akşam kahvesi okumaları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
akşam kahvesi okumaları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

merak cemiyetinin inançlı üyeleri ve dünyanın sonu - akşam kahvesi okumaları

Akşam kahvesi okumaları bu ara iş yükünün altında eziliyor. Bir iki gündür boş geçiyorum, bugün devam edeyim. Hem malum, dünyanın sonu yaklaşırken son bir hoş seda bırakmak lazım. Gerçi kubbe de baki kalmayacak deniyor ya neyse.

Evdeyken, hastayken, dışarıda lapa lapa kar yağıyorken, kıyamet yaklaşıyorken yapılacak en iyi şeyi güzel blog Koltukname tarif etmiş. Okumak. Ne okuyacağımızı da çevirmenlere, yayıncılara, yazarlara sormuş. Öneriler güzel. Bunlar bitsin yenileri de gelir. Sanat sonsuz hayat kısa. Koltukname'nin soruşturmasını burada bulabilirsiniz. 

Yazar Hikmet Hükümenoğlu'nun blogunu okuyorsunuz değil mi? Henüz tanışmadıysanız buradan başlayın. 2012 listesi yapmak için oturduğunu ama beceremediğini söylese de, tertemiz, özgün ve gayet kişisel bir liste hazırlamış. Ben okurken çok eğlendim, öğrendim. Hem birçok seçimine de katıldım. Yazarın seçkisi için buraya. 

Son günlerde, tanıdığım, sevdiğim insanlar en çok ondan bahsediyor. Yazar, çevirmen Armağan Ekici... Yeni çevirisi Ulysses, Norgunk Yayıncılık'tan henüz çıktı.  "Enteresan mevzular dergisi" Futuristika'da Barış Yarsel, Ekici'yle dört başı mamur bir röportaj yapmış bu vesileyle. Beğenerek okudum. "Merak Cemiyeti'nin inançlı üyeleri için..." Siz de beğenirsiniz, eminim. Buradan buyurun. 

Şimdi gelelim zurnanın zırt dediği yere. Bu alttaki şarkıyı bugün dinlemeyeceksek, başka ne zaman dinleyeceğiz (gerçi ben her gün sabah akşam dinliyorum.) U2'nun geçilmezi Until The End of the World. Yukarıdaki fotoğrafı da Hikmet Hükümenoğlu'nun blogundan hırsızladım. Affına sığınırım.





intikamın kürtçesi ve kozmik dans - akşam kahvesi okumaları

Bu akşam kahvesinde güncel mevzular yok. Zaten akşam da değil şu an, epey bir geceye geçtik. Dilerseniz başlığı gece viskisi olarak değiştirebilirsiniz.

İlkin eskilerden gelsin... Murat Uyurkulak'tan. Birazdan okuyacağınız, her şeyden önce, müthiş bir metin. Uyurkulak, ilk romanı 'Tol'u nasıl yazdığını anlatıyor. Her satırı güzel ve sahi... Şimdi söylemesi biraz ayıp olacak ama ben bu yazıyı defalarca okudum ama henüz Tol'u okumadım. İlk fırsatta kusurumu gideririm.




"(...) Tol’un ilk halini orada bitirdim, bilen biliyor, şarap ve makarnayla… Tat ketçaplara ve Calve mayonezlere de müteşekkirim… Nereye göndereceğim çoktan belliydi… Metis, Defter, zira oradakiler bizim için okuldu…

Ceyda beni Radikal Dışhaberlere aldı… Ben yazıyordum. Belgrad’a bombalar yağıyordu, ben yazıyordum… Hafiz Esad öldüğü gün güzel bir haber ve güzel bir bölüm yazdım… Yazdıklarımın çıkışını alıyordum arada bir, bu Gülriz’in dikkatini çekiyordu, tatlı tatlı gülüyordu.

Günün birinde, nasıl olduğunu anlamadan, nihai çıkışını aldım kitabın… İthafı vardı, ismi yoktu… Ali ve kardeşi Özgür’e gidip ‘İntikam Kürtçe ne demek’ diye sordum… Söylediler… Söylediklerini ilk sayfaya yazdım, tekrar gönderdim Müge’ye…"

Tamamını buradan okuyun: "Tol'u bir hayvan olarak yazdım"


İkinci önerim güzel blog Yazıhane'den. Onur Erdem, "bir şarkı için uygun konu nedir" diye soruyor. İyi de ediyor.
 
Bugün mesai kısa. Son olarak, az önce yazısını okuduğunuz Erdem'in Twitter'da (medreruno) gösterdiği bir link. Airpano.com Harika harika harika...

Çalışıyoruz, didiniyoruz, mevzu nerelere kadar gidiyor. Aşağıdaki fotoğraf belgesi olsun işte. Yukarıda da yapmak istediğim röportaj, atmak istediğim başlık. Vonnegut'la kozmik tapdans. 

yalnız mum, sis düdüğü ve ayın ruhları - akşam kahvesi okumaları

* Yanmak isteyen bir yalnız mum... Kendini tutuşturmak için bir kibrit kutusundan yardım istiyor. Olayların nasıl geliştiğini daha sonra nasılsa okuyacağız. Danimarka'nın Odense şehrinde, emekli bir tarihçinin bir kutunun dibinde bulunan el yazmalarının Hans Christian Andersen'e ait olduğu tahmin ediliyor. Odense'deki Andersen müzesi yetkililerine göre masal kuvvetle muhtemel yazarın ilk eseri. (Gelişmeleri şu AP haberinden okuyabilirsiniz - İngilizce) Danimarka'nın -bizde bastığı karikatürlerle meşhur olan- Politiken gazetesi haberi elbette manşete çekmiş.

* Aktüel dergisindeki son işim Taraf'ın ilk gününe dairdi. O sırada yazdığım Medyatek köşesi için gitmiş, gazetenin çıkış heyecanına ortak olmuştum. Alev Abi (Er), Ahmet Altan, Yasemin Çongar, Ümit Kıvanç nasıl da mutlulardı. Altan, "bambaşka bir gazete yapacağız, ilk günden beceremeyeceğiz belki, ama ileride herkes anlayacak" demişti. Güzeldi. İlk zamanlarında ben de severek okudum. Zaten sevdiğim, inandığım insanların yaptığı bir gazeteydi. Derken her şeyin gazı kaçtı. Önce Alev Abi gitti, bir süre sonra Ümit Kıvanç. Bense uzun zamandır Taraf'ı ne benimsiyor, ne yayımladığı haberlerden, ne de kullandığı dilden hazzediyorum. Ayrıntıları hepiniz biliyorsunuz, uzun mesele. Ama özellikle Mirgün Cabas ve Ruşen Çakır'a yönelik akla zarar helikopter düşürme suçlamasını, o koca koca insanların herhangi bir gazetecilik faaliyetiyle nasıl bağdaştırabildiklerini, nasıl içlerine sindirerek yayımladıklarını halen anlamıyorum. Şimdi de Altan ve Çongar gidiyor. En başından bugüne kadar düşününce: İyi bir gazete olabilirdi, sadece yazık oldu.

Gazetenin sahibi Başar Arslan'ın TR4'ten Hazal Özvarış'a verdiği röportajı hatırlayalım. 

"Altan'la Taraf'taki ilişkinizde bir zaman sınırlamasında bulundunuz mu?
Ahmet Bey zaten bu işleri başkası yapsa çok hoşlanır. O, bu ülkede çocuklar ölmesin, herkesin huzurlu yaşayacağı demokratik bir ortam olsun diye çabalıyor. Diğer Altan ailesi üyeleri de böyle... Bunu başka birileri yapıyor olsa Ahmet Altan, 'Ben burada, bu işin başında olacağım' demez. Gençlere de devredebilir, başkasına da bırakabilir; roman yazmayı tercih eder. Sonuçta bunlar siyasi, sıkıcı konular. Böyle bir şeyi kim ister ki? İnsanlar bu yüzden inanamıyor, yapılan yakıştırmalar da bundan kaynaklanıyor. Ben öyle olmadığını biliyorum."
 
* Tom Waits'i severim. Seveni de severim. Cem Pekdoğru, güzel isimli güzel blog Yazıhane'de üstadın güzelliklerinin üzerinden şöyle bir geçmiş. Bir gazete kesekağıdı olduğunda ne hisseder? (Benzer satırlar bu blogda da vardı, hatırlarsanız)

"Sevdiğiniz sesler? Atların ve trenlerin gelişi. Okulun paydos zilinde çocuklar. Aç kargalar. Orkestranın akort yapması. Eski western'lerdeki bar piyanosu. Lunapark treni. Buzun eriyişi. Matbaa. Transistörlü radyoda maç nakli. Bir apartmanın penceresinden gelen piyano dersi. Traktör. Eski yazarkasalar. Tap dansçıları. Arjantin'deki futbol tribünleri. Kalabalık bir lokantanın mutfağı. Sis düdüğü. Eski filmlerdeki gazete büroları. Fillerin yürüyüşü. Sucuğun kızarması. Boks ringindeki gong. Çince tartışma. Langırt. Kestane fişeği. Zippo çakmak. Traktör. Theremin. Güvercinler. Martılar. Baykuşlar. Kumrular."

* Özellikle spiritüel meselelerle ilgilenenler için, Aycan Aşkım Saroğlu müthiş bir blog yazmaya başladı. İyi gazeteci, iyi insan, iyi bir arkadaştır Aycan. Ayın ruhundan da anlar. soulsofthemoon'a buyurun

Allta son zamanların harika kapaklarından biri. Current

entelektüel denklik, yaratıcı yazarlık ve talihsiz serüvenler - akşam kahvesi okumaları

Yahu ne iyi röportajlar çıkıyor son günlerde. Bir tanesi de Vatan'dan Mine Şenocaklı'nın. Şenocaklı, Murat Belge ile Muhteşem Yüzyıl tartışmasından yola çıkarak söyleşmiş; çok da iyi cevaplar almış. Ama ben özellikle bir soruya bayıldım. Şenocaklı, Belge'nin daha önce anlattıklarından hareketle Pargalı ile Kanuni arasında Platon'un anlattığı türden entelektüel bir denklik olup olmadığını soruyor. Zekice.


" (...) Bu dizileri, filmleri yapanlar ortalıkta söylenenlerin aksine olumlu bir renge boyuyorlar tarihi kişilikleri aslında. Mesela Kanuni önce Pargalı'yı boğdurttu, o engel ortadan kalkınca da Mustafa'yı boğdurttu. İkisinin arası çok fazla değil. Kanuni'nin Pargalı'yla gençlik ilişkisinin ne olduğu da gayet şüphelidir." 

Bu röportaj için neden Murat Belge'ye başvurulduğunu anlamamıştım. Onu da gayet güzel izah etmiş Şenocaklı. Örneğin Belge'nin 'Osmanlı: Kurumlar ve Kültür' isimli bir kitap yazdığını da bilmiyordum; benim ayıbım olsun.

Sadece diziden bahsetmemiş Belge. Yeni Türkiye'den de konuşmuşlar:

(...) Geçenlerde Deniz Harp Okulu'ndaki törende 'Onları unutmadık' diye tutuklu komutanların fotoğrafları taşınmış, bir şeyler olmuş. Bu iş bitti falan denilebilecek bir durum yok. Umarım böyle bir şey olmaz. Bunu da tabii kimseyi korkutmak için söylemiyorum. Kendim korktuğum için söylüyorum. 'Böyle olursa' diye... Çünkü askeri darbe olursa sağ kalmayacakların başında ben de gelirim sanıyorum. (...) Onlar bir gelirlerse bu şartlarda tam bir temizlik yaparlar, tüm mikropları temizlemeye başlarlar, öyle değil mi? Beni yok etmeleri gayet normal. Ben de olsam yaparım. 

Bu röportajı muhakkak okuyun. Birinci bölüm. 
İkinci bölüm. 

* Zaman zaman benim de yazdığım sabitfikir dergisi bu ayki kapağını yaratıcı yazarlık kurslarına ayırmış. Burcu Arman'ın (beyazkadınçatalldilli) yazısı gayet meraklı. İsabet olmuş. (Şuradan okuyabilirsiniz)

" (...) Cem Akaş, Mesele Dergisi için yazdığı bir makalede bunu 'Ben edebiyatı' olarak isimlendirir. Yalnızca yazarların değil eğitmenlerin de kendilerinden yola çıkarak hazırladıkları egzersizleri eleştirirken şöyle anlatır: '… Daha ironik olanı, sürekli kendini anlatma merakında olan ve sayıları her gün artan insanların, karşılarında sürekli onları merak eden ve sayıları artan insanlar bulacaklarını varsaymaları. Oysa böyle olmuyor; yalnızca yaratıcı yazı mezunları birbirlerinin yazdıklarını okusaydı bile olurdu, ama onlar da okumuyor.' Akaş bu konuda yalnız değil. Barbaros Altuğ da kendini 'her olan bitenin iyi niyetli  bir girişim olduğunu düşünmeyen fena insanlardanım' diye tanımlarken atölyelerin artmasındaki temel nedenin son 15 yılda yazarlığın artık şöhret ve maddi imkânları da getiriyor olmasına bağlıyor."

* Cem Akaş demişken, güzel blogu Şefin Salatası'nda ilkokul önlüğü tartışmalarına bambaşka bir açı getirmiş, atlanmasın. Sanıldığının aksine, ya bu işten zenginler de çekiniyorsa diyor Akaş. (Burada)

* İlüstratöre aşk olsun. Resimlediği çocuk kitabında sevgilisine evlenme teklifinde bulunmuş. Başarılı da olmuş, bravo (Hikâyeye şuradan ulaşabilirsiniz) Üstelik mevzubahis kitap da, kitabın fikri de kapağı da pek güzel (yukarıda görüyorsunuz işte) Edgar Allan Poe sevenleri birleştirmiş, daha ne olsun.

Bugün Oğuz Atay'ın ölüm yıldönümü; aşağıdaki karikatürü Kıvanç Koçak paylaşmış twitter'da. Buraya da aldım, pek güzel.

karşılaşmalar - akşam kahvesi okumaları


* Miraç Zeynep Özkartal, Milliyet'te çok güzel röportajlar yapıyor. Bir Pazartesi serisi; okumadan geçmeyin... Sonuncusu AKP'nin Dış İlişkilerden Sorumlusu Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik'leydi. Ufak bir not düşeyim: Çelik, Özkartal'ın siyaset bilimci Lipset'i içeren sorusuna "Lipset'i de biliriz Hannah Arendt'i" diye cevap vermiş. Böbürlenmesine hiç gerek yok. "Lipset'i de (Stein) Rokkan'ı da bilirim", deseydi artı puanı yazardım; zira onlar siyaset literatüründe Zeki-Metin gibi bir ikili haline gelmişti. Hem Arendt nere Lipset nere? Neyse, röportaja buradan buyurun. 

* Birazcık rötarla Hürriyet'ten Tolga Tanış'ın röportajı... Tanış Küba'ya gidip, adada Kolombiya hükümetiyle barış görüşmeleri yürüten FARC liderleriyle konuşmuş. Önemli, çünkü gazetelerimiz artık bu tip haberlere para harcamıyor. (Burada okuyabilirsiniz.)

* Semih Kaplanoğlu, benim bugüne kadar en severek okuduğum köşe yazılarını kaleme aldı. Daha sonra İletişim Yayınları'nın kitap olarak da bastığı 'Karşılaşmalar' köşesi efsanedir. Tadımlık bir yazı paylaşayım diye Radikal'in arşivine girmeye çalıştığımda epey dolanmak zorunda kaldım. Gazete sağolsun eskilere ulaşmamızı istemiyor; ama kapıyı da tam kapatmamış; bir aralık bulup sızıyorsun içeri. Bir eski yazıya buyurun. Bisiklet Üzerinde...

"(...) Aynı uçaktaydık ama bisikletleri kiraladığımız yerde tanıştık. Benden çok daha genç. İkimizin de K'ya gitmek için yola çıktığını, mesleklerimizi ve birbirimiz hakkındaki önemsiz bir sürü ayrıntıyı kiralama formlarını dolduran kızın sorularını yanıtlarken öğrendik. Yol boyu hiç konuşmadığımız ama ancak K'ya vardığımızda anlayacağımız bir ayrıntı ikimizi çok daha kuvvetli bir şekilde birbirimize yaklaştıracak..."

* İşte bu da müthiş bir başka hikâye. Semih Kaplanoğlu usülü bir karşılaşma diyelim. Yazıldıktan ancak 71 yıl sonra yayımlanabilen bir köşe yazısı. Washington Post'tan...

Altta, 82 yıl öncesinden çıkagelen bir Vogue kapağı. Harika!


telegram, çevirmenin çilesi ve otosansür - akşam kahvesi okumaları

* Geçen haftadan kalan bir Ruşen Çakır röportajı. Çakır, Bolu F Tipi Cezaevi'nde tek kişilik hücresinde yıllardır yatan, Türkiye'deki İslamcı düşüncenin liderlerinden Salih Mirzabeyoğlu ile söyleşmiş. İki isim 25 yıl sonra yeniden buluşmuş. Röportajdaki "telegram işkencesi" bölümüne özel dikkat! (Buradan okuyabilirsiniz.)

"(...) 'Değişmemiş' diyorum ama tam bir çileyle geçmiş 14 yılın ondaki insani, duygusal yönü daha fazla ön plana çıkarmış olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Öyle ki, o duygusal atmosferde kendisine şu soruyu sorma cüreti bile gösterebildim: 'Bu süre içinde İslamiyet ile, Allah ile ilişkini yeniden düşündün mü?'"

 * Gazeteci Gülenay Börekçi'nin Egoistokur isimli sitesinden sekiz ay öncesinden gelen bir röportaj. Ben yeni gördüm ve çok sevdim. Börekçi, çevirmen Zeynep Heyzen Ateş ile söyleşiyor. Son olarak muazzam yazar Roberto Bolano'nun 2666'sını İspanyolca'dan Türkçe'ye çeviren Ateş, mesleğin çilesini anlatıyor. Bolano notları da cabası. Muhakkak okuyun. 

" (...) Para ise apayrı bir sorundu. Bir daha bu tür bir işe soyunmakta tereddüt edecek olmamın nedenlerinden biri de budur. Hiçbir yayınevi, size çıkarıp da iki yıllık masrafınızı karşılayacak para vermiyor. Gerçekten gönül verdiğiniz için bu tür projeleri kabul ediyorsunuz. 2666’nın kahrını en çok annem çekti bu anlamda. Otuz yaşında hâlâ anneniz size bakıyorsa artık tutkularınızı gözden geçirmenizin zamanı gelmiş demektir. Bir daha ona bunları yaşatır mıyım, bilmiyorum."

* Kaya Genç, Index On Censorship'in Uncut isimli bloguna memleketteki Muhteşem Yüzyıl tartışmasını yazmış. Görüş aldığı isimlerden yönetmen Ümit Önal "Türkiye'de bir sanatçı otosansür yapmıyorum diyorsa, yalan söylüyordur" diyor. (Buradan okuyun - İngilizce)

* Anglosakson basınının aklınıza gelecek her saygın yayınında işlerini yayımlamış David Cowles'un blogu son günlerin keşfi. Cowles, tumblr'da ünlü figürleri özel ilüstrasyonlar ile anıyor. Aşağıda Sammy Davis Jr ve Jim Morrison.

Üstte de güzel dergi Cultura da Bicicleta'nın kapağı.

mimar, mumya ve çok para - akşam kahvesi okumaları

Hemen başlayalım. 

Memlekette dergilerden bahseden blog pek az. Apollo Boy uzun zamandır dergiler hakkında yazıyor, ne güzel. Onun kaleminden 2012'nin en iyi dergi kapakları seçkisine buradan buyurun. (Vakit bulursam belki ben de gönlümce bir sıralama yaparım.)

Blogunda daha fazla yazmasını isterim, ama sevgili Kafcamus'un işten güçten pek vakti kalmıyor sanırım. Bu ara bir yeni post yazmış neyse ki. Enver'in Mahallesi'ne buyurun.
"(...) doğuştan Cağaloğlulu adamın evin yakınındaki 'mektebe' gidişini, Divanyolu'nda koşturmasını, Ayasofya'ya bakışını, neden sonra Babıali'yi basışını, 'Enverland'a giden hikayeyi ve sonrasını ve sonrasını düşününce insanın gözü, gönlü bir hoş oluyor işte."

Klişeyle devam. "İyi şeyler de oluyor." Fifty Shades of Grey satış rekorları kırınca, yayıncısı Random House, çalışanlarına yılbaşı ikramiyesi olarak 5 biner dolar dağıtmaya karar vermiş. Depo işçisinden editöre herkes hesabın içinde. 

Yine Random House. 26 yaşındaki oyuncu/yazar/yönetmen Lena Dunham 66 sayfayla nasıl 3.7 milyon dolarlık anlaşma imzaladı?

Yukarıdaki kapak Brezilyalı dergi Epoca'nın... Geçtiğimiz günlerde ölen efsane mimar (ve de hemşehrileri) Oscar Niemeyer'i anıyorlar. Aşağıda da Fransa gazetesi Liberation "Mumya dönüyor" diyor. Berlusconi'nin bir türlü ölmeyen siyasi hırsı için.

akşam kahvesi okumaları


* Sabah Pazar’da Fisun Yalçınkaya, işleri Espace Culturel Louis Vuitton’da sergilenen genç ressam İhsan Oturmak ile söyleşmiş. Uzun zamandır bu kadar samimi sözler okumamıştım:

“ (…) 20-30 tane iş yolladım. Onlar ‘Bize sadece Öğrenciler serisini yolla,’ dediler. Öğrenciler serisinde İsimsiz, Yaramazlar gibi birçok resim var. Elimde iki-üç tane iş de yarımdı. Ama çok samimiyetle yaptığım işlerdi. Onlara inanıyordum. Resim yaparken, bazen size o resim canlı bir şeymiş gibi geliyor. Küçük bir odam var, orada resim yapıyorum. Evimi üç arkadaşımla paylaşıyorum. Ama kimse olmadığında, yalnız kalınca, sanki o resim canlıymış gibi geliyor. Öğrenciler serisinde öyle hissettim. Okulu bitirirken, son konum olarak yapmıştım. O seriye evde devam ettim. Okulda görebileceğim nokta oydu.”

* Siren Yayınları’nın harika blogu Sirenin Sesi, Nobel Edebiyat ödülünün yankılarından bahsetmiş:

“(…) Mesele ilginç, nereden başlasam bilemiyorum. Mo Yan’ın gerçek ismi Guan Moye, ancak kitaplarını Çince ‘Konuşma!’ anlamına gelen Mo Yan mahlasıyla yazıyor. Çin’in durumu malum; Yan da sansürden nasibini almış bir yazar, o açıdan mahlası anlamlı. Öte yandan Çin cephesinde ödülün yarattığı kakafoni büyük - daha evvel (2000) Nobel Edebiyat Ödülü alan Gao Xingjian politik baskılar sonucu Fransa’ya sığındığı için Çin tarafından reddediliyor ve dolayısıyla Mo Yan’ın zaferi Çin için bir ilk olarak kutlanıyor. Frankfurter Allgemeine’nin haberine göre Çinli sanatçı/aktivist Ai Weiwei, Mo Yan’ın ödülü almasına ateş püskürmüş ve kendisini hükümet yandaşı olmakla, muhaliflere yeterli destek vermemekle suçlamış, Kuzey Avrupa’dan Herta Müller ise, ‘Favorim kesinlikle o değildi,’ diyerek Yan’ın yandaşlarından olmadığını belirtmiş. Mo Yan’ın ödülü almasına sevinenler de azımsanacak gibi değil; örneğin Publishers Weekly, Yan hakkında şöyle diyor: ‘Çin’in bir Kafka’sı varsa, o kişi Mo Yan olabilir.’”

* Hürriyet’ten Kanat Atkaya, “içime işlemiş, kırık bir güzelliktir” diyerek, Ermeni yazar Hagop Mintzuri’nin “İstanbul Anıları 1897 – 1940” isimli kitabını okura tanıtmış:  

" (...) Mıntzuri, o berbat küçümseyici ifadeyle ‘yoksulluk edebiyatı’ yapmaz, yoksuldur ve kalemi vardır, o kadar. ‘…Çoğumuz köylüyüz ve kasabalıyız. Mezelerle büyümemişiz. Tahıl ve sebzedir yediklerimiz. Etsiz veya ender olarak etle pişmiş. Eğer pişmiş bir şeyimiz yoksa çay ve ekmekle doyarız, yahut salatalık ve ekmekle, üzüm ve ekmekle. Hatta kuru ekmek ve su ile. Çoğumuz Doğulu, Asyalıyız köken olarak. Yoksulluk kuşaklarından gelmişiz. Bu kadarla yetinmeyi biliriz hiç dırdırlanmadan…’

‘... Ayakkabılarımız da eskidir. Genellikle boyarız; iki, üç, dört yıl giyeriz bir ayakkabıyı… İyice eskiyip veya delindiklerinde ikinci bir taban çektiririz birincisinin üstüne. Biraz daha ağırlaşmış olsa da daha o gün ayaklarımız alışır buna. Koyunun kuyruğu kendisine yük değildir, severek götürür…’”

* Habertürk’ten Elif Key, gayet cüretkâr bir yazıda, “anne terörü”nden bahsetmiş. İçimin yağlarını eriten bu yazı çok tepki çekecektir.

“(…) Aklı başında, sağduyulu, sakin büyütülen çocuklara, ileride sizin gibi ‘proje anneler’ tarafından büyütülen çocukların ağır mobbing uygulayacağını bugünden görüyoruz.”

Yukarıda gördüğünüz, Hollanda gazetesi Volkskrant'ın haftasonu dergisinin kapağı. NW isimli kitabını henüz yayımlayan Zadie Smith, kapaktan 'sadece yetenek yetmez' diyor. 

zamanım yok

O kadar hızlı geçiyorlar ki kaldırımlardan. Omuzları düşük, başları öne eğik, rüzgârlı virgüller. İki nokta arasının doyumsuz seyyahları. Ak...