küçük korku dükkânı

Bir İspanyol bir hikâye anlatıyorsa mutlaka dinleyin. İyi anlatır, sizi de içine çeker. Son zamanlarda en benimsediğim kahraman Alma da, bir İspanyol'un, Rodrigo Blaas'ın elinden çıkma. Çizgiye zaten diyecek yok, müzik muazzam, hikâye usta işi, Alma'ın kapıya kartopu fırlattığı sahneyse paha biçilemez.


bıçak coşkuyla yükselir


Italo Calvino’dan kitap açacağının verdiği hazlar üzerine güzelleme:

Bir kitap açacağının yaşatacağı hazlar dokunsal, işitsel, görsel ve özellikle zihinseldir. Okumanın öncesinde, kitabın soyut bütünlüğüne ulaşmak için somut bütünlüğünü aşmak adına yapılan bir hareket vardır. Alt köşeden sayfaların arasına giren bıçak coşkuyla yükselir, birbiri ardına kenetlenmiş lifleri ardı ardına biçerek yükseldiğinde düşey bir kesik atar –iyi yürekli kâğıt, bu ilk ziyaretçiyi şen ve dostane bir hışırtıyla kabul eder çünkü bu rüzgârın ya da bakışların çevireceği sayfaların müjdesi niteliğini taşımaktadır-; en büyük direnişi, hele ki çift sıraysa yatay kat gösterir çünkü gerisingeriye pek de çevik olmayan bir hareket ister, işte bu noktada derinden gelen notaların boğuk sesi duyulur. Kâğıtların kenarı dokunun paralanmasıyla yırtılır; ‘bukle’ denen incecikten bir talaş kopar, bunun, denizin kumla birleştiği noktada oluşan köpük kadar nazenin bir görüntüsü vardır. Sayfalar barikatını kılıç darbesiyle yararak açmak, sözcüğün içinde barındırdığı ve gizlediği düşünceyle yüz yüze gelmeni sağlıyor: Sık bir ormana dalmışçasına okumanın içinde ilerliyorsun. (I. Calvino / Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu / YKY / Çev. Eren Yücesan Cendey)

biz de zeki müren'i görecek miyiz?


Dergi kapağı yukarıda duruyor işte. Steven Soderbergh son filminde (Behind The Candelabra), şov dünyasının görüp göreceği en renkli isimlerden Amerikan müzisyen ve şarkıcı Liberace’yi anlatmış. Yakında daha sık konuşulacaktır. Ama benim derdim başka. Filmden haberdar olduğumda, aklıma, -evet Liberace’nin hep kıyaslandığı üzere- Zeki Müren düştü.

Zeki Müren öleli 15 yıl oluyor. Ne beyaz perdede ne de televizyonda ona dair bir iz yok. Filmi yapılmadı Müren’in. Oysa ne çok seviyoruz onu. Oysa, söylemeye gerek var mı, Liberace’den kat kat daha yetenekli, daha eksantrik. Hayat öyküsü bir değil beş filmi taşıyacak kadar zengin.

Ama yok işte. Bir Zeki Müren filmi yok. Her gün bir şekilde ondan bahsettiğimiz halde, yok.

Dün Robinson Crusoe Kitabevi’nde çalışan arkadaşım Seda (Ateş), yabancı dilde bir biyografisinin de olmadığını söyledi. Turistler sürekli soruyormuş.

Aslında Türkçe’de de dişe dokunur bir biyografi yok. Halbuki üzerinde çalışılsa, tanıklıklarıyla, sansasyonuyla, dönemin perde arkasıyla memleketi sallayacak bir kitap çıkar. Sallaması da mühim değil. Okusak, üzerine konuşsak, anlasak, anlatsak yeter.

Tuhaf bir memleketiz. Gelmiş geçmiş en büyük starımıza dair film çekmemişiz, kitap yazmamışız. Sadece Zeki Müren mi? Daha birkaç gün evvel ‘babamız’ diye uğurladığımız Müslüm Gürses’e dair ne var biyografi namına? Kaybettiğimiz diğer isimlere dair ne var?

Birisini hayatını okumak için ölmüş olması da gerekmez. Sezen Aksu, Orhan Gencebay, İbrahim Tatlıses, Tarkan… Bu isimleri onla, yüzle çarpın. İyi kötü, Türkiye’ye damga vurmuş, anıt gibi insanlar. Kayda değer ne okuduk? Magazin röportajlarından başka ne biliyoruz? Kendileri yazmadı. Başkaları da onlar hakkında yazmıyor (biyografi yazarlığı sanırım ikinci sınıf bir iş olarak görülüyor bizde.) Piyasada bu isimlerle ilgili birkaç kitap olduğunu biliyorum; biyografi gibi biyografiden bahsediyorum ama. Tanıklıklarıyla, dipnotuyla, tartışmasıyla…

Toplumsal tahlilleri ayrı tutuyorum. Çünkü, az da olsa, onlara örnek mevcut. Üniversitedeki sosyoloji derslerinde Ayhan Aktar, Can Kozanoğlu’nun Cilalı İmaj Devri kitabındaki bir makaleyi illa ki okuturdu (“Her Yola Gelen Karizmatik Amele” başlığıyla İbrahim Tatlıses üzerine.) Aynı kitapta Orhan Gencebay, Ahmet Kaya, Sezen Aksu üzerinden de memleket tahlilleri var. O kadar işe yaramıştı ki... Size de şiddetle öneririm, kafa açar. Ama yine de kastım bu değil. Dolaysız anılardan bahsediyorum.
.
Liberace’den nerelere geldik. En başa dönelim madem. Dün Kaya Genç yazmıştı. Yönetmen Soderbergh, Liberace filmi için beş milyon dolar bulamadığını söylemiş. Büyük stüdyolar bu parayı karşılayacak bilet satılmayacağını düşünüyormuş. 

Zeki Müren için? Türkiye yıkılır, o kadar diyeyim.

harita

Herengracht... Birisi bankın üzerine, bir boş kutu kola bir de dörde katlanmış şehir haritası bırakmış. Artık buradan ne kadar sıkıldıysa... Haritayı aldım. İşaretlediği, hiç bilmediğim yerler vardı.

on iki milyon kere maşallah


Sevgili Bülent Timurlenk'in futbol ve hayat üzerine yazdığı blog Aceto Balsamico, hiçbir şey yapmadıysa, memlekettteki blog alemine saygınlık kazandırdı. Hem okur, hem hevesli yazar üretti. Hep iyi yazdı, iyi yazıyor. Aceto Balsamico'nun 12 milyon tık'ı aşması üzerine GQ Türkiye için Timurlenk'le bir mini röportaj yapmıştım (Şubat 2013.) Orada yer darlığından söylediklerini birazcık makaslamak zorunda kalmıştım. Önemlidir, orijinal halini, sözü sadece Timurlenk'e bırakarak buraya alıyorum.



* Yazmak aslında her zaman en kolayıydı. Fakat nereye? Yazan iyi bilir bunu, bir fikir kafanda oluşur, ellerin klavyeye gidip o yazı yazılmazsa artık bir karın ağrısıdır. Ağrıya son veren de ağrı kesici değil yazının son noktası. Dergicilik yaparken başladım,” outtake” yazılarım, fikirlerimle. Spor sayfalarında futbolun Edirne’den ötesi sınırlı yer bulur. Takip ettiğim yabancı medyadan bazen bir olay, bazen bir isim ilham kaynağı oldu yazılara. Bir gazeteci için blog yazmak kendi oyun parkını yaratmak gibi. Parka uğrayanlar senin oyuncaklarınla eğleniyorsa ne ala...



* Düzenli olarak blog okumam, her ay dergi almak gibi değil bu. Lakin aradığım bilgiyi blogda bulduğum zaman doğruluğundan emin olmasam bile samimi bulurum. Blog yazanın dili medyadan farklıdır. O özgürlüğü hissedersin. Özellikle yabancı bloglarda konuya hakim birinin kalemi olduğunu farkedersin. Yaşadıklarını, deneyimlerini aktarırlar sana. Bizde özgün moda blogu yok mesela. Hepsi  kopyala-yapıştır. Seyahat izlenimleri, medyanın klasik köşeleyenlerinden farklı bakış açıları, kuralları bile bizde bilinmeyen sporlar hakkında yazanların klavyesine sağlık. G-string’nin rengini yazan “cesur” sosyal medya fenomenlerini de blog dünyasının “Uçurum”u... “Uzak durmak lazım” derim...

* Altı yıldır ağırlıklı olarak futbol yazıyorum. Gazete ve internet sitelerinde neyi bulamadılarsa sanırım onu buldular blogda. Dilin samimiyeti okuyucuyla aranda bir bağ kurar. Fikrine katılır ya da katılmaz ama dilin samimiyetine güvenir okuyan. İspanyol ve İtalyan medyasını düzenli takip eden medya olmadığından, haberleri ilk yazan ben oldum uzun süre.  En önemlisi ve beni en mutlu eden de bilginin doğruluğu hiç tartışılmadı acetobalsamico blog için. Bir gazeteci için en büyük iltifat “O yazdıysa doğrudur” dur...

* Türkiye, sporsever insanlarla dolu bir ülke değil. Spor yapmıyoruz, yapacak yerimiz de yok zaten. Adale ağrısının ne olduğunu bilmeyenlerin stadyumda, salonda küfür etmesi kimi şaşırtıyor ki? Lakin spor izlemeyi seven bir toplumuz. Medya da izlenen sporun, futbolun peşinde. Çok satan, bizi ayakta tutuyor. Spor medyasında eskiler kendilerini yenileyemedi, yeniler ise yer bulmakta zorlanıyor. Orta kuşak ise tembel. İki haber yazanın, haftada bir köşeyle, bir röportajla yorulanı çok medyanın. Üretmiyoruz. Blog yazması gereken, anlatacak hikayesi, paylaşacak bilgisi olan çok insan var medyada ama sorsan hepsi “Çok yoğun...” Herkes hayatı “meşgule” alıyor oysa ki o içten “Alo” yu duymak isteyen milyonlar var...

tanrının diğer eli

Arjantinliler hınzır. Ülkenin önde gelen spor gazetelerinden Ole, hemşehrileri Kardinal Bergoglio papa seçilince, halden vazife çıkarıp manşeti patlattı: Tanrı'nın Diğer Eli. Eh, Maradona'nın İngiltere'ye eliyle attığı golün ardından "O benim değil Tanrı'nın eliydi" demesini hatırlıyorsunuzdur.

Francis adını seçen Cizvit rahibi yeni Papa'nın sosyal yönünün ağır bastığı, makamının ayrıcalıklarını kullanmaktan hazzetmediği, otobüse bindiği, halkın Kilise'ye gelmesini beklemeyip bizzat onların ayaklarına gittiği çok yazıldı. Geçmişindeki gri bölge hakkında da konuşuldu elbette. Cunta döneminde iktidardaki generallerle işbirliğine gittiği, Kilise'nin cunta karşıtı mensuplarını yönetime ihbar ettiği iddia ediliyor.

Bu iddialar arasında bir tanesi çok keskin, atlamamak gerek. Arjantin'in önemli gazetecilerinden Horacio Verbitsky, yıllardır Kardinal Bergoglio'nun geçmişini didikliyor. Gazeteci, cunta döneminde taşradaki Cizvitlerin başındaki Bergoglio'nun izlerini sürmüş, hatta doğrudan kendisiyle de konuşmuş. Buldukları arasında özellikle bir konu çok tartışılır. Verbitsky, Vatikan'daki seçimin hemen ardından, insan hakları üzerine çalışan internet sitesi Democracy Now'a verdiği röportajda, yeni Papa'nın, sol eğilimli iki Cizvit rahibi Cuntacılara ihbar ettiğini (sonradan sorgudan geçirilip, işkenceye maruz kalıyorlar) onların tanıklığıyla aktarıyordu.

Bu önemli röportajı buradan okuyabilirsiniz. Konu tartışmaya açık. Ama bir iddia var ki, kan dondurucu. İşkenceden geçen rahiplerden biri, Bergoglio'nun da sorguya katılmış olabileceğini söylemiş Verbitsky'ye. Sorgu sırasında üst düzey teolojik meselelere girilmiş.

Doğruysa, Engizisyon'dan ne farkı var?

Not 1: Aynı röportajda Verbinsky, Papa hakkında tam aksi yönde tezlerin de var olduğunu, yani Papa'nın aslında Cunta'ya karşı durduğu yönündeki duyumlarını da anlatıyor. Mesele karışık yani.

Not 2: Söz konusu rahiplerden biri Bergoglio'yu affettiğini ve konuyu kapattığını söylüyor. Burada.




ay sarayında