konsantrasyon


Dino Bey’den biliyorum; beş-altı yaşındaki çocuklara okulda tüm görevler veya uğraşlar on beşer dakikadan veriliyor. Çocuktan bir uğraşa on beş dakika konsantre olması bekleniyor. Vakit varsa, elindekiyle daha fazla uğraşabilir. Ama altına düşmemesi bekleniyor. Zorlandıkları oluyor; neticede zihinleri farklı çalışıyor, uyaran çok. Eh, bir de çocuk bunlar!


Ama o on beş dakika… Ben iş baskısının kendini fazladan dayatmadığı sıradan bir günde, biz yetişkinlerin herhangi bir konu, iş, uğraş üzerinde on beş dakika kesintisiz konsantre olabileceğini pek sanmıyorum. Film izlerken, kitap okurken bile zihnimiz farklı yerlerde geziyor. Çalışırken, yürürken, seyahat ederken… Hep kendi zihnimizin dışındayız. Bugün piyasada en kıymetli şey zamanımızdır, dikkatimizdir ifadeleri yeni değil. Ama sanırım artık bu dikkat, ona talip olan herhangi biri için değil bizzat kendimiz için de fazlasıyla kıymetli.


Çocukların on beş dakikası bize lüks artık. Dikkat ve konsantrasyon bizim için hayatiydi. Şimdi değilmiş gibi davranıyoruz. Ama nasıl yapacağız, ne kadar yapacağız elimizde bunlar olmadan?


*

Resim, Edward Hopper'ın

leoparın evinde

Dino Bey’in havuzundan ‘önlemleri sıkılaştırdık’ maili geldi. “Kapıda QR kodu bir de kimlik soracağız, personelimize ne olur zorluk çıkarmayın, kuralı biz koymadık ama uygulamak zorundayız.”

Bu notu yazmak zorunda hissediyorlar. Çünkü illa kızıp köpüren, hatta hakaret eden birileri çıkıyor. Çünkü asabı bozulmuş birçok insan, asap bozmayı görev sayıyor.


Sıra olur diye, havuza biraz erken gittik bu defa. Ağırkanlı Hollandalılar, bürokrasi işi oldu mu insanı canından bezdirir. Kimse gelmemişti. 


QR kodumuza bakmak için birisi girişte belirdi. Olabilecek en tatlı eleman; altmış yaşlarında, dünyanın en güler yüzlü adamı… Çıkışmak da kızmak da mümkün değil. Kimliğimize bakmak yerine doğrudan doğum tarihimizi sordu. “Bu taktiği geliştirdim, afallayan olursa içeri almam” deyip güldü. Henüz afallayan olmamış. Olursa ne yapacağı konusunda bir fikri var mıydı acaba? Gözlerinin içi o kadar gülüyordu ki anlayamadım.


“Kuyruk olur diye erken geldik” dedim. “Burada olmadı ama geçen Arnhem’de maçta sağlam bir kuyruğa girdim” diye cevap verdi. 


Arnhem’de bildiğim Vitesse kulübü var. “Ajax taraftarı mısınız Vitesse taraftarı mı” diye sordum.


“İkisi de değil. Feyenoord’luyum ben.” Gülüverdi yine. “Gururlu bir Rotterdamlıyım.” Biraz durup düşündü, arayıp buldu: “Leoparın evinde bir antilop.” Tanımından da memnun ve gururluydu.


“An Englishman in New York” diye ekledim. “Bak o da olur” deyip güldü yine.


Selamlaşıp ayrıldık. Yeni gelen gruba yöneldi neşeyle. O gün kimsenin ona zorluk çıkardığını, hiddetlendiğini sanmıyorum. Hem sıkıntı çıksa bile leoparın evinde yaşamaya alışmış bir antilopa kim ne yapabilir? 


Fotoğraf: Feyenoord'un stadı 'de Kuip'in ışık kulesi...

dünden sonra yarından önce


Yıllar sonra insanlar birbirine soracak. Japonya’da geçen bir dizi vardı. Geceyarısından sonra da açık bir dükkânı anlatıyordu… Neydi adı? Seyretmiş olanlar birbirlerine bir adım daha yaklaşacak. Bugün olduğu gibi. 

güliver kompleksi


“Güliver kompleksi. Kendini ölçüye vurabilmek. Mağdurluk numarasına yatmadan, mazoşizm şehvetine yaslanmadan gerçek hüviyetini tespit edebilmek. Aşağı yukarı elli yıldır yazıyorum. Kalktığım nokta ile bulunduğum nokta arasındaki mesafeyi nasıl ölçeceğim, ben ölçemezsem, muhayyel tenkitçi ne halt edecek?"

Cemil Meriç, Jurnal, 26.10.1980


aynı kırlangıç

Yazdan kalan:

Her gün bir kırlangıç giriyor içeri. Aynı kırlangıç mı? Öyle olduğunu hayal ediyorum. Hem olmasa da ne çıkar? İnsan sevdiklerini hep birbirine benzetir. Gönülden gönüle yol gizlidir. 

Resim, Utagawa Hiroshige

hayat, evren ve her şey

Yüce Han oyunla özdeşleşmeye çalışıyordu: ama şimdi de oyunun amacına akıl erdiremiyordu. Her partinin sonu bir kazanç ya da kayıptır: ama neyin? Üzerine oynanan şey neydi? Şah mat noktasında, kazananın eliyle düşürülüp kenara itilen şahın ayakları dibinde bir hiç kalır: siyah ya da beyaz bir kare. Özlerine varabilmek için fetihlerini soyutlaya soyutlaya son işlemle yüz yüze gelmişti Kubilay: imparatorluğun binbir hazinesi son ve kesin fethin yalancı kılıflarıydı yalnızca; düzgün, cilalı bir tahta parçasıydı fethedilen. 


Ve Marco Polo konuştu: “Senin satranç tahtanda iki ağaç kullanılmış efendimiz: abanoz ve akağaç. Aydın bakışının ısrarla üzerinde durduğu bu parça bir ağaç gövdesinin kurak bir yılda büyüyen halkalarından kesilmiş: lifler nasıl dağılıyor görüyor musun? İşte şurada belli belirsiz bir düğüm fark ediliyor: erken bir ilkbahar günü bir tomurcuk fışkırmaya çalışmış besbelli, ama gecenin çiyi geri çekilmeye zorlamış onu.”


Yüce Han o ana dek yabancının Tatar dilinde kendisini bu kadar akıcı, bu kadar rahat ifade edebildiğini fark etmemişti, ama onu asıl şaşırtan bu değildi.  


“İşte daha iri bir delik: belki de bir kurtçuğun yuvasıydı bu; tahtakurdunun olamaz, çünkü doğduğu andan başlayarak durmadan oyardı ağacı o, yapraklarını kemirerek ağacın kesime ayrılmasına neden olan bir tırtılın yuvası olmalı… Daha çıkıntılı komşu kareye tam bitişsin diye bu kenarı hafifçe yontulmuş marangoz keskisiyle…”


Boş ve düzgün bir tahta parçasında okunabilecek şeylerin kalabalığında boğuluyordu Kubilay; Polo konuşmayı, abanoz ormanlarına, nehirleri bir uçtan bir uca geçen kütük yüklü sallara, rıhtımlara, penceredeki kadınlara vardırmıştı bile…


Italo Calvino, Görünmez Kentler (Çeviren: Işıl Saatçıoğlu)


PS: Eğer erken değilse, azıcık gecikmeyle...

biri böler biri seçer

Yeni bir kitap üzerine yapılmış gazete röportajında karşıma çıkan gündelik bilgelik… ‘Mijn Leraar Verteelde Eens...’ (Öğretmenim Bir Defa Demişti ki) isimli kitap öğretmenlerden alınan hayat dersleri üzerine. Kitabın yazarı Jaap Toorenaar, kendi öğretmeninden aldığı hoş bir dersi aktarıyor: 

 “Öğretmenimiz bir defasında ölüm döşeğindeki çiftçinin karşılaştığı bir problemi anlatmıştı. Çiftçinin iki oğlu var, ne yaparsa yapsın eşit bölünemeyecek bir de arsası. Kimseyi üzmeden bu arsayı iki oğluna nasıl miras bırakacak? Sıkı bir problem. Çözümü de şu: Büyük oğul arsayı ikiye bölen çizgiyi çekecek, küçük oğul da iki parçadan birini seçecek.”


Buralarda bu hikâyeden türeyen “seç veya böl” diye bir laf da varmış; bilmiyordum. Bu güzel kıssayı bu öğretmenden yıllar sonra ben de öğrenmiş oldum. Hayatın her alanında kullanılacak nefis bir çözüm. Şimdilerde ‘kutuplaşma’ üzerine çok okudum, çok çalıştım; belki o yüzden fazladan hoşuma gitmiştir. 


Bugünün hissesi olsun. 


Resim: William H. Johnson (1942)

ay sarayında