gitti gidiyor


İsterseniz Amsterdamlı karikatüristin kıskançlığı deyip geçin ama yarın akşamki İspanya-İtalya finalinin gerçek manzarası budur.

Karikatür: Arend van Dam / Het Financieele Dagblad

dünya dönüyor


Belfast Telegraph'tan tarihi manşet. Kraliçe'yle eski IRA komutanı el sıkıştı. Dünya durdu mu?

otomatikçiler hasta ruhlardır


Denk geldiğim en enteresan adamlardan birini, "How to Sharpen Pencils - Kalemleri Nasıl Sivriltmeli" kitabının yazarı David Rees'i GQ Türkiye'nin Haziran sayısı için yazmıştım. Derginin yeni sayısı yeni hikâyelerle bayide; kalem sivriltme ustası Rees'in hikâyesi aşağıda: 

SON KALEM USTASI

Gözlükler tamam, karbeyaz önlük tamam, kurşunkalemler ve çakı tamam… David Rees masasının başında. Saatlerce uğraşıp, kalemleri yontacak; uçlarını sivriltecek. Haybeci, dandik kalemtıraşlarımızla, bizim asla ulaşamadığımız bir zarafete ve keskinliğe ulaşacak. Sonra da bu kalemleri satacak. Hayrına çalışmıyor elbette. Rees, geçimini kalem yontarak (veya açarak) kazanıyor ve ben şaka yapmıyorum.
Karşımızdaki adamın tuhaflığını anlamak için bileşenlerine ayıralım:
-        Fazla okumuş her insanın içindeki kırtasiye (bu örnekte kalem, kalemtıraş) aşkı onda marazi boyutlarda.
-        Kalem sivriltmenin hem bir zanaat hem de felsefi bir duruş olduğuna inanıyor.
-        Bunun saçmalığın farkında olduğundan kendisiyle de dalga geçiyor.
-        Felsefe ve dalga geçmeyi doğru oranlarda karıştıran herkesin yapabileceği şeyi yapıyor, boşluğu görüyor ve o boşluk hakkında kitap yazıyor: How to Sharpen Pencils (Kalemleri Nasıl Sivriltmeli.)
-        Bir yandan da kalem ucu sivrilterek para kazanmaya devam ediyor.

Rees’in CV’sindeki güncel madde, denilebilirse, kalemtıraşlık. 2001-2009 arasındaki notlardaysa, kalemle başka bir tür ilişki kurduğu, karikatüristlik yaptığı bilgisi var. Bush dönemine saran çizgi dizisi “Get Your War On” epey rağbet görmüş. Ne var ki, Bush zihniyeti Obama’ya yenilince, Rees kendini de yenik sayıp karikatüristlikten emekliye ayrılmış. Bir sonraki durağı, ABD Nüfus İdaresi’nde geçici ve sıkıcı bir iş. Rees, görevi sırasında kendisine bir sürü kalem ve kalemtıraş verildiğini anlatıyor. O da sıkıntıdan kendini yontma ve sivriltme işine adıyor. Giderek de ustalaşıyor. Sonrasını tahmin edersiniz.

Kalemini mutlak karanlıkta sivrilt
Ama ben yine de anlatayım çünkü çok kısa bir hikâye: Rees, evinde bir kurşunkalem sivriltme atölyesi kurar ve olaylar gelişir. Bugün itibariyle siz ona kaleminizi gönderiyorsunuz, o da sivriltip, özel bir tüp içinde ve bir sertifika eşliğinde (ve 15 dolarlık bir faturayla) size geri yolluyor. Ya da önceden yonttuğu kalemleri gönderiyor. “Müşterilerimin kalemleri kullanmasını isterim. Kullansınlar ki geri göndersinler; ben de yeniden para kazanayım. Ne yazık ki saklamayı tercih ediyorlar. Kalemlerimi bir sanat eseri olarak görmeleri beni onore ediyor ama bu yüzden gelirim azalıyor.”
Herkesin kafası farklı çalışıyor. Rees hiç yoktan bir iş kolu tanımlayıp, onu ilkin zanaata sonra da ticarete döktü. Kazancının fena olmadığını söylüyor. Neil Gaiman ve Spike Jonze gibi (eksantrik her işe bulaşmayı görev bilen) hatırlı müşterileri var. Çocuğuna uğur kalemi arayan ebeveynler (evet, böyle de bir pazar mevcut) ona geliyor. ABD’yi baştan başa dolaşıp kalem sivriltme gösterileri yapıyor. İşini icra etmesi için onun şerefine özel partiler düzenleniyor. “Kim seyreder böyle bir şeyi” diye sorma hakkınız tabii ki saklı ama bunu bana değil Karayipler’de her limanda ayrı parti yapan bir yatın ehlikeyif müşterilerine sorsanız, daha iyi. Çünkü yanlarına Rees’i de katıp kalem sivriltmenin inceliklerini öğrenenler onlar.
Piyasaya henüz çıkan kitabını okursanız, siz de öğrenebilirsiniz. Ama öncelikle şu karşılaştırmayla başlayın: “2B kalem kullananlarla otomatik kalem tercih edenler arasında tek bir fark var. Otomatikçiler hasta ruhlardır.” Şimdi diğer yararlı bilgiler:
-Tek bıçaklı kalemtıraş aleminin kralı Alvin Brass Bullet; en zarif markaysa Almanya’dan çıkma Bethge.
- En iyi kurşunkalemler ABD ve Japonya’da üretiliyor.
-ABD ile Avrupa’nın arasındaki kültür farkı çocukluktan başlıyor. Amerikan çocukları sınıflarda duvara monte edilmiş çevirmeli modelleri kullanırken, Avrupalı her çocuğun cebinde kendi kalemtıraşı var.
- Şarapta kurşunkalem tadı arayacak kadar kırtasiye manyağıysanız gönül rahatlığıyla Château Saint Julian 2006 Bordeaux Superior’u deneyebilirsiniz.
-Her kurşunkalem üstadının bildiği sır: Kalemi en güzel çakı sivriltir.
Sözü geçen kitap, kitabevinde hangi rafa konacağı bir türlü kestirilemeyenlerden. Sanat mı, mizah mı, sosyoloji mi, hobi mi, self help mi? Cevap ‘hepbiri’ ama ben onu yine de mizah bölümünde buldum. Yanlış bir tercih sayılmaz; Rees işini kendisi ve sanatıyla dalga geçerek icra ediyor ama siz bir de şu yakarışına kulak verin: “Kalem sivriltmeyi seviyorum; beni bilgisayarın/internetin başından çekip alıyor. Son on yılım böyle geçmişti. Şimdi bu işi yapmak güzel çünkü kalem dediğin şey internetin tam da zıddı.”
Bunlar bir sonraki hedefi “mutlak karanlıkta çalışmak” olan bir adamın sözleri.
  
Hangi kalem sivriltilmeye değer?
David Rees anlatıyor:
İyi kalem iyi ağaçtan yapılır (kırmızı ardıç benim favorim.) Gövde düz durur, eğilmez. Grafit gövdenin tam ortasına yerleştirilmiştir. Kalemin tıraşlanmamış ucu boyasız ve lekesizdir. Her kalem sivriltilmeye değmez. Zira bir yıldızlı restorandan dört yıldızlı yemek beklenemez. Ben ne kadar güzel sivriltirsem sivrilteyim, vasat bir kalemden zevk alamazsınız. Altın kuralım da şudur: Elini sabit, bıçağını temiz, zihnini hazır tut.

GQ Türkiye - Haziran 

anlıyorsun değil mi?

Cafe Pels'te huzurlu bir öğleden sonra... Tezgahta oturmuş kahve içiyorum. Önümde bir gazete, İngilizce.

İçeride benden başka tek bir müşteri var. Üç sandalye sağımda oturuyor. Birasına eğilmiş kıkır kıkır gülen yaşlı bir adam... Hem garson hem barmen genç kadın, tezgâhın arkasında bardakları yıkayıp kuruluyor.

Adam kadına bir şeyler anlatmaya başlıyor. Önce sakin sakin, sonra yüksek sesle... Kadın cevap vermiyor, sürekli başını sallıyor. İlkin onaylar derken ayıplar bir tonda.

Adamın küfür ettiğini, azıcık Hollandacamla bölük pörçük çıkartıyorum; hayır, kadına değil, ortaya. Belediyeye, hükümete, hayata... Dikkatle bakınca biraz deli olduğunu da anlıyorum. Kadın yan gözle bana bakıyor, "ne yaparsın" der gibi omuz silkiyor.

Ona baktığımı anlıyor adam; bana dönüyor. Şikâyetlerini sıralamaya başlıyor hızlı hızlı. Çok azını seçebiliyorum. Sigara... "Artık sigara içemiyoruz" diyor. "Hep bu ibnelerin yüzünden." Sonra söylediklerine çok da hakim olmadığımı fark edip yavaşlıyor. Birasını gösteriyor. "Bira", diyor. "Var. Ama sigara yok. Yasak."

Sonra yine kendinden geçiyor. Sayıp dökmeye başlıyor süratle.

Kadın araya giriyor nihayet, beni kastederek "boşuna anlatma" diyor adama, "seni anlamıyor ki, yabancı."

Gülüyor adam. "Boşversene, öyle bir anlıyor ki" diyor.

Sonra ayaklanıyor, paltosunun cebinden sigarasını, tezgâhtan birasını alıyor. Dışarı çıkarken kulağıma eğiliyor.

"Anlıyorsun, değil mi?"

"Anlıyorum," diyorum. İngilizce. Sonra kadına bakıyorum, "ne yaparsın" der gibi omuz silkiyorum. Türkçe.

başyapıt nedir, ne değildir?

Bu kapak dergiyi aldırır. Aldırdı da. Bana, en azından...

Uzun zamandır sinemada, "ben bu filmi arada bir canım çektikçe izlerim" dediğim bir filme rastlamadım. O tür filmlerin bendeki karşılığı Woody Allen. Zaten aynı hissi en son "Midnight in Paris"te yaşamıştım. Şimdi "To Rome with Love" geliyor. Bekliyorum. Beklerken, biraz da bu kapak ve kapak haberinin verdiği gazla, eski Woody Allen'ları yeniden izliyorum.

Ben bunları düşünürken; kendisi başka fikirde. İçerideki röportajında şöyle diyor:

"Sanırım yaklaşık 45 film yaptım. Bazıları güzeldi ama başyapıt değiller. Kendimi kandırmama gerek yok; yalandan tevazu da göstermiyorum. Rashomon'a, Bisiklet Hırsızları'na, The Grand Illusion'a bakarsanız anlarsınız. Başyapıt işte onlar. Benim onlarla aynı festivalde gösterebileceğim filmim yok."

Öyle diyorsa öyledir. Ama yine de bazı filmleri benim için başyapıt. En azından başucu yapıt. Rashomon'un yanına da rahatlıkla koyarım.

Bu arada hazır Allen'dan bahsetmişken, Open Culture'da bulduğum şu videoya da göz atın derim. Üstat Japonya'da, reklam yıldızı. Böyle absürt reklam az bulunur. (Open Culture'ı takip ediyorsunuz, değil mi?)

gazeteci filmleri -1- the year of living dangerously

HBO'nun yeni (ve çok beklenen) dizisi The Newsroom nihayet yayında. Bir Amerikan haber kanalında yaşananları işliyor; sert ve kararlı ekran yüzlerinin gerisindeki mutfağı  gösteriyor. Tempolu başladı sayılır. Senarist Aaron Sorkin, "ABD artık büyük mü değil mi" sorusuna nostaljik bir cevap üretmeye çalışmazsa iyi de gider. Dizi biraz hızını alsın, hakkında konuşuruz. Ama önce başka bir mesele... Gazetecilik üzerine filmleri (ya da gazeteci filmlerini) uzun zamandır yazmak istiyordum; The Newsroom vesile olsun, ufak ufak başlayayım. Biraz mesleki merak biraz da görev duygusuyla bugüne kadar bu türde yığınla film seyrettim (bunların çoğunu siz de görmüşsünüzdür.) İyi ve önemli olduğunu düşündüklerimi, fırsat buldukça ama arayı da çok açmamaya gayret ederek yazacağım. Yavaş yavaş bir listeye dönüşsün, ne çıkacak görelim. Söylemeye gerek yok, katkılarınızı beklerim.

The Year of Living Dangerously, Peter Weir, 1982. 

Çok kişi bu filmi bilmez, ama ismini bilir. Çünkü bu isim Batılı gazetecilerin çok sevdiği bir haber başlığı (bazen de manşet) haline dönüştü. Hangi ülkede kargaşa varsa, bu başlığın kullanıldığı en az bir ilgili haber vardır. Bu sene Arap Baharı'yla ilgili haberlerde, bir de British GQ'nun Daniel Craig kapağında gördüm. Çok da güzel başlıktır gerçekten; havalıdır; her şeyi bir çırpıda özetler. Ben de kullanmak isterdim, ama Türkçe'de fiyakalı bir karşılığı yok. 

Weir'in filmi 1965 Eylül'ünde Endonezya lideri Sukarno'ya yönelik başarısız darbe girişiminin hemen öncesinde geçiyor. O çok benimsenen isim (ve manşet) de Sukarno'dan ödünç zaten. Wikipedia'dan taze taze öğrendiğim üzere, diktatör, İtalyanca'daki "vivere pericolosamante" yani "living dangerously" deyişini 1964'teki meşhur bir konuşmasında kullanmış (biraz oynayarak Türkçe'ye 'tehlikeyle yaşamak' diye çevirebiliriz.)

Filmin tehlikeyle yaşayan kişisi gencecik, Mehmet Ali Alibora görünümlü bir Mel Gibson. Jakarta, 1965... Sıcak... Çok sıcak, üstelik daha da sıcak olacak. Avustralyalı toy gazeteci Guy Hamilton (Gibson) Endonezya'ya yeni gelmiş; havasız odalardan haber geçmeye çalışıyor. Kimseyi tanımıyor; işi zor. Filmde çoğu cibiliyetsiz resmedilmiş ama kendilerinden başka kimseyi beğenmeyen Batılı gazetecilerin, akşamları efkâr dağıtıp dedikodu yaptığı barda kendine bir dert ortağı arıyor. Bahtı açık ki, Jakarta'yı mesken tutmuş yarı Çinli yarı Avustralyalı idealist fotoğrafçı Billy Kwan (Linda Hunt, erkek ve cüce fotoğrafçıyı oynadığı bu rolle 'yardımcı kadın oyuncu Oscarı'nı kazandı) ona ısınıyor ve etkili isimlerle, bu arada Amerikan elçiliğinde çalışan güzeller güzeli Sigourney Weaver'la tanıştırıyor. 

Sonrası biraz tarih, biraz da beklenildiği üzere bol maceralı bir gazetecilik hikâyesi... Sukarno'nun gölgesinin bütün Jakarta'yı örttüğü ve gazeteciler dahil herkesi korkuttuğu siyasi bir atmosfer... Toy gazeteci Hamilton, kendini Çin destekli Komünistler'in hazırladığı darbe planlarının içinde buluyor ve yaşamı pahasına haber atlatmaya, sonuna kadar gitmeye çalışıyor.

Peter Weir ne çekse seyrederim de bu filmin güzelliği eski usul gazeteciliği abartmadan anlatmasında. Uzak bir ülke, yalnızsınız, elinizde iyi haber yoksa merkezdeki kimsenin sizi ciddiye alacağı yok ve acilen bir şey yapmanız gerekiyor.

Önemli sahne:  Sukarno rejimi, sokaklardaki isyanı bastırırken Guy Hamilton sokaklardaki kalabalığın içindeki tek gazeteci. Bir yandan işini yapmaya bir yandan da omzuna aldığı cüce fotoğrafçı arkadaşını korumaya çalışıyor. Bu arada sağlam da sopa yiyor.

murakami'ye neden kızgınım?



Murakami'nin 1Q84'ünü okurken ne kadar bunaldığımı (400. sayfadaydım) yazmıştım. Haksızlık ettiysem, bitirdiğimde hakkını teslim edeceğimi de yazmıştım. 

Etmemişim. Kişisel bir kanaat elbette ama 1Q84, yazarın en kötü romanıydı. Bu bana tuhaf gelmedi de,  fikrine çok güvendiğim insanların kitabı öve öve bitirememesine şaşırdım (not düşeyim, azınlıktaki birkaç kişi benimle aynı fikirde.) Sevene "neden sevdin" diyecek değilim; bir güzellik görmüşlerdir mutlaka. Ben göremediğim güzelliği Sabit Fikir'in Haziran sayısına yazdım. Meraklısı varsa buyursun: 

BEN BURADAYIM SEVGİLİ YAZAR, SEN NEREDESİN

Haruki Murakami’yle 1Q84 üzerinden tanışacak okurlar için üzülüyorum. Çünkü muhtemelen yazarın bir romanını daha okumak istemeyecekler.

Ben istemezdim. Üstelik bunu neredeyse tüm eserlerini okumuş, çoğunu sevmiş, bazılarını da (Türkçe’ye henüz çevrilmeyen What I Talk About When I Talk About Running mesela) başucu kitabı yapmış birisi olarak söylüyorum. İşe 1Q84’le başlasaydım, geri kalanını pas geçebilirdim. Kabahat sadece Murakami’nin...
1Q84’ün tantanası 2009’dan beri sürüyor. Başyapıt beklentisi, Nobel’e hazırlandığı iddiaları, ilk bölümün bir “like” karşılığı Facebook’ta yayımlanması, kitabevlerinde dağ gibi yığılan hacimli ciltler... O kadar ki, ABD’deki devasa cildi görünce onu “telefon rehberine” benzeten bir yazar... Kitabın şamatası bitmek bilmedi. 


Ama Murakami hiç kusura bakmasın, herhangi bir telefon rehberi bile, 1Q84’ten daha başarılıdır. Hiç değilse vadettiği her şeyi yerine getirir. 1Q84 ise getirmiyor. Okuru, içine soktuğu bin küsur sayfalık (Türkçe’de 1256) maratonda tek başına bırakıp gidiyor. Kitapta bildik, tanıdık Murakami’yi değil, onun kendine güvensiz ve kararsız gölgesini buluyorsunuz. Yavaş yavaş yükselen tansiyon, gizemli konular, güzel kulaklı kadınlar, her şeyden haberdar kediler ve tipik bir Murakami hikâyesine yönünü veren akil insanlar, evet, 1Q84’te de mevcut. Ama yetmiyor... 

Bir okur bu kadar uzun bir romana mesai ayırdığı zaman, belki bencilce ama, bir başyapıt, hayatının sonuna kadar kendine eşlik edecek ölmez bir hikâye bekler. Hayatı, düşgücü, sohbeti o hikâyeyle zenginleşir. Murakami’nin 1Q84’ü, böyle bir katkı yapmıyor. Yine de eski günlerin hatrına okumaya devam ediyorsunuz. Sonra da bırakmadığınız için kendinize kızıyorsunuz.

Murakami kendi yazdığına inanmıyor

Ben kendimden çok Murakami’ye kızdım. Fena olan, ona en çok ne için kızdığımı bilememek. Seçenek bol. Hiç de inandırıcı olmayan bir aşk öyküsünü 1256 sayfa koştur koştur anlatmaktan bıkmadığı için mi? Elif Şafak ve veya Orhan Pamuk’un elinden çıksa feci dalga geçilecek kötü seks sahneleri yazdığı için mi? Zaten sürekli sınıfta kaldığı kadın cinselliği konusunda bu defa iyice çuvalladığı için mi? Japon edebiyatının muhtemelen en enteresan kiralık katilinden dünyanın en sıkıcı karakterini çıkarmayı becerdiği için mi? Kitabın ismi üzerinden George Orwell ve 1984’le ilgili gereksiz bir beklenti yaratıp, onu karşılamadığı için mi? Yüksek potansiyelli yan karakterleri okurların zihnine saldıktan sonra üzerlerini bir kalemde çizdiği için mi?
Hepsi de geçerli. Ama en çok şu: Kendi yazdıklarına inanmadığı için.


1Q84’ün bir kahramanı “Açıklamasız anlayamazsan, açıklanınca da anlayamazsın” diyor. Tipik bir Murakami cümlesi... Vurucu sayılmaz ama etkili; sis düdüğü gibi, en zor dakikada işini görüp kenara çekiliyor. Üstelik bu ifade Murakami’nin hemen tüm kitaplarını da hakkıyla tarif ediyor. Sorun şu ki, her kitapta başarıyla işleyen tanım bu kitapta bizzat yazar tarafından rafa kaldırılıyor. Murakami, her şeyi açıklamaya, hem de bütün detaylarıyla açıklamaya gayret edip, ruh sağlığımıza kast ediyor. İki ana karakter, kiralık katil/spor eğitmeni Aomame ile matematik öğretmeni/yazar Tengo içine düştükleri tuhaf paralel dünyayı o kadar sorguluyor ki, gizemin de fantastik gelişmelerin de tadı kaçıyor.

Fantastik bir hikâyenin kahramanının şu cümleleri kurmasına en fazla kaç defa tahammül edebilirsiniz: “Şu anda buradayım, burası gerçek dünya değil, ama gerçek dünyadan çok da farklı değil, o halde burası neresi olabilir?”

Beş değil on değil, onlarca defa aynı sahne... Yazar, bıkmadan usanmadan aynı sayfayı yeniden üretiyor. Kitabın ana karakteri Tengo bir başkasının romanını düzelterek tekrar kaleme alan bir yazar. Bu kitap için de aynısını yapmasını umuyorsunuz. Olmuyor tabii... Onun yerine başka şeyler yapıyor.
Şablon şöyle:

Tengo yemek yapıyor, Tengo plaklarını dinliyor, Tengo Aomame hakkında düşünüyor, Tengo aya bakıyor; Aomame yemek yapıyor, Aomame kitap okuyor, Aomame Tengo hakkında düşünüyor, Aomame aya bakıyor... (Bunları en az yirmiyle çarpın.)

Kedilerle kaybolmak

Çok da hakkını yemeyeyim; 1Q84’teki parçalardan biri, kediler kasabası hikâyesi çok güzel. Hatta fazla güzel. İyi düşünülmüş, iyi yazılmış gerçek bir Murakami hikâyesi. Kediler kasabası, kahramanın, gerçekten kaybolduğunu anladığı yer. Okurun da, dört yüz sayfanın kabasını aldıktan sonra “tamam artık başlıyoruz” diye havaya girdiği yer. Ama hepsi bu kadar işte; sonrasında hem okur hem de yazar, geri dönüşsüz bir şekilde kayboluyor. 

Murakami bu kadarıyla yetinecek bir yazar değil. 1Q84, standartlarının çok altında. Üstelik o kendini herkesten iyi tanıyor, sınırlarını biliyor. Harika koşu-yazı-biyografisi What I Talk About When I Talk About Running’de, dahi bir yazar olmadığını, dolayısıyla her gün üretip üstüne koyması gerektiğini dürüstçe anlatıyordu. 1Q84’ten sonra tekrar göz atınca, aynı kitapta şu satırları da buldum:

 “Gençliğinde güzel ve güçlü eserler kaleme alan bazı yazarlar, yaşları ilerlediğinde artık yorulduklarını anlarlar. Buna ‘edebi tükenme’ diyebiliriz. Sonraki işleri yine iyi olabilir; hatta bu tükenmişliklerinden ilham bile alabilirler; ama yaratıcı enerjilerinin düşüşe geçtiği de aşikârdır. Bunu yaşayan bir yazarın yaratıcı olabilmesi artık zordur. Hayal gücü ile onu besleyen fiziksel güç arasındaki denge çökmüştür. Yazarın elinde kala kala teknik ve metotları kalmıştır. Bazı yazarlar bu noktada canına kıyar; bazıları da sadece yazmaktan vazgeçip başka bir yol tutturur. “

Murakami canına kıymayacak kadar mutlu bir insan; ama başka bir yol tutturmasını da şahsen istemem. 1Q84’te büyük hayalkırıklığı yaşasam da, öncekilerin hatrına yeni kitaplarını okurum. Hatta dönüp Zemberekkuşu’nun Güncesi’ni tekrar okurum. Sonuçta ben buradayım sevgili yazar, sen neredesin?

Sabit Fikir, Haziran 2012

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...