çarşıda dükkânım olsa


Keman tamircisi… Çarşının ortasındaki dükkânının önünden her geçtiğimde, evvela keman gövdelerinin, burguların, köprülerin, tellerin, arşelerin alelade saçıldığı vitrine bakıyorum. Sonra da ona. Masasında yatan bir enstrümana eğilmiş oluyor yine. Elinde zımpara ya da küçük bir keski. Bazen, kaçamak içeriye baktığım o kısacık anda, kulağını bir kemana dayamış, ufacık bir sesi, yankıyı yakalamaya çalışırken görüyorum onu. Ya da çalışmıyor; oturmuş huzur içinde kahvesini içiyor.

Amsterdam’da, İstanbul’da, dünyanın her yerinde böyledir, değişmez. Enstrüman yapanlara, tamir edenlere, ince bir işle, bir zanaatla uğraşanlara bu huzur atfedilir. Onlara baktıkça gönlümüz genişler. Ama zihnimiz haince çalışmaya başlar. Sergiledikleri hüneri, özeni, hatta yaptıkları işin kendisini kıskanırız. Uğraştıkları enstrüman her neyse içimizden okşarız onu. “Keşke” deriz. “Şöyle sessiz sakin, huzur dolu bir işim olsaydı.” Niyeyse o beceriye sahip olmadığımız gelmez aklımıza. Doktorlara mühendislere, otomobil tamircilerine, bilgisayar programcılarına “Sizin de işiniz çok zormuş” deriz de bu dingin işleri kıvırabileceğimizi sanırız.

Bir yandan da bu işten ne kazanıldığını düşünürüz. Gelirinin tatmin edip etmediğini...

Çok acayip, dünyada her sene ancak beş tane üretilen bir kemanı falan tamir etmiyorlarsa ya da onu zaten kendileri üretmiyorlarsa ne kazanır ki bu insanlar? Gerçekten huzur mu kazançları? Bizim onlara gıpta etmemiz, içimizin gitmesi dahil mi bu huzura? Hatta arttırıyor mu onu? Yoksa kazanç zaten o mu? Dükkânların çevresinde sükûnetten, tatlılıktan, kalenderlikten bir hale mi yaratıyoruz? Bizler, bakanlar, oradan geçenler…

Şehrin ortasında bir dükkân tutsam diyorum. İçinde basit bir masa. Onun da üstünde bir laptop… (Daktilo olsa daha iyiydi tabii ama o da fazla göz boyamak olur artık, inandırıcı değil.) Öylece atılmış, orada 45 gün önce unutulmuş gibi duran ama aslında çok hesaplı birkaç kitap vitrinde (Bunlar için çok aday var ama mesela Ahmet Hamdi Tanpınar’dan ‘Huzur’ değil de ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü banko koyarım; bir iki de Jules Verne; sonrasını sonra düşünürüz). Tabii dağınık duran kâğıtlar, defterler, kalemler, mürekkep hokkaları, güzel güzel silgiler, açkılar... Karmakarışık bir vitrin. 

Dikkatli bakınca, içeride çalışan ben görünüyorum. 

Masama eğilmişim. Kamburum çıkmış. Düşünceli düşünceli bir şeyler yazıyorum. Yazıyorum yazıyorum yazıyorum. Gelip geçenler gıpta ediyor. “Ne sakin, ne huzurlu iş” diyorlar. “Keşke ben de” diyorlar. “Ne kazanıyor ki bu yazıcı esnafı” diyorlar. Huzurdan bir hale örüp dükkânın etrafına salıyorlar. Sağolsunlar. 

Ben yazmaya devam ediyorum. Düşünüyorum. Kahve içiyorum.

2 yorum:

  1. yazının ikinci paragrafının, üçüncü satırındaki ince işçiliklerle huzur bahsinde tanpınar ve saatleri ayarlama enstitüsü geldi benim de hemen aklıma. -zaten dördüncü paragrafta da siz zikretmişsiniz.-
    kitabı okurken hayri irdal’ın ustası nuri efendi’nin saat tamiri yaparkenki halleri nasıl gözümün önüne geldiyse, bu huzurlu işçilik bahsinde de aynısı oldu. yaşlıca, ak saçlı, ak sakallı, temiz yüzlü bir adam, dünyadan bağımsız, ruhu ve bedenibir olmuş vaziyette, masasının üstündeki saati bir doktorun ameliyat esnasındaki titizliğiyle tamir ediyor.
    ben küçük dükkanımdaki işimin ismini bilmiyorum ama şeklini biliyorum. seramikten yapılan bilimum eşyaların üzerine kafama estiğince şekiller, motifler çiziyorum. hem dükkanım da dört duvar arasında değil, açık bir alanda. yazın, tepesinde sadece çatı niyetine bir gölgeliğin olduğu kışın da en fazla, rüzgar ve soğuktan korunmak için şeffaf bir branda yahut camdan korunak. ben dünyayı, dünya beni görsün diye. kim bilir belki benim dükkanın etrafına da hale bırakan olur:)

    YanıtlaSil
  2. muhakkak bırakıyorlardır :)
    saatleri ayarlama enstitüsü olmadan olmaz. yanına bir de şule gürbüz kitabı koymaya karar verdim.
    selamlar

    YanıtlaSil

Sen ne dersin?

zamanım yok

O kadar hızlı geçiyorlar ki kaldırımlardan. Omuzları düşük, başları öne eğik, rüzgârlı virgüller. İki nokta arasının doyumsuz seyyahları. Ak...