Sabahattin Ali, enfes öyküsü Değirmen’e şöyle başlar: “Hiç sen bir değirmenin içini dolaştın mı adaşım?”
Belki daha önce buralarda yazmışımdır; bu ilk cümleye, neden bilmiyorum, bayılırım ben. Gerçi geçenlerde Twitter’da “kimse bir kitaba Ruslar gibi giremez” minvalinde bir şeyler yazdım ama bu cümlenin yeri bende ayrıdır.
Bense konuya ne Ruslar ne de Türkler gibi girebiliyorum. Bir başka değirmenden bahsetmek için, Sabahattin Ali’den açtım, nerelere geldim.
Benimkisi bir kahve değirmeni… Pirinçten, emekçi, canayakın… Bir dostum, yıllar evvel Eminönü’nden alıp gelmişti. Üstelik dişlisini de french press için ayarlatmıştı. İhmal ettim, uzun süre kullanmadım. Bir gün bayat kahve içmekten gına geldi; yeni hediye almış gibi (sağolasın Serdar) şevkle kahve çekmeye başladım.
İki aydır neredeyse her gün elimde. Kahvemi kıtır kıtır öğütüyorum. Biraz hipster işi duruyor ama olsun. Ev mis gibi kahve kokuyor; omuzlarımda da bir iş görmenin saadeti… İçini açıp aksamına bakıyor, dünyanın en basit prensibiyle çalışan bu aletin emeğiyle tatmin oluyorum.