günün sebebi tam da bu.

ay sarayında