merak cemiyetinin inançlı üyeleri ve dünyanın sonu - akşam kahvesi okumaları

Akşam kahvesi okumaları bu ara iş yükünün altında eziliyor. Bir iki gündür boş geçiyorum, bugün devam edeyim. Hem malum, dünyanın sonu yaklaşırken son bir hoş seda bırakmak lazım. Gerçi kubbe de baki kalmayacak deniyor ya neyse.

Evdeyken, hastayken, dışarıda lapa lapa kar yağıyorken, kıyamet yaklaşıyorken yapılacak en iyi şeyi güzel blog Koltukname tarif etmiş. Okumak. Ne okuyacağımızı da çevirmenlere, yayıncılara, yazarlara sormuş. Öneriler güzel. Bunlar bitsin yenileri de gelir. Sanat sonsuz hayat kısa. Koltukname'nin soruşturmasını burada bulabilirsiniz. 

Yazar Hikmet Hükümenoğlu'nun blogunu okuyorsunuz değil mi? Henüz tanışmadıysanız buradan başlayın. 2012 listesi yapmak için oturduğunu ama beceremediğini söylese de, tertemiz, özgün ve gayet kişisel bir liste hazırlamış. Ben okurken çok eğlendim, öğrendim. Hem birçok seçimine de katıldım. Yazarın seçkisi için buraya. 

Son günlerde, tanıdığım, sevdiğim insanlar en çok ondan bahsediyor. Yazar, çevirmen Armağan Ekici... Yeni çevirisi Ulysses, Norgunk Yayıncılık'tan henüz çıktı.  "Enteresan mevzular dergisi" Futuristika'da Barış Yarsel, Ekici'yle dört başı mamur bir röportaj yapmış bu vesileyle. Beğenerek okudum. "Merak Cemiyeti'nin inançlı üyeleri için..." Siz de beğenirsiniz, eminim. Buradan buyurun. 

Şimdi gelelim zurnanın zırt dediği yere. Bu alttaki şarkıyı bugün dinlemeyeceksek, başka ne zaman dinleyeceğiz (gerçi ben her gün sabah akşam dinliyorum.) U2'nun geçilmezi Until The End of the World. Yukarıdaki fotoğrafı da Hikmet Hükümenoğlu'nun blogundan hırsızladım. Affına sığınırım.





sar oradan üç tane bulutlu

Mark Zuckerberg gitgide Simpsons'daki o haris, meymenetsiz fabrikatöre dönüşüyor. Sürekli ellerini oğuşturuyor. Ellerini oğuşturuyor; sonra da gidip Facebook'un kullanıcılarından daha ne tırtıklarım diye hesaplarına dalıyor.

Şimdi bir milyar dolara satın aldığı Instagram'da da aynı çarkı çeviriyor. Çekilip sisteme yüklenen fotoğraflar, bilabedel şirkete geçecek. Instagram, canının çektiği firmaya okutacak onları. Oh ne ala!

Hiç öyle buluttur, kedidir, para etmez demeyin. Öyle bir eder ki... İçerik her zaman para eder. Ama bu işin sevimsiz bir sonucu olacak. Fotoğrafçılar için pazar kırılacak. Stok fotoğrafçılığı zaten işleri düşürmüştü; bu sistem stoklara da rahmet okutacak.

Fotoğraf da tıpkı yazı gibi değersiz bir ürüne dönüşecek. O kadar çok var ki, artık değeri yok. Profesyoneller için -çok bir şeye tekabül etmese de- halihazırda var olan değişim değeri de düşecek. Ne fotoğraf lazımsa, Instagram'ın sepetinden çıkar nasıl olsa... Instagram, stok fotoğrafçılarının da altında bir bedelle piyasaya sürerse onları sistem çöker.

Şimdi herkes iyi yazıyor, neşeli fotoğraf çekiyor gibi geliyor ama gerçekten iyi içeriği bir gün çok arayacağız.

Not: Instagram'ın CEO'su Systrom'un "ya bir yanlışlık olmuş" dediğini biliyorum. Bu durumu değiştirmez, sadece erteler. Bu arada, bu kadar terbiyesiz bir ifade de az duyulmuştur herhalde. Yahu nerede yanlışlık olmuş, ne çektinizse bizimdir, diye yazmışsın işte. Çocuk mu kandırıyorsun?

intikamın kürtçesi ve kozmik dans - akşam kahvesi okumaları

Bu akşam kahvesinde güncel mevzular yok. Zaten akşam da değil şu an, epey bir geceye geçtik. Dilerseniz başlığı gece viskisi olarak değiştirebilirsiniz.

İlkin eskilerden gelsin... Murat Uyurkulak'tan. Birazdan okuyacağınız, her şeyden önce, müthiş bir metin. Uyurkulak, ilk romanı 'Tol'u nasıl yazdığını anlatıyor. Her satırı güzel ve sahi... Şimdi söylemesi biraz ayıp olacak ama ben bu yazıyı defalarca okudum ama henüz Tol'u okumadım. İlk fırsatta kusurumu gideririm.




"(...) Tol’un ilk halini orada bitirdim, bilen biliyor, şarap ve makarnayla… Tat ketçaplara ve Calve mayonezlere de müteşekkirim… Nereye göndereceğim çoktan belliydi… Metis, Defter, zira oradakiler bizim için okuldu…

Ceyda beni Radikal Dışhaberlere aldı… Ben yazıyordum. Belgrad’a bombalar yağıyordu, ben yazıyordum… Hafiz Esad öldüğü gün güzel bir haber ve güzel bir bölüm yazdım… Yazdıklarımın çıkışını alıyordum arada bir, bu Gülriz’in dikkatini çekiyordu, tatlı tatlı gülüyordu.

Günün birinde, nasıl olduğunu anlamadan, nihai çıkışını aldım kitabın… İthafı vardı, ismi yoktu… Ali ve kardeşi Özgür’e gidip ‘İntikam Kürtçe ne demek’ diye sordum… Söylediler… Söylediklerini ilk sayfaya yazdım, tekrar gönderdim Müge’ye…"

Tamamını buradan okuyun: "Tol'u bir hayvan olarak yazdım"


İkinci önerim güzel blog Yazıhane'den. Onur Erdem, "bir şarkı için uygun konu nedir" diye soruyor. İyi de ediyor.
 
Bugün mesai kısa. Son olarak, az önce yazısını okuduğunuz Erdem'in Twitter'da (medreruno) gösterdiği bir link. Airpano.com Harika harika harika...

Çalışıyoruz, didiniyoruz, mevzu nerelere kadar gidiyor. Aşağıdaki fotoğraf belgesi olsun işte. Yukarıda da yapmak istediğim röportaj, atmak istediğim başlık. Vonnegut'la kozmik tapdans. 

stanley kubrick cevaplıyor: hayat yaşamaya değer mi?

Playboy, zamanında Stanley Kubrick’e şöyle sormuş: Hayatın bir amacı yoksa, yine de yaşamaya değer mi?Evet, fani olmakla bir şekilde başa çıkanlarımız için yaşamaya değer. Hayatın böylesi anlamsızlığı, insanı kendi anlamını yaratmaya zorluyor. Çocuklar hayata kirlenmemiş bir merak duygusuyla, yaprağın yeşil olması denli basit bir şeyden bile büyük keyif alma kabiliyetiyle başlıyor. Ama büyüdükçe, ölüm ve çürüme onların bilincine sızıp yaşama sevinçlerini, idealizmlerini ve ölümsüzlük varsayımlarını aşındırmaya başlıyor. Bir çocuk olgunlaştıkça, baktığı her yerde ölümü ve acıyı görüyor ve insanın nihai iyiliğine inancını yitirmeye başlıyor. Ama birazcık güçlüyse –ve de şanslıysa- ruhun bu alacakaranlığından çıkıp hayatın ateşine uyanabilir. Hem hayatın anlamsızlığı yüzünden hem de ona rağmen, taptaze bir amacı ve yemini ortaya çıkartabilir. Doğduğu andaki o saf merakı belki yeniden yakalayamaz ama daha da dayanıklı ve besleyici bir şeyleri şekillendirebilir. Evren hakkındaki en dehşet verici şey onun düşman değil aldırışsız olmasıdır. Ama bu aldırışsızlık haliyle uzlaşmayı becerir ve ölümün sınırları dahilinde yaşamın meydan okumalarını kabul edersek –insan bunları yapmak için ne denli kararsız olsa da- bir canlı türü olarak varlığımız gerçek bir anlama ve doyuma ulaşabilir. Karanlık uçsuz bucaksızsa da, kendi ışığımızı yakmalıyız.

birazcık yağmur kimseyi incitmez


Eski mahalleden, eski zamanlardan...

İlk damlalar kocaman ve nedense beyazdı. Kafamı gökyüzüne kaldırıp baktım, bulutlar o kadar da tehdit edici görünmüyordu. Şemsiyem yoktu. Birazcık yağar, geçer dedim. Yaz yağmuru.. . İngiliz Konsolosluğu’nun karşısındaki ışıklara yürüdüm. Yayalara kırmızı ışık henüz yanmıştı, vızır vızır geçiyordu arabalar. Şimdiye dek orada çok durdum biliyorum, yeşil tam 90 saniye sonra yanacaktı.

Beklemeye başladım.

10. saniye: Yağmur hızını arttırdı. Omuzlarım hafiften ıslanıyor.
20. saniye: Yine kafamı kaldırdım, bulutlar hızla birleşiyor.
30. saniye: Sırılsıklam oldum. Yeşil yanınca sığınabilecek bir yer kestirmeye çalışıyorum. Nafile, her yer açık, saçak yok, dımdızlak ortasındayım yolun.
45. saniye: Üzerime kova kova su boşaltılıyor sanki. Muson yağmuru gibi müthiş bir basınçla yağıyor. Yapacak bir şey bulamayınca, ellerimi çaresiz, ceplerime soktum. Sırılsıklamım ve geriye dönüş yok artık.
60. saniye: Arkamda bekleyen yaşlı adam, gök gürültüsü gibi bir sesle “Amaaaaan” diye bağırdı. Bir histeri krizi geçiriyormuşçasına gülmeye başladı sonra. Ben de kendi halime gülüyorum. Ama sessizce.
70. saniye: Adam gülüyor…
80. saniye: Adam gülüyor…
90. saniye: Yeşil yandı. Adam gülüyor. Ben ok gibi fırladım karşıya doğru. Adam yerinde kaldı.

Caddenin karşısından dönüp baktım. Adam gülmeye, yağmur olanca hızıyla yağmaya devam ediyordu. Damlalar nedense kocamandı.

ayakta yazmak


Büyük yazarlar nasıl yazardı? Nedense hiç unutmam, Victor Hugo'nun ayakta yazdığı söylenir. İşte orada, yüksek yazı sehpasının başında, koca Hugo, arada bir sakalını karıştırarak yazıp duruyor saatlerce.

Belki de adamda kuyruk sokumu ağrısı vardı. Ancak aklıma geldi

yalnız mum, sis düdüğü ve ayın ruhları - akşam kahvesi okumaları

* Yanmak isteyen bir yalnız mum... Kendini tutuşturmak için bir kibrit kutusundan yardım istiyor. Olayların nasıl geliştiğini daha sonra nasılsa okuyacağız. Danimarka'nın Odense şehrinde, emekli bir tarihçinin bir kutunun dibinde bulunan el yazmalarının Hans Christian Andersen'e ait olduğu tahmin ediliyor. Odense'deki Andersen müzesi yetkililerine göre masal kuvvetle muhtemel yazarın ilk eseri. (Gelişmeleri şu AP haberinden okuyabilirsiniz - İngilizce) Danimarka'nın -bizde bastığı karikatürlerle meşhur olan- Politiken gazetesi haberi elbette manşete çekmiş.

* Aktüel dergisindeki son işim Taraf'ın ilk gününe dairdi. O sırada yazdığım Medyatek köşesi için gitmiş, gazetenin çıkış heyecanına ortak olmuştum. Alev Abi (Er), Ahmet Altan, Yasemin Çongar, Ümit Kıvanç nasıl da mutlulardı. Altan, "bambaşka bir gazete yapacağız, ilk günden beceremeyeceğiz belki, ama ileride herkes anlayacak" demişti. Güzeldi. İlk zamanlarında ben de severek okudum. Zaten sevdiğim, inandığım insanların yaptığı bir gazeteydi. Derken her şeyin gazı kaçtı. Önce Alev Abi gitti, bir süre sonra Ümit Kıvanç. Bense uzun zamandır Taraf'ı ne benimsiyor, ne yayımladığı haberlerden, ne de kullandığı dilden hazzediyorum. Ayrıntıları hepiniz biliyorsunuz, uzun mesele. Ama özellikle Mirgün Cabas ve Ruşen Çakır'a yönelik akla zarar helikopter düşürme suçlamasını, o koca koca insanların herhangi bir gazetecilik faaliyetiyle nasıl bağdaştırabildiklerini, nasıl içlerine sindirerek yayımladıklarını halen anlamıyorum. Şimdi de Altan ve Çongar gidiyor. En başından bugüne kadar düşününce: İyi bir gazete olabilirdi, sadece yazık oldu.

Gazetenin sahibi Başar Arslan'ın TR4'ten Hazal Özvarış'a verdiği röportajı hatırlayalım. 

"Altan'la Taraf'taki ilişkinizde bir zaman sınırlamasında bulundunuz mu?
Ahmet Bey zaten bu işleri başkası yapsa çok hoşlanır. O, bu ülkede çocuklar ölmesin, herkesin huzurlu yaşayacağı demokratik bir ortam olsun diye çabalıyor. Diğer Altan ailesi üyeleri de böyle... Bunu başka birileri yapıyor olsa Ahmet Altan, 'Ben burada, bu işin başında olacağım' demez. Gençlere de devredebilir, başkasına da bırakabilir; roman yazmayı tercih eder. Sonuçta bunlar siyasi, sıkıcı konular. Böyle bir şeyi kim ister ki? İnsanlar bu yüzden inanamıyor, yapılan yakıştırmalar da bundan kaynaklanıyor. Ben öyle olmadığını biliyorum."
 
* Tom Waits'i severim. Seveni de severim. Cem Pekdoğru, güzel isimli güzel blog Yazıhane'de üstadın güzelliklerinin üzerinden şöyle bir geçmiş. Bir gazete kesekağıdı olduğunda ne hisseder? (Benzer satırlar bu blogda da vardı, hatırlarsanız)

"Sevdiğiniz sesler? Atların ve trenlerin gelişi. Okulun paydos zilinde çocuklar. Aç kargalar. Orkestranın akort yapması. Eski western'lerdeki bar piyanosu. Lunapark treni. Buzun eriyişi. Matbaa. Transistörlü radyoda maç nakli. Bir apartmanın penceresinden gelen piyano dersi. Traktör. Eski yazarkasalar. Tap dansçıları. Arjantin'deki futbol tribünleri. Kalabalık bir lokantanın mutfağı. Sis düdüğü. Eski filmlerdeki gazete büroları. Fillerin yürüyüşü. Sucuğun kızarması. Boks ringindeki gong. Çince tartışma. Langırt. Kestane fişeği. Zippo çakmak. Traktör. Theremin. Güvercinler. Martılar. Baykuşlar. Kumrular."

* Özellikle spiritüel meselelerle ilgilenenler için, Aycan Aşkım Saroğlu müthiş bir blog yazmaya başladı. İyi gazeteci, iyi insan, iyi bir arkadaştır Aycan. Ayın ruhundan da anlar. soulsofthemoon'a buyurun

Allta son zamanların harika kapaklarından biri. Current

ay sarayında