bisiklet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bisiklet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

47 euro


Bisiklet tamircilerini seviyorum. Ama iptidai olanlarını… 
Sağa sola fren pabucu, balata, ziller saçılmış; lastikler üst üste düzensiz yığılmış olmalı. Eli yüzü yaptığı işten kararmış, zamanı unutmuş bir tamirci, tüm bu başıbozukluğun içinde çalışmalı. 

İçeriye giren müşteriye şöyle bir kafasını kaldırıp bakmalı, o kadar. 

İçten içe böyle bir yerde çalışmak istiyorum; elimden gelmez ama denesem ne olur ki. Gitsem bir tamirciye; “etim de kemiğim de senin; bana sanat öğret” desem… Ellerim lastik kaydırmaktan nasır tutsa. Sonra ben de yavaş yavaş dünyanın en teklifsiz, en zamansız adamı haline gelsem. 

Çocukluğumda öyle alıştım belki; ağzında yarım sigarası, “Şuraya koy, yarın gel al” diyen, kendi neşesine göre çalışan tamircileri benimsiyorum. Acaba derdimi anlatabildim mi; hiç dinlememiş gibiydi; papuçları da duydu mu, sadece seleye mi bakacak falan derken, bisikleti ertesi gün tam da tarif ettiğim gibi, hatta daha fazlasıyla (gidonu da sıkıştırdım, gevşemiş!) bulmayı biliyorum ben. 

O yüzden düzenli bir dükkâna girerken geriliyorum. 

İşte mahalledeki bisikletçiye, elimde arka lastiği nedense paramparça olmuş bisikletimle girerken üç aşağı beş yukarı bunları düşünüyordum. 

Bu arada, her şeyi anlattım da şu artık belli ki sona yaklaşan emektar ötesi bisikletimin hikâyesini anlatmadım. Bir ara yazmalıyım; hiçbir şey değilse, onore etmem gerekiyor onu.  

Neyse girdim dükkâna, “Teker patladı” dedim; “lime lime olmuş” dedim; “Şuna bir el atın” dedim… 

Tamirci, mekanik bir hareketle aldı bisikleti kenara koydu. “Yarın bu saatte alırsınız.” 

Üzerine bir etiket yapıştırıyordu ki, “47 Euro” dedi. 

Durdum. Yok, yanlış anlamıştım herhalde. 

“47 Euro mu” diye sordum, gülerek. 

“Evet, 47” dedi kadın. 

“Nasıl olur yahu, ben bu bisikleti 50 euro’ya aldım zaten.”

“Evet işte eski bisikletlerin derdi de bu.”

Öyle dert mi olur! Sonuçta sadece tekeri patlamış. Aldım bisikleti çıktım. 

İnternetten baktım; iç lastik, dış lastik, 6-8 euro. YouTube’da da lastik değiştirme videoları gani. Elimden gelir mi bilmiyorum ama deneyeceğim.
Böyle böyle bisiklet tamircisi de olacağım.  

Sonra gider, bir başıbozuk dükkânda çalışırım.


PS: Fotoğraf, yukarıda geçen dükkân değil; iyi fotoğraf veren bir dükkân.  

ama bu delilik artık


Geçen sene biraz güçtü ama bu sene Deniz’le takip edebiliyoruz Tour de France’ı… O henüz çok umursamıyor ama olsun notlarımızı geçelim biz!

1.
Bu sene Kemal Sunal sempatikliğindeki Sardinyalı Fabio Aru’yu destekliyorum. İyi, çalışkan, genç bir genel klasman bisikletçisi. Üstelik İtalyan. Yıllar sonra fark ettim; bir yerde bir İtalyan varsa onu destekleme eğilimim var. İspanyollar da olur. Ama maalesef yine genel klasman adayı İspanyol Alejandro Valverde daha ilk turda gitti; tutacak İspanyol kalmadı. 
2.
Tur’un hep gidenleri konuşuluyor zaten. Nasıl konuşulmasın? Aynı kaza sonucu Cavendish sakatlandı; Sagan da kovuldu. Öncesi sonrası çok tartışıldı ama bende kalan şu olacak: Sagan ile Cavendish birbirleri hakkında en kötü bir söz söylemedi; bilakis “Olur böyle şeyler” deyip geçtiler.
3.
Dikkat buyurun; bu şekilde davranan adamların ikisi de birer Tour de France rekoruna koşuyordu. Cavendish en çok etap kazanan isim olmak için efsane Eddy Mercxx’in peşindeydi (Dört etabı kalmıştı 34 etaplı Merckx’i yakalamaya). Sagan ise bu sene de yeşil mayoyu alsa (ki muhtemelen alacaktı) altı defa üst üste yeşil mayo kazanan Alman Eric Zabel’i yakalayacaktı (Gelecek sene de geçerdi artık). Cavendish’in işi ilerleyen yaşı dolayısıyla zora girdi; Sagan’ınsa yeni bir altı-yedi senelik seri yakalaması gerekiyor. Bu adamların kükremesi, etrafı yakıp yıkması beklenir. Seslerini bile yükseltmediler. Bisikletçiler biraz böyle. Bu sporu sevmek için bir neden daha.
4.
2017 Tur’unun bize sporu sevmek için verdiği bir nedenden daha bahsedelim. Burgundy’de biten Troyes - Nuits-Saint-Georges etabının galibi Alman Marcel Kittel ve Norveçli Edvald Boasson Hagen arasındaki fotofinişle belirlendi. Sonuçta altı milimetrelik farkla Kittel kazandı. Ama gerçekten delilik bu. 213.5 km bisiklet sür; finişe teker tekere gir; milimle kazan. Daha iyi, daha çılgın bir final düşünebilir misiniz?   

5.
Tur’un sürprizlerinden biri de pelotonun içine düşen güneş şemsiyesiydi. Fotoğrafta sevimli görünüyor; küçük bir detay ama öylesine zalim olabilir ki. Bu yarışı birkaç bisikletçi açısıdan bitirebilirdi tek bir şemsiye; neyse ki atlattılar. 

herkes egosunu bir kenara bırakmış

Spor bir yana bisiklet bir yana... Fransa Bisiklet Turu dört gündür devam ediyor. Her gün ayrı trajedi, ayrı delilik, ayrı zafer... Kırık kemiklerle, çıkan omuzlarla finişe kadar kilometrelerce sürenler de orada, bir gün zafer kazanıp ertesi gün yarışı terk edenler de... Dahası, müthiş bir alçakgönüllülükle (ve elbette takım emirlerine itaatla) bir başkası için çalışan şampiyonlar da... Koalisyon görüşmeleri öncesi 'egolarınızı bir kenara bırakın' lafı meşhur oldu. Egolar nasıl bir kenara bırakılır, hakiki örnek isteyen Fransa Bisiklet Turu'na baksın. Bir örnek geçmişten 1934'ten gelsin... GQ Türkiye'nin bu ayki sayısı için Bisiklet Turu'nun tarihinden efsanevi notları derlemiştim (Dünyanın En Zor, En Vahşi, En İnsafsız ve En Güzel Yarışı). René Vietto'nun benzersiz hikâyesi de bu notlar arasında. 


Dünyada bu denli epik anın yaşandığı başka bir spor dalı yok. "Nasıl yani” diyorsanız Fransız bisikletçi René Vietto’nun 1934’te yaşadıklarına bakın. 20 yaşındaki Vietto, 1931’in şampiyonu Antonin Magne’nin lider olduğu takımda domestikti. Yani görevi Magne’ye yardım etmekti. Vietto görevini fazlasıyla yaptı ama Alpler’e gelindiğinde henüz tanınmayan yarışçının çok iyi bir tırmanışçı olduğu da ortaya çıkmıştı. Sonuncusu bir zamanlar kapıcılık yaptığı kasabanın yakınlarında olmak üzere tam dört etap kazanarak genel klasmanda üçüncü sıraya yükseldi. Magne’yi iyiden iyiye tehdit ediyordu ve takımın lideri durumdan hiç hoşnut değildi

Pireneler’e gelindiğinde herkes nefesini tutmuştu. Zaten ne olduysa da orada oldu. Col de l’Hospitalet inişinde Magne düştü ve tekerleği parçalandı. Yakınlarda bir takım aracı da görünmüyordu. René Vietto hiç düşünmedi kendi tekerini çıkarıp verdi. Sonra da oturup bekledi. Yine de umudunu koruyordu. 

Ertesi gün, Col de Porte inişinde Magne bu defa lastik patlattı. Vietto öndeydi ama liderinin arkada bağırdığını duydu. Çoktan indiği tepeyi yeniden tırmandı ve yine bir tekerini Magne’ye verdi.

Sonra yolun kenarındaki taş korkuluğa oturup ağladı. Beşinciliğe düşmüştü. 

René Vietto, Fransa Bisiklet Turu’nu hiç kazanamadı.


En üstteki o efsane anın fotoğrafı. İkinci resim Vietto. Üstteki ise Col de Braus'ta, yol kenarında, nefes kesici bir inişe bakan mezartaşı (1988'de, 74 yaşındayken öldü). 

Alltaki fotoğrafda üçüncü etaba sarı mayoyla başlayan İsviçreli Fabian Cancellara var. Etaptaki feci kazadan sonra ayağa kalktı, finişe kadar 50 km bisiklet sürdü. Omurgasında iki kırık olduğu sonradan ortaya çıktı. Bir altındaki fotoğrafta 'huzur dolu' pelotonu Hollanda, Zeeland'da görüyoruz. Üçüncü ve dördüncü fotoğraflar arnavutkaldırımı yollarıyla zorlayan dördüncü etabın 'düz' yollarından.     



sarı mayolu adam

Elimde hiçbir fotoğrafı yok. Yanımızdan hep rüzgâr gibi geçtiğinden, kameraya davranamıyorum bile. Yüzünü görmedim desem yeridir. Uzaklaşıp giden bisikletin ardından tek seçebildiğim, gidona eğilmiş bir sırt, gri beyaz saçlar ve neredeyse tümüyle çıplak bir vücut. Onu mevcut 'medeniyet çizgimize' bir tek ufacık bir slip mayo bağlıyor.  O, karımla benim için 'sarı mayolu adam'... Amsterdam yaşantımızın kahramanlarından biri.

Neden o sarı mayo? Neden çıplak? Tanışıp sormak bile istemiyorum. Herhalde kendince bir sebebi vardır

Nispeten işlek Leidsegracht'a bakan eski evimizde, güneşli günlerde pencereye çıktığımızda onu sıklıkla görürdük. Ellerinde haritalar, aylak aylak yol arayan turistler arasından, hep bir yere gecikmiş gibi son sürat geçer, sürprizli görüntüsüyle ağızlarını bir karış açık bıraktırırdı. Parklara da düşkündür sarı mayolu adam. Vondelpark'ın çimlerine yayılmış yatarken, biraz beklemeyi de göze alırsanız, ona rastlamanız işten değildir. Tabii biraz dikkatliyseniz. İki saniyede gözden yiter çünkü. Yanınızdakini "bak bak kim geçiyor" diye dürtmenize bile fırsat bırakmaz. O kadar hızlı... Gördüyseniz gördünüz. Tek kişilik bir seyirlik...

Uzun zamandır karşılaşmıyorduk. Hatta 'yoksa'yla başlayan kara düşünceler bile, aklımıza sökün etmişti. Geçiştiriyorduk.

Amsterdam'da bu sene sürpriz bir şekilde güzel giden yaz günleri nihayet işe yaradı. Prinsengracht kenarında yürürken yine birdenbire geçti yanımızdan. Uzaklaşıp giderken bisiklet, yine o gidona eğilmiş sırt, yine o gri beyaz saçlar, yine o sarı mayo...  

pembe bisiklet, gri şemsiye ve elif şafak

Herengracht kenarında yürürken yolumdan çevirdi.

Uzun boylu, yapılı, gözleri içeri kaçmış bir adam... Yanında pembe bir bisiklet duruyordu. "İlgilenir misin" diye sordu.

"Neyle ilgilenir miyim" diye sordum ben de. Anlamamıştım. "Bisikletle" dedi. "Satın almak ister misin?"

Yolda yürürken öylesine bisiklet satın alan biri değilim. "Hayır" dedim, "sağolun, bisikletim var."

"Peki şemsiyen var mı" diye sordu bu kez. Kafasının üstünde gri bir şemsiye tutuyordu. Hafif hafif yağmur yağdığından, şemsiye işe de yarıyordu üstelik.

Yanımda şemsiye yoktu ama almak da istemedim. Yolda yürürken öylesine, neyse, anladınız siz... Hem bir gri bir pembe seçeneği de Elif Şafak tuzağı gibi gelmişti. Cesaret edene onu, etmeyene bunu verelim.

"Hayır" dedim. "Kalsın, ihtiyacım yok."

İçine kaçmış gözleri başka birisini çoktan aramaya başlamıştı bile.

başbakan ve bisikleti



Cumhurbaşkanı Abdullah Gül burada. Sevdiğimiz tabirle "temaslarda" bulunuyor.

Bugün de Başbakan Mark Rutte'yle temas etti ki, bir detay olmasa medyamız öyle üstünkörü geçip gidecekti.

Rutte görüşmeye bisikletine atlayıp geldi. Güzel tabii. Herkes bisiklet kullanıyor, başbakan da kullansın. Ahmet Necdet Sezer'in Migros alışverişini kendisi yapmasını ya da kırmızı ışıkta beklemesini, Erdal İnönü'nün şemsiyesini kimselere kaptırmamasını severdik. Bisiklet kullanan başbakan da bize sempatik gelir. Doğaldır, hoşuna gitti Türkiye medyasının. "Halktan biri" sıfatını şak diye yapıştırdı.

Buradaki bakış biraz farklı. Medya, Başbakan'ın imaj çalışması yaptığını yazıyor. Tam da o "halktan biri" sıfatına oynamak için.

Hadi bir de dedikodu vereyim: Rutte'nin, bisikletini ancak birkaç yüz metre sürdüğünü, sonra da kendini bekleyen makam aracına binip gittiğini söyleyen de var. Bir yere gelirken de aynı şekilde yapıyormuş tabii. Arabadan in, bisiklete bin, halkın arasına karış... Ben görmedim, günahı söyleyenlerin boynuna.

Bisiklet meselesinde Hollandalılar haklı olabilir. Gerçekten de biraz imaj çalışması kokuyor. Yine de benim Rutte'yi takdir ettiğim bir başka mesele var. Buraya ilk geldiğimde Newsweek Türkiye için yazmıştım (blogda da var, şuradan bakabilirsiniz.) O günlerde Rutte kabinesini yeni kurmuştu ve haftada iki saatliğine yaptığı bir işi başbakan olduğu için bırakmak istemiyordu. Bir lisede sosyoloji ve yurttaşlık bilgisi öğretiyordu. Parlamento'ya dilekçe verdi; öğretmenliği sürdürdü. Yani Hollanda'da doğrudan Başbakan'dan yurttaşlık bilgisi dersi alan çocuklar var.

Son not: Başbakan bisiklet kullanıyor ama o bisiklet Gazelle. Epey de pahalı bir modeli. Benim sekizinci el bisikletimle karşılaştırınca Ferrari'ye biniyor sayılır. Hani nerede halkçılık!

Fotoğraf: Hebbedekiek, Roel Rozenburg

amsterdam'da çalınacak ilk bisiklet



Amsterdam, evet, bir bisiklet şehri. Ama aynı zamanda da hırsızlar şehri. Geceleri ortaya çıkıyorlar. Bisikletinizi bağlamayacak kadar üşengeç ya da cahilseniz alıp gidiyorlar. Basitçe bağlamanız da yetmiyor. Zinciri ön tekere dolamanız, arka tekeriyse ayrıca kilitlemeniz gerekiyor. Yoksa gövdeyi bırakıp tekeri alabilirler. Güzel görünüyorsa seleyi, arkadaki çantayı, feneri de…

Vittorio de Sica’nın hüzün verici hırsızları gibi değiller, yaşama tutunmak için çalmıyorlar. Burada ikinci el bisiklet piyasası çok canlı ve çoğunlukla çalıntı bisikletlerden besleniyor. Amsterdam ahalisinin geneli işte bu yüzden dikkat çekecek kadar güzel bisikletlere binmiyor. Güzellerin bu cangılda yaşama şansı çok az. Sokaklarda kırık dökük, zinciri paslı, selesi yırtık, gidonu eğik bisikletler hüküm sürüyor.

İşte bu yüzden yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz bisiklet, sokağa indiği anda, Amsterdam hırsızlarının gözünde bir numaraya yükselecektir. Bu talihsiz ve alımlı güzel, Van Gogh Müzesi dükkânında sergileniyor. Üzerinde ressamın Badem Çiçekleri tablosundan bir kesit var. Rengini de o resimden almış. Ama dedim ya, yazık olacak… İki gün Amsterdam sokakları, üçüncü gün yan sanayi… Parçalarına ayrılmak ve yeniden boyanmak üzere…

Van Gogh'un uygun gördüğü renk üstüne renk olur mu? Olmaz elbette, üstelik dün müzede söz konusu tablonun hikâyesini öğrendikten sonra fikrim daha da pekişti. Van Gogh bu tabloyu, kardeşi ve hamisi Theo’nun oğlunun doğumu şerefine yapmış. Badem çiçekleri, elbette, baharın gelişini simgeliyor. Hele buralarda daha da erken, Şubat başında açtıklarından durum fena halde sembolik (tablo Şubat’ta yapılmış.) Zarif bir hediye. Ne diyeyim, kıyak adammışsın Vincent… Bisikletini çalacak o hırsızları şimdiden esefle kınıyorum.

bisikletin mutlulukla bir ilgisi olmalı





Hiç bu kadar karı bir arada görmemiştim. İstanbul’a üç senede yağan kar, Cuma günü Amsterdam’a üç saatte yağdı. Klişe bir ifadeyi kullanmaktan kendimi alamıyorum. Nasıl derler, kanalların üzeri yavaş yavaş “beyaz bir örtüyle” kaplandı.

Şehrin ahalisinden yapabilenler, kar bastırınca işi gücü bırakıp evlerine koşturdu. Burunlarını dışarıya uzatmak istemiyorlar. Uzattıklarında da, bize garip geliyor ama, bisikletlerinden inmiyorlar. Bu karda buzda bisiklet? Ben yürümekte bile zorlanıyorum!

İşin sırrı burada zaten. Algemeen Dagblaad (AD) gazetesi geçen hafta içinde “Hollandalıların boşuna ‘dünyanın en mutlu insanları’ sayılmadığını” yazdı. Bura halkı ulusal mutluluk araştırmalarında hep yüksek skor çıkarıyor. Sebep tüm zamanların “en iyi ikincisi” futbol milli takımı değilse, başka bir şey olmalı. Zaten öyle. AD’de yer alan araştırmaya göre iki teker, bir gidon ve bir sele mutluluğa yetiyor. Bisiklet sürmek insana özgür ve bağımsız hissettiriyor. Üstelik sağlıklı ve ucuz da. Hem, bisiklet kullananlar trafik stresine de katlanmıyor.

Herhalde bu yüzden kardı kıştı demeyip sürüyorlar. Hakkını veriyorlar bisikletin.

Fotoğraflar: Aslıhan Tümer

zamanım yok

O kadar hızlı geçiyorlar ki kaldırımlardan. Omuzları düşük, başları öne eğik, rüzgârlı virgüller. İki nokta arasının doyumsuz seyyahları. Ak...