beni bu tatlı sözlerle kandıramazsın



Milli İstihbarat Ajansı yöneticisi yalan söylüyor. Siber Komuta Merkezi yöneticisi yalan söylüyor. Başkan yalan söylüyor.

Senato'ya yalan söylüyorlar. Gazetecilere yalan söylüyorlar. Vatandaşlara yalan söylüyorlar. Fark etmiyor. Vatandaşları hakkında bilgi toplamadıklarını ya az az topladıklarını, gerekmedikçe bu işe girmediklerini, bazen de sadece 'kötü adamlar' hakkında malumat derdine düştüklerini anlatıyorlar. Yalan.

Devlet sıkıştığında yalan söyler. Rutini bu, şaşırmaya gerek yok.

Benim ilgi duyduğum kâr amacı gütmeyen, bağımsız, araştırmacı gazetecilik kuruluşu ProPublica'nın basit taktiği. Söz söyleyenleri art arda sıralamış, yalanları işaret etmiş, ardından da gerçekleri yazmış. Beşer onar saniyelik görüntüler, üç beş cümle yazı. Sonra da daha fazlasını bilmek isteyen okuru/seyirciyi linke yolluyor (ki daha da okumak isteği bu noktada karşı konulmaz bir hâl alıyor.)

Hepsi bu kadar. En ağır, en teknik, en sıkıcı dosyaları yazan bir kuruluştan basit bir çözüm. Cesur olduktan sonra, uygulaması da hiç zor değil.

PS: Bir umudum devletin bulabildiği her bilgi kırıntısını toplaması. Toplasın, yedeklesin, biriktirsin bir kenarda. İşlenemeyecek kadar çoğalsın bilgiler. Ben gereğinden fazla bilgi topladığımda, haberi yazamıyorum.

  

tuhaf günler

Aşağıdakiler memleket basınında gördüğüm, bana tuhaf gelen hikâyeler.  Tam tarihleri not etmeyi unutmuşum ama son on günden diyebilirim. Özellikle ilk baştaki Gökçer Tahincioğlu haberi muazzam. 


                                                                       Milliyet


                                                                         Hürriyet

                                                                       Habertürk


                                                                           Hürriyet



                                                                         Milliyet
Habertürk 

Miliyet

ışık biraz daha ışık

Borrowed Light from Olivia Huynh on Vimeo.

Güne başlamak için, günü kapatmak için. Işık biraz ışık...

Ne zamandır ihmal etmişim kısa animasyonları. Biraz daha peşlerine düşeyim.

Terk edilmiş bir gözlemevinin son sakini, şehirlilere bir güzelliği hatırlatmak ister ve olaylar gelişir. Geliştiren Olivia Huynh isimli genç bir sanatçı.  Sade, sürprizli, sokulgan bir animasyon... Orijinal ismi Borrowed Light (Ödünç Işık).

alternatif bir sıkıntımız var

Bugün Milliyet'ten Can Dündar'ı kovdular.

O da oturup nasıl kovulduğunu ve şimdi neler hissettiğini yazdı. Bunu nerede yayımlatırım diye aranmasına da gerek yok, sonuçta kendi ismini taşıyan bir internet sitesi mevcut. Dündar da orada anlattı derdini.

Üzerinden muhtemelen dakikalar bile geçmemişken, Twitter'da bir Can Dündar bombardımanı başladı. Timeline'da birdenbire sayısız RT belirdi. Hepsi bir başka 'alternatif' haber sitesinden, hepsi de Dündar'ın açıklamaları, hepsi de doğal olarak birbirinin aynı.

Hiçbir site bu açıklamanın üzerine, bir iki sunuş satırından öte (üşenmediyse o da) bir şey koymamış, olduğu gibi kesip almış, yapıştırmış, sonra bir tweet halinde yayımlamış.

Çok basit bir soru: Niye okur doğrudan Dündar'ın sitesine yönlendirilmiyor?

Bütün mesele sıcak haberden tık almak. Dündar'ın istifasına kafası atan okuru kendi sitesine çekmek. Neye yarayacaksa...  Bugüne özgü bir mevzudan bahsetmiyorum. Hep aynı... Birisi bir haber yazıyor. Dakikalar içinde hoop bir başka sitede yayımlanıyor. Üstelik öyle alıntı falan da değil, haberin tamamı.

Tekrar edeyim. Bir muhabirin, bir blogger'ın veya bir köşe yazarının, 'emek' harcayarak ortaya koyduğu bir ürünün 'tamamı,' üzerinden daha beş dakika geçmeden, orijinal mecrasından başka bir yerde yayımlanıyor. İzin alınmadan yayımlanıyor. Bazen yazının sonuna (başına da değil) adet yerini bulsun diye orijinal link ekleniyor, hepsi bu kadar.

Yine tekrar ediyorum: İzin alınan durumlar haricinde, tamamı nakledilen bir yazının başına ya da sonuna link eklenmesi, o yazının tümünün başka bir siteden alınmış olma durumunu değiştirmez. Maksat alıntı yapmak değilse, makul uzunlukta bir parçadan hareketle başka bir analiz yapılmamışsa, kısaca orijinal bir eseri başka bir esere dönüştürecek bir çalışmaya rastlanmıyorsa, ortada ciddi bir sorun vardır.

Bugün çok kızılan Huffington Post bile, bir haberin sadece ilk paragraflarını kullanıp okuru orijinal siteye yolluyor. En azından hazırladığı kılıf bu.

Yani kimse kusura bakmasın ama bu hal için tek bir tanım var: Emek hırsızlığı. Dilerseniz, sadece hırsızlık da diyebilirsiniz. Kendini 'sol'da tanımlayanlar için emeğin bir kıymeti vardır diye altını çiziyorum sadece.

Bunlara alıştık artık, yine de üzülüyorum. Bu siteleri çoğunlukla, anaakım medyaya her gün sallayanlar, gerçek gazeteciliğin ancak alternatif medya'dan çıkacağını söyleyenler hazırlıyor.

Ama ne anladık biz bu işten?

Copy-paste tuşları anaakımda da var sonuçta.



ombudsman kovmak

Aklım almıyor halen. Bir gazete, kendisini eleştirdiği için ombudsmanını nasıl kovabilir? Bu nasıl bir cürettir?

Sabah'ın Yavuz Baydar'ı kovmasının sonuçları olacak. Unutulup gitmesin, bu, memleketin basın tarihine geçecek kadar büyük bir mesele. Nitekim uluslararası medyada da yankılar üretmeye başladı.

Cengiz Çandar, Radikal'deki dünkü yazısında şahsen tanıdığı bir gazetecinin, Guardian'ı geçmişte 20 yıl boyunca yönetmiş Peter Preston'un (Uluslararası Basın Enstitüsü'ne başkanlık etmişliği de var) bu konuya dair yorumlarına yer verdi. İnsan okuyunca üzülüyor.


"(...) Başbakan'a hayranlık duyan büyük bir Türk sanayicisiniz. Nitekim, onun damadını CEO'nuz yapmışsınız. Ve aynı zamanda İstanbul'da yayımlanan bir büyük gazetenin sahibi olmuşsunuz ve ciddiye alınmak istediğiniz için ülkenin en saygın gazetecilerinden birini ombudsmanınız yapmışsınız." 


O, editoryal özgürlük için, sizin dışa dönük ve görünür garantörünüz. Ama bir süre sonra, çok sayıda hayal kırıklığının ardından, New York Times'a bir makale yazıyor ve 'hükümetler ile medya şirketleri arasındaki kirli ittifaklar ve perde arkasındaki verdiğinden ve onların adam kayırmacılık ve iktidarın kötüye kullanılmasını irdelemelerini önlediğinden..' söz ediyor. 


Bundan sonra ne oluyor? Gazeteniz Sabah'ın genel yayın yönetmeni, ombudsmanı Yavuz Baydar'ı çağırıyor ve işten atıyor. Özgürlük oraya kadar. Ve eğer aramızda Başbakan Erdoğan'ı üzerlerindeki gizli baskıdan ötürü protesto eden Türk muhabirler ve yayın yönetmenlerinin abarttıklarını düşünen varsa, buna kuşku bırakmayacak durum ortaya çıkmış oldu. İddia kanıtlandı. Bu, ikinci-sınıf bir baskı bile değildir. Sadece aptallıktır (...) " 




en havalı gazeteciler

Taze papa Francis, bir Alitalia jetinde Brezilya'dan Vatikan'a beraberinde uçan gazetecilere sağlam sürpriz yaptı. Uçak Atlantik'in üzerinde seyrederken, yanlarına gitti ve tam 80 dakika (Vatikan ölçülerinde rekor) muhabbet etti. Üstelik Katolik dünyası için epey reformist sayılan o meşhur demeci de verdi: Bir insan gay'se ve Tanrı'yı arıyorsa, ben kimim ki onu yargılayayım.

Uçaktaki gazeteciler için pastadaki çilek tam da budur. Brezilya dönüşü umulmadık bir bonus... Guardian gazetesi de halden vazife çıkarmış; bu sürpriz uzunluktaki buluşmanın ardından, medyanın en 'havalı' işinin, yani devlet büyükleriyle uçakta söyleşmenin nasıl başladığına göz atmış.

Haberden öğrendiğimize göre, her şey zaten bir sürprizin sonucu. 'Making of the President' kitap serisinin efsane yazarı, gazeteci Theodore White, 1960'daki Wisconsin ön seçimlerinde kimsenin başarı göstereceğine ihtimal vermediği Kennedy'e eşlik etmek zorunda kalmış ve olaylar gelişmiş... İstikbaldeki başkanla havada saatlerce bir başına seyahat eden White, ilk kitap için gerekli malzemeyi böyle toplamış (İlginçtir, Temmuz başında ölen ünlü Beyaz Saray muhabiri Helen Thomas da zamanının 'esaslı' gazetecileri hep favori Nixon'un çevresinde dört döndüğü için Kennedy'e eşlik etmek zorunda kalmış, kariyeri de onun başkanlığa ulaşmasıyla sıçramıştı.)

Bugünkü durumu biliyorsunuz. Uçakta olmak bizde genel yayın müdürü düzeyinde bir sıkıntı. Biz fani gazeteciler endişe etmiyoruz ama onların uykularının "acaba başbakan, cumhurbaşkanı vs. Çin'e uçarken beni de davet eder mi" diye kaçtığı vakidir. Hele bugünlerde... Uçakta söyleneceklerin haber değeri pek yok da, devlet büyükleri medyaya nizamı bu davetlerle veriyor. Bir gazetenin temsilcisi uçağa alınmıyorsa, mesaj verilmiş oluyor. Neyse, karışık işler, girip de tadımızı bozmayalım.

Dönelim Guardian'ın haberine. Yazar, devlet adamlarıyla bindiği uçaklarda dönen geyiği de (hep haber haber, nereye kadar tabii) ufaktan anlatmış. Bir tanesi çok iyi. Zamanında BBC'nin siyaset muhabirliğini yürüten, son zamanlarda da ünlü televizyon şovu Strictly Come Dancing'le tanınan John Sergeant'tan gelsin... Gazetecilere, Başbakan John Major'un birazdan aralarına katılacağı anons edilince, Sergeant'ın "film bitene kadar bekleyemez mi" dediği söyleniyor.

Gerçekten dediyse, kalbimi kazandı.

Yukarıdaki fotoğraf, Cumhurbaşkanı Gül'ün ABD gezisinden. Sene 2008. Kareye girenler soldan sağa: Milliyet Genel Yayın Müdürü Sedat Ergin, Vatan Genel Yayın Müdürü Tayfun Devecioğlu, Star Genel Yayın Müdürü Mustafa Karaalioğlu, Zaman Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı, Sabah Genel Yayın Müdürü Ergun Babahan ve Hürriyet Ankara Temsilcisi Enis Berberoğlu. Medyada tablonun beş senede ne kadar değiştiğini buradan anlayın. Fotoğrafı da cumhurbaşkanlığı danışmanlığını halen yürütmekte olan Ahmet Sever çekmiş. 

Aşağıdaki fotoğraf Papa'nın uçağından 

Guardian'ın haberi için buraya


billie holiday neden tek başınayken dinlenmez?



Müzik eleştirmeni John Bush zamanında Billie Holiday için "Amerikan vokalistlerin şarkı söyleme biçimini sonsuza dek değiştirdi" demiş. İddialı laf, ama konu Strange Fruit'i, God Bless the Child'i, Good Morning Heartache'i söyleyen kadın olunca cuk diye oturuyor.

Kimin ne zaman doğduğunun, ne zaman öldüğünün notunu tutan biri değilim. Ama Amerikan romancı Darryl Pinckney'in New York Review of Books'ta geçen hafta yayımlanan anma yazısında gördüm; 17 Temmuz 1959'da henüz 44 yaşındayken ölmüş Holiday. Söyleyecek daha çok şarkısı varken... Aradan çok zaman geçmiş ama iyi ki yazmış Pinckney. Yoksa Holiday'e çok yakışan şu satırlardan mahrum kalırdık:

"(...) Lizzie tek başınıza opera dinleyebileceğinizi, ama cazın bazı türlerini yalnızken dinlemenin mümkün olmadığını söylerdi. Örneğin, Billie Holiday çalarken, yanınızda birisinin olması gerekir. Yoksa kendinizi öldürebilirsiniz. Ama yanlış kişiyle dinliyorsanız, yine vurabilirsiniz kendinizi. Bu durumda bir başkasını bulun."

Yukarıda, Good Morning Heartache var, aşağıda God Bless the Child  ... Hadi ikincisi o kadar kanırtmaz ama ilkinde aman diyeyim... Birini bulmanızı istemek de anlamsız, Good Morning Heartache kadar şahsi şarkı azdır. Neyse, başınızın çaresine bakarsınız.

ay sarayında