istanbul havalimanı'ndan çok elektrik aldım

İstanbul Havalimanı’na olabilecek en zor saatte, sabaha karşı saat 3’te indim. Yolcuların da görevlilerin de gözünden uyku akıyordu. 

Yıllardır ‘büyük’, ‘çok büyük’, ‘en büyük’ tanımlamaları havada uçuşuyor. En fazla ne kadar büyük olabilir ki diye düşünüyordum. Pasaport kontrolüne varana dek yarım saat yürüyünce neden bahsedildiğini idrak ettim. Büyükmüş. Yorucuymuş.

O saatte aklın yarısı uçmuş olsa da bir iki soru insanı yine de oyalıyor: Neden yarım saat yürüyorum? Bu kadar zahmet çekeceksem büyüklüğün bana faydası ne?

“Dünyanın en büyüğü bizde” diye övünenler, elleri sırtları çanta doluyken yorulmuyor mu?


*
Onları bilmem ama birçok insan söyleniyordu. Görevliler de “Bizim elimizden de bir şey gelmiyor” der gibi anlayışla, biraz da mahzunca bakıyorlardı. Biz bu yolu her gün kaç defa yürüyoruz diye düşünüyorlardır.

Birkaç ‘havalı’ havaalanı arabasının bazı yolcuları, yürümesinler diye topladığını da söylemeli. Hiç yoktan iyidir.

Pasaportuma bakan polis o saatte bile sağolsun güleryüzlüydü. Ondan cesaret alarak, dış hatlardan iç hatlara nasıl geçileceğini sordum. Bilmiyormuş. Orada yeni görevlendirilmiş. Yan kabindeki memura sorup tarif etti. Üç aşağı beş yukarı… 

“Eh, nasıl olsa bulurum” diyordum; zaten biraz da iş olsun diye sormuştum. Ama hafiften telaşlı görünen bir grup orta yaşlı kadın bu konuyu daha ciddiye alıyor gibiydiler. Endişeliydiler. Aktarma yapacakları uçağa -kalkmasına daha epey vardı ama- vaktinde varacaklar mıydı?

Pasaport polisinin de tavsiyesiyle, onları yanıma kattım. Konuşa konuşa yürüdük. Avrupa’yı gezmiş gelmiş, şimdi evlerine varmaya çalışıyorlardı. Ankara, Avrupa’da bile bu kadar uzak görünmüyordu.

Mesele aslında basit. Tabela sıkıntısı. Yönlendirici tabelalar varla yok arasındaydı. Vardı, evet bir şey gösteriyordu; yoktu neyi gösterdiğini anlamıyorduk. Belki biz fazla uykuluyduk, olabilir. 

İyi de, ‘dünyanın en büyüğü’nün tabelaları da ‘en büyük’ olmaz mı? ‘Dünyanın en büyüğü’nde, şuradan şuraya şöyle gidersiniz ama isterseniz şöyle de gidersiniz, hatta bu mesafe şu kadar vaktinizi alır” denmez mi? 

‘En büyük’ iddiası taşımayanlarda bile var böylesi. Demek ki, bu bir iddiasızlık alameti; belki de iyi tabelalar havaalanına yakışmıyor.


Önümüze gelene sorduk. “İç hatlara nereden gideriz?” 

Döviz bürosunda çalışan eleman bilmiyordu. 

Ellerinde az sonra yerine çakacakları birer yön tabelası bulunan işçiler de bilmiyordu. 

Sormaktan usandık. Dümdüz devam ettik. Eğrisi doğrusuna denk geldi; aslında pek basit olan güzergâhı yürüdük, yolumuzu bulduk. Söyledim ya, uykuluyuz. 

Ama olsun. Gece gündüz uçak inecek oraya. Uykulusu, yaşlısı, yorgunu, çocuklusu… Bence büyüklük biraz da şu: Aklı en zayıf olanı da doğru yönlendirmek, takati en zayıf olanı az yormak.


*
İç Hatlar’a girmemle, sırtında “Bana Sor” yazan tişörtler giymiş görevlileri görmem bir oldu. Her yerdeydiler. İyi düşünülmüş bir uygulama. Ama soracak sorum kalmamıştı ki. Sonuçta yolumu da kendim bulmuştum. 

Vaktim vardı. Bir daha fırsatım olmaz deyip tüm terminali dolaşmaya karar verdim. Bir uçtan diğerine yürüyene kadar dermanım tükendi. Büyük derken ne kast edildiğini bir daha anladım.

Yorulmuştum. Yürümekten çok, tencere kazıntısı etkisi bırakan metalik çınlamadan yorulmuştum. Hiç bitmeyen, nefes aldığınız havaya bile dolan bir dıııııt dıt dıt. Nereden geldiğini (kapılardaki dedektörlerden) anladım ya, hazır etraf “Bana Sor” görevlisi kaynıyor, bir de onlara sorayım dedim. 

İlk sorduğum genç çınlama falan duymadığını söyledi. Yüzüme, münasebetsiz bir rüya anlatmışım gibi baktı. 

İkincisi, ki yaşça benden büyüktü ve çınlamayı duyuyordu. Dedektörler, dedi. “Kapı çok. Dedektör çok.” Sonra iştahla anlatmaya girişti. “Burada üç ayrı kural seti geçerli. Uluslararası sivil havacılık, Avrupa sivil havacılık, milli sivil havacılık… Güvenlik çok sıkı. O yüzden dedektörler iyi çalışıyor.”

“Valla, Allah yardımcınız olsun, çınlama fazla” dedim. 

“Ben alıştım, görevimiz” diye cevap verdi. İşini gerçekten ciddiye alan, iyiniyetli bir adamdı. Ne kadar sorsam, hevesle cevaplayacaktı. Yüzüme beklentiyle baktı. Maalesef başka sorum kalmamıştı.

Büyük büyük havalimanları yapacaklarına, şöyle insanlardan daha çok yetiştirip görevlendirseler ya, dedim kendi kendime.


*
Kontrolden geçtim; içeriye, büyük beyaz boşluklara; havaalanının açılışına yetişemeyen kapalı dükkânlar dünyasına yöneldim. Yarısı işleyen AVM’lerde, yanlış yayılmış, fazla dağılmış bir enerji vardır. Öyleydi. 

Enerji demişken… İnsan belki tenhada daha çok hissediyor. Havaalanı büyük, evet, sarfiyatı da büyük. Ben bu yüzden bu kadar elektrik aldığım bir yer daha hatırlamıyorum. Tablolar, göstergeler, panolar, akan yazılar, lambalar… Işıl ışıl, yoğun, bembeyaz…  

Pistini, konumunu bilmem; uzman değilim. Benim uzmanlık alanım, hepimizin ortak bilgisi: Seyahat etmek. Herhangi bir havaalanına inmiş sıradan ve uykusuz bir yolcu olarak ‘içeriden’ izlenimim bunlar. 

İster istemez soruyor insan. Her şeyin, hep beraber, sorunsuz çalıştığı, yolcunun ‘büyüklük’ dezavantajı yaşamadığı bir havalaanı daha makbul değil midir?

Ve nihayet bir başka konu daha akla geliyor. Büyük adliye sarayı, büyük başkanlık konutu, büyük havaalanı… Boyutla ne göstermeye çalışıyoruz?

2 yorum:

  1. senin o her zamanki muzip anlatımın yok, yazıdan bile yorgunluk akıyor. Ben Sabiha"dan bilet bakmaya basliyorum :)

    YanıtlaSil
  2. yoruldum sahi :) sabiha'dan da her yere gidilmiyor ama, o ne olacak?

    YanıtlaSil

Sen ne dersin?

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...