Yıllar önceydi. Amsterdam’da Spui Meydanı’nda bir kafede, yedi göbek Amsterdamlı* bir arkadaşımla oturmuş çene çalıyorduk. Kahvesini içerken, “Beni buraya ilk babam getirdi” dedi; “babamı da babası getirmiş.” Çocuğu olursa, arkadaşım da onu getirecekti. O çocuğun da zinciri devam ettireceğine şüphe yok.
Aile saadeti, bağlar, gelenekler bir yana, bu zinciri mümkün kılan bir unsur var: Amsterdam değişmiyor!
En azından ‘büyük harfle’ değişmiyor. Kendini yenilemeden, insanlarının yeni hayatına adapte olmadan yaşamak bir şehir için de olası değil elbette. Ama kendi kalarak, kendini koruyarak dönüşmesi mümkün. Üstelik bu hal insanlarına da iyi geliyor.
Anne babanızla aynı okula gitmenin, aynı sokaklarda dolaşmanın, aynı kafede barda takılmanın, evet, insana iyi gelen bir tarafı var. Bildik bir şarkıyı dinlerken huzur bulmak, hatta onu yıllandıkça daha da sevmek gibi.
Bizim hiç alışık olmadığımız bir hal bu… Çünkü başta İstanbul, şehirlerimiz, aidiyet hissini bizden aldı. İktidarıyla sermaye sınıfıyla şehrin hâkimleri, bağlarımızın üzerinden dozerle geçtiler. Bir yıl sonra uğradığınız bir sokağı tanımanız bile mümkün değil bazen.
Dört yıl sonra döndüğüm Amsterdam’ı, bıraktığım gibi buldum oysa. Hiç değişmemiş. Benim gibi burada ancak birkaç yıl yaşamış birinin bile anılarına saygı göstermiş bu şehir. Birkaç dükkânın haricinde her şey aynı. Bir de yağmuru elbette.
İnsan yaşlandıkça muhafazakârlaşıyor belki. Her şeyin aynı kalmasını istemek belki de dünyanın ritmine ve gidişatına haksızlık etmektir. Ama bu çağda, bu delice değişimden böylesine yorulmuşken, bir eski sokak lambasını, bir sıradan bankı bıraktığınız gibi bulunca, eski bir dostunuza rastlamışsınız gibi geliyor. Geçmişten bugüne salınmış bir çapa…
* ‘Yedi göbek Amsterdamlı’ yazınca tuhaf geldi, sanki bu ifade sadece İstanbul’a aitmiş gibi.
PS: Fotoğraf yedi yıl önceden geliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Sen ne dersin?