takalar geçiyor yükle yürekle / takalar geçiyor emekle dolu / günlük güneşlik kıyılarda kopmuş / denizlerde Anadolu
çok uzakta bir ülke
beş saniye
Bir film seyretmeye gitmiş, orada da aşık olmuş işte. Ekranda beş saniyeliğine gördüğü çocuğa… Eski zaman; internet yok, sosyal medya yok, soracak kimse yok. Kimseye sorası da yok. O çocuğu kendine saklamış. Ama ne zaman bir Fransız filmi gelse koşa koşa seyretmeye gitmiş. Belki bir daha görürüm diye… Görememiş ama kaderin cilvesi işte, gitgide bir sinefil olmuş. Godard’ı bana o anlattı. Truffaut’yu pek sevmez ama onu da anlattı. En sevdiği Varda’yı da. Çocuğu hangi filmde gördüğünü söylemedi ama benim bir tahminim var. 
evrenin hiçbir parçası tek başına değil
![]() |
Ursula K. Le Guin - 'Late in the Day'in önsözünden
yeni usul
Yayıncılığın birçok alanında bulundum. Gazetede, dergide çalıştım. Kitap yazdım. Yayınevinde çalıştım. Bloglarım var. Ama hepsi yazı çiziyle ilgiliydi. Ses başkaymış. “Daha iyiymiş” anlamında söylemiyorum ama heyecanı başkaymış.
Üç bölüm yayınladım bile. Dördüncüsü de yolda.
İlginç olan, en çok buraya, bu bloga benzetmesi… Kafamda işgal ettiği alan ve beni meşgul ediş biçimi Eski Usul’un hâllerine benziyor. Bu benim için iyi haber. Çünkü yapıp ettiklerim arasında en çok burayı seviyorum ben…
Eh yeni mecra, yeni bir usul ama demek ki içimdeki his hâlâ eski usul…
sıfır sayı
![]() |
Becerebilirsem içinde kitaplar, yollar, tesadüfler, karşılaşmalar olacak. Sıfırdan başlıyorum, ne kadar yukarı çıkarım bilemiyorum. Ne öğreneceksem yolda öğreneceğim artık.
Biz gazeteciler, dergiciler SIFIR SAYI deriz. Bir tür profesyonel acemiliktir. Ya da acemi profesyonellik. İlk, sahici sayı yayına verilmeden evvel, onun kalitesinden emin olana dek yapılan deneme sayıları... Kimi zaman onlarca yapılır bu denemelerden. İstiyorum ki, bu yarı acemi yarı bilmiş hâl hep kalsın, beni de yolda tutmaya devam etsin. En iyi bildiğim hâl bu. Podcast'in ismi bu yüzden de Sıfır Sayı. Tabii biraz esas becerilerimi unutmamak için de...
uzakta otomobiller
“Cuppp”... Kitabımı almak için arkama dönmüştüm ki suya atlamış. Bir dakika bile değil, belki sadece on saniye birkaç kulaç atıp yeniden iskeleye çıktı. Su soğuk. “Su çok güzel gelsene” diyemeyecek kadar soğuk. Şimdi yan yana oturduğumuz iskeleyse güneş içinde. Ses çıkarmadan suda süzülen otları seyrediyoruz. Uzaktan arabalar geçiyor. Nedense hep eski arabalar… Otomobil sözcüğünün yakıştığı eski arabalar.
Suyu değil sadece sırtımızı ısıtan güneş iki üç saat sonra çekilecek. Mayıs yaklaşıyor.
“Cuppp..”
görülmeye değen her yer
Yola çıktığımda hatırlamak için:
“Tüm yerler — nerede olursa olsun, ne olursa olsun — görülmeye değerdir. Ama bana en anlamlı gelenler, insanların hâlâ yerleşik ve geleneksel hayatlarını sürdürdüğü, nadiren ziyaret edilen yerlerdi; çünkü bu yerler en tutarlı, en bütünlüklü olanlardı. Anlaşılabilir yerlerdi; çoğu zaman içimde bir ferahlık, bir ilham duygusu uyandırırlardı.”
Paul Theroux - Pillars of Hercules
çocukluk, kapılar ve yağlıboya
1.
“Hiçbir şey çocuğun hayal dünyasına benzemez. Hep çocuk kalmak istedim... Kaldım da…” Ömer Lütfi Akad / Işıkla Karanlık Arasında
2.
Yarı açık bir kapıya baktığında, o kapı sonsuza kadar açılır ya da kapanır.
Tolstoy, “havada toz ve yağlıboya kokusu vardı” diyor… Havanın ne koktuğunu bir romanda her zaman söylemeli.
siliniyoruz
Dünya ne büyük, biz nasıl sıkıştık küçücük hayatlara.
Her şeyin genişlediğini sanarken...
Şu fotoğrafın yaşandığı hayatlar da var, dünya büyük. Baktıkça hayret ediyorum, iki senedir.
Biz küçülmüyoruz, siliniyoruz.
Fotoğraf: Pakistan, Hunza Vadisi... Bir buzul düğünü sırasında. (Fotoğrafçı: Matthieu Paley)
bir borges evreninde
Bir öyküyü her gün anlattığında, yüzüncü anlatışında, ilkine göre ne kadar değişmiş olur? Ne kadar değiştirirsin onu? Aslı ne kadar kalır? Geriye ne kalır? Geleceğe ne kalır? Bir Borges evreninde, bir hikâyeyi sonsuza kadar değiştirerek nasıl anlatabilirdik?
Her hikâye böyle değil midir zaten?
hayatın mavişliği
bu aşk senden önce hürriyete yöneldi
gecenin ortasında sen sımsıcak bir kadın
içinde sen varken geceler dile geldi
havaalanında
Burası evim de olabilir ama değil. Karşımda oturanlar arkadaşım olabilirdi, değil. Yorgunlar, tazelenmişler, usanmışlar, hevesliler… Oturmuş, düşünüyorlar. O düşünceler benim de olabilirdi ama değil. Nasıl bu kadar benziyorum onlara, neden bu kadar benziyorlar bana? Yıllar öncesinin bir otogar salonu aklımda. Çuvalların üzerinde uyuyan er, onun başını hafif hafif okşayan yaşlı kadın. Açık televizyondaki sessiz futbol maçına baktığımı sanarken, kafam habire önüme düşüyordu. Hâlâ oradaymışım gibi ama değil…
kedilerin kitapları
Hayatımın en mutlu günleriydi.
sirk
İplere tutunanlar, ateş yutanlar, bıçak atanlar… Bükülenler, katlananlar, uzayanlar… Elastikler, devler, oransızlar… Tuhaflıklar bitiyor diye üzüldüğümüzde, yine de sirk var. En güzel tariflerden biri onu anlatır: Beş benzemez bir grup, bir çadırla dünyayı dolaşır. Olmadık parendeler, umulmadık taklalar, karnından konuşanlar birbirine karışır. İçimizde bir kaygı: Ya trapezci tutamazsa arkadaşının elini? Bir keder: Gülen makyajın altında nasıl boncuk boncuk ter gizli... İçimizde bir sevinç: Ne sevinci, düpedüz çocuk neşesi… Çünkü sirk, tüm hoyratlığına da rağmen, hayatımızın en çocuksu yorumlarından biri, değil mi?
kayayı delen incir
Yeni yıl kararları... İki yıl evvel, Gazete Duvar için yazmıştım (O kadar olmuş mu yahu?). Burada da dursun...
1 Ocak’ta birçoklarımız yeni kararlar alır ama…
31 Aralık günü hayatına dönüp bakarak “ bu yıl verdiğim tüm kararların gereğini yerine getirdim” diyen var mıdır?
Ben hiç tanımadım ama vardır belki. Bazı insanlar çelik gibi bir iradeye sahip.
Ama irade yeter mi? 1 Ocak kararlarını bir süre sonra tavsatmak, derken tümüyle bırakmak sadece iradesizlikten midir? Hayatın hayhuyu, memleketin hiç bitmeyen derdi derken, insan kaç tane uzun soluklu karar alabilir ki?
Kaybedilecek bir oyundur yeni yıl kararları. Bunu en başından bilerek giriştiğimiz bir oyun.
Ve nihayet kaybettiğimiz bir oyun…
*
Spor yapacağım. Zayıflayacağım. Daha sağlıklı besleneceğim. Kendime daha çok vakit ayıracağım; aileme ve sevdiklerime de keza. O kitapları okuyacağım. Yeni bir hobi edineceğim… En çok tekrarlanan yeni yıl kararları bunlar.
Hepsi de güzel ve makul. Ama bir yere kadar gidiyorlar. Sonra ipin ucu kaçıyor.
Peki insan neden yeni yıl kararları alır? Neden kendine tekrar tekrar tutamayacağı sözler verir?
Bir karar almak için daha iyi bir an yok tabii. Neticede bir yıl başlıyor, taksimetre sıfırlanıyor.
Ama ben zamanla ilgili değil eylemin kendisi ile ilgili soruyorum.
İnsan neden kaybetmeyi göze alır? Hem de göz göre göre… Hayat zaten türlü zorluklar çıkarıyorken neden bile bile lades der?
İki sebebi var:
Umut… Ve direnç.
Çatlaktan giren ışık.
İnsanın o bastırılmaz, gemlenmez yaşama direnci. Kayayı delen incir.
*
New York Times’da geçenlerde çıkan, Garret Keizer imzalı güzel bir makale, on sekizinci yüzyılda yaşamış İngiliz yazar, şair, sözlükbilimci Samuel Johnson’ı yeni yıl kararlarının piri diye tanımlıyor. Johnson’ın hayatı, kendi yazdıklarına bakılırsa, yeni yılda, Paskalya’da ve doğum gününde karar almakla, sonra da bunları bozmakla geçmiş. Erken kalkmak istiyormuş. Daha iyi çalışmak istiyormuş. Yediğine içtiğine daha çok dikkat etmek istiyormuş.
1764’teki 55’nci doğumgününde günlüğüne şunları yazmış: “An itibariyle 55 yılımı kararlar alarak tüketmiş bulunuyorum. Kendimi bildim bileli daha iyi yaşamak için planlar yapıyorum. Hiçbir sözümde durmadım. Yapma zamanı azaldıkça, bir şeyler yapma ihtiyacı da artıyor.”
Eh tabii; bir de o var değil mi? Zaman. Bugün yeni bir yıl; hepimiz bir yıl daha yaşlandık.
*
Bir istatistiğe göre, yeni yıl kararlarının üçte ikisi şubat ayını görmüyormuş. Kalanların diğer yıla ulaşmasının ne kadar güç olduğunu da siz takdir edersiniz.
Ama bu mesele insanı yıldırmıyor. Hiç de yıldırmamış. Hep almışız bu kararları ve hep bırakmışız. Yeni yıl kararlarının izleri, ilk uygarlıklardaki hasat festivallerine dek sürülmüş. Babil’e dair kayıtlar var. Karar alıp bozmak, insanlığın en eski sporu belki.
Dev eser “İngiliz Dili Sözlüğü”nü hazırlamış olan Samuel Johnson da daha disiplinli çalışmak istermiş. Erken kalkmak ve disiplinli çalışmak... Kendinden tavsiye soran gençlere de hep bunu söylemiş: Erken kalkın!
Ne var ki Johnson, herkesçe bilinen, hatta tavsiye verdiği insanlarca da bilinen geç saatlere kadar uyuma alışkanlığını hiç terk edememiş. Hiç erken kalkamamış.
Neden ama neden bu kadar plan?
Bu defa cevap Samuel’in 65 yaş günlüğünden gelsin:
“Yıllar yılı aldığım ve sonra ihmalkârlıktan, unutkanlıktan, tembellik belasından, hayatın hayhuyundan ve sağlık sorunlarından dolayı uygulamadığım kendimi geliştirme ve değiştirme kararlarıma şöyle bir bakınca, yaşamımın çok önemli bir bölümünün nafile harcandığını görünce ve ancak birkaç gün boyu düzgün ve zinde bir şekilde iş gördüğümü fark edince soruyorum: Neden bir daha denemeli? Yine de deniyorum çünkü iyileşmek gerekli ve umutsuzluk da suç. Tanrının izniyle kendimce denemeye devam ediyorum.”
*
Neden bir daha denemeli? Neden yine karar almalı?
Samuel Beckett’in bir eserinde geçen çok bildik bir söz var: “Hep denedin hep yenildin, gene dene yenil, daha iyi yenil.”
Bu sözün bağlamı Beckett’in ilgili eserinde çok başka ama popüler kültürde bazı sözlerin kendi ömrü oluyor. Denemekle umut arasındaki çizgiyi çekiyor şimdi bu sözler.
Bu genlerimizde var. İnsanız. Umut ediyoruz.
İnsanız, bu yıl da karar alacağız. Bu yıl da bozacağız. Demek bu yıl da yenileceğiz. Ama bu yenilgiyle yıkılacak mıyız?
Direnen, umut eden yanımıza güvenelim. Ona yaslanalım bu yıl da.
Umut… Çatlaktan giren ışık…
Bir de…
Kayayı delen incir…
*
Şiirle başlayalım bu yeni yıla (Benim bu yılki yeni yıl kararım da biraz daha şiir okumak, ayrıca her yıla bence Turgut Uyar’la başlamak gerekir).
Hepinize mutlu yıllar.
*
Hazırlandın Diyelim
Hazırlandın diyelim bir yolculuğa
“Bu, yalnızlığa da olabilir” diyor birisi
Dayanıklı mısın bakalım
Silahın nedir
İlkin asfalt ve beton
Bir bakarsın önün ardın su kesilir
Yüzme de bilmezsin ayrıca
“Çocukluktan kalma şeyler bunlar”
Diyor matrağa düşkün biri
“Nasıl olsa yenilir”
Oysa kavradığım her şeyin adını bilmek
Biraz bunaltıyor beni
Örneğin bir atom santrali projesi
Hollanda’daki bir caz konseri
Öleceğimi biliyorum nasıl olsa
Ama gölgemi önüme düşürüyor
Güneş önümden gelirken
Şaşırıyorum gövdemi
Matrağa alışkınım aslında ama
İlle kayayı delen incir,
Suları aşan gemi!
Turgut Uyar
fragman
Küçük mükemmellikler. Bir buçuk dakikalık ideal dünyalar. Orada biz hep gelecekteyiz, hep bir yakın zamandayız. Seyredilmemişin, görülmemişin, yaşanmamışın montajındayız. Göz bizimdir ama ne tuhaf, bakılan da bizmişiz gibi gelir. Birileri adı biz olan filmi seyrederken duyduğumuz tüm o heyecanlar… Akıllı sözler, dramatik anlar, kreşendolar, patlamalar… İçimizde bir tatlı rüzgâr eser ve davudi ses bizi, birbirine bitişmemiş sahnelerin arasında dolaştırırken gözümüzde bir küçük umut parıldar: Bir film daha var. Evet, bir film daha var…
çok uzakta bir ülke
Lefter'den fragmanlar izledim. Sevdiğim bir konu, merak ettiğim bir figür, filmi de kesin izlerim. Ama filmin iyi kötü olmasından bağıms...
-
Bir film seyretmeye gitmiş, orada da aşık olmuş işte. Ekranda beş saniyeliğine gördüğü çocuğa… Eski zaman; internet yok, sosyal medya yok, s...
-
Lefter'den fragmanlar izledim. Sevdiğim bir konu, merak ettiğim bir figür, filmi de kesin izlerim. Ama filmin iyi kötü olmasından bağıms...
-
Bazı filmler kendinden başka hiçbir şeyle anlatılmıyor. O kadar yoğun oluyorlar ki ne bir kitap ne bir film ne de bir geçmiş an geliyor ...
-
İki hafta evvel, “daha sonra devam ederiz” diyerek Şerif Mardin ile Mete Tunçay’ın okuma listesine girmiştim. Bir düşününce, o zaman bil...
-
"Evrenin hiçbir parçası tek başına değil, hiçbir şey tek bir yöne akmıyor. Biz insanlar, gizli ya da açık, geçici ya da kalıcı bağlarda...
-
Yeni bir kitap üzerine yapılmış gazete röportajında karşıma çıkan gündelik bilgelik… ‘Mijn Leraar Verteelde Eens...’ (Öğretmenim Bir Defa De...
-
Bunu daha önce birkaç sohbette anlattım. Üzerinden hemen hemen bir yıl geçti. Benzer bir Moda akşamına çıkmışken az evvel, bir de burada...





.jpg)





