sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

stanley kubrick cevaplıyor: hayat yaşamaya değer mi?

Playboy, zamanında Stanley Kubrick’e şöyle sormuş: Hayatın bir amacı yoksa, yine de yaşamaya değer mi?Evet, fani olmakla bir şekilde başa çıkanlarımız için yaşamaya değer. Hayatın böylesi anlamsızlığı, insanı kendi anlamını yaratmaya zorluyor. Çocuklar hayata kirlenmemiş bir merak duygusuyla, yaprağın yeşil olması denli basit bir şeyden bile büyük keyif alma kabiliyetiyle başlıyor. Ama büyüdükçe, ölüm ve çürüme onların bilincine sızıp yaşama sevinçlerini, idealizmlerini ve ölümsüzlük varsayımlarını aşındırmaya başlıyor. Bir çocuk olgunlaştıkça, baktığı her yerde ölümü ve acıyı görüyor ve insanın nihai iyiliğine inancını yitirmeye başlıyor. Ama birazcık güçlüyse –ve de şanslıysa- ruhun bu alacakaranlığından çıkıp hayatın ateşine uyanabilir. Hem hayatın anlamsızlığı yüzünden hem de ona rağmen, taptaze bir amacı ve yemini ortaya çıkartabilir. Doğduğu andaki o saf merakı belki yeniden yakalayamaz ama daha da dayanıklı ve besleyici bir şeyleri şekillendirebilir. Evren hakkındaki en dehşet verici şey onun düşman değil aldırışsız olmasıdır. Ama bu aldırışsızlık haliyle uzlaşmayı becerir ve ölümün sınırları dahilinde yaşamın meydan okumalarını kabul edersek –insan bunları yapmak için ne denli kararsız olsa da- bir canlı türü olarak varlığımız gerçek bir anlama ve doyuma ulaşabilir. Karanlık uçsuz bucaksızsa da, kendi ışığımızı yakmalıyız.

karanlıkta

"Karanlıkta bir başınıza olduğunuz bir salonda film seyretmenin farklı ve özel bir hissi var. Tiyatroda sosyal bir deneyim yaşıyorsunuz-ki bu da harika bir şey- ama sinemada hikâyeyle tamamen baş başasınız. Tıpkı bir roman ya da öykü okuduğunuzdaki gibi, kendi alanınızı koruyorsunuz."

Yaşayan en büyük oyuncu Philip Seymour Hoffman, Little White Lies'a anlatıyor. Ben de sabırsızlıkla Master'ı izlemeyi bekliyorum. 

başyapıt nedir, ne değildir?

Bu kapak dergiyi aldırır. Aldırdı da. Bana, en azından...

Uzun zamandır sinemada, "ben bu filmi arada bir canım çektikçe izlerim" dediğim bir filme rastlamadım. O tür filmlerin bendeki karşılığı Woody Allen. Zaten aynı hissi en son "Midnight in Paris"te yaşamıştım. Şimdi "To Rome with Love" geliyor. Bekliyorum. Beklerken, biraz da bu kapak ve kapak haberinin verdiği gazla, eski Woody Allen'ları yeniden izliyorum.

Ben bunları düşünürken; kendisi başka fikirde. İçerideki röportajında şöyle diyor:

"Sanırım yaklaşık 45 film yaptım. Bazıları güzeldi ama başyapıt değiller. Kendimi kandırmama gerek yok; yalandan tevazu da göstermiyorum. Rashomon'a, Bisiklet Hırsızları'na, The Grand Illusion'a bakarsanız anlarsınız. Başyapıt işte onlar. Benim onlarla aynı festivalde gösterebileceğim filmim yok."

Öyle diyorsa öyledir. Ama yine de bazı filmleri benim için başyapıt. En azından başucu yapıt. Rashomon'un yanına da rahatlıkla koyarım.

Bu arada hazır Allen'dan bahsetmişken, Open Culture'da bulduğum şu videoya da göz atın derim. Üstat Japonya'da, reklam yıldızı. Böyle absürt reklam az bulunur. (Open Culture'ı takip ediyorsunuz, değil mi?)

gazeteci filmleri -1- the year of living dangerously

HBO'nun yeni (ve çok beklenen) dizisi The Newsroom nihayet yayında. Bir Amerikan haber kanalında yaşananları işliyor; sert ve kararlı ekran yüzlerinin gerisindeki mutfağı  gösteriyor. Tempolu başladı sayılır. Senarist Aaron Sorkin, "ABD artık büyük mü değil mi" sorusuna nostaljik bir cevap üretmeye çalışmazsa iyi de gider. Dizi biraz hızını alsın, hakkında konuşuruz. Ama önce başka bir mesele... Gazetecilik üzerine filmleri (ya da gazeteci filmlerini) uzun zamandır yazmak istiyordum; The Newsroom vesile olsun, ufak ufak başlayayım. Biraz mesleki merak biraz da görev duygusuyla bugüne kadar bu türde yığınla film seyrettim (bunların çoğunu siz de görmüşsünüzdür.) İyi ve önemli olduğunu düşündüklerimi, fırsat buldukça ama arayı da çok açmamaya gayret ederek yazacağım. Yavaş yavaş bir listeye dönüşsün, ne çıkacak görelim. Söylemeye gerek yok, katkılarınızı beklerim.

The Year of Living Dangerously, Peter Weir, 1982. 

Çok kişi bu filmi bilmez, ama ismini bilir. Çünkü bu isim Batılı gazetecilerin çok sevdiği bir haber başlığı (bazen de manşet) haline dönüştü. Hangi ülkede kargaşa varsa, bu başlığın kullanıldığı en az bir ilgili haber vardır. Bu sene Arap Baharı'yla ilgili haberlerde, bir de British GQ'nun Daniel Craig kapağında gördüm. Çok da güzel başlıktır gerçekten; havalıdır; her şeyi bir çırpıda özetler. Ben de kullanmak isterdim, ama Türkçe'de fiyakalı bir karşılığı yok. 

Weir'in filmi 1965 Eylül'ünde Endonezya lideri Sukarno'ya yönelik başarısız darbe girişiminin hemen öncesinde geçiyor. O çok benimsenen isim (ve manşet) de Sukarno'dan ödünç zaten. Wikipedia'dan taze taze öğrendiğim üzere, diktatör, İtalyanca'daki "vivere pericolosamante" yani "living dangerously" deyişini 1964'teki meşhur bir konuşmasında kullanmış (biraz oynayarak Türkçe'ye 'tehlikeyle yaşamak' diye çevirebiliriz.)

Filmin tehlikeyle yaşayan kişisi gencecik, Mehmet Ali Alibora görünümlü bir Mel Gibson. Jakarta, 1965... Sıcak... Çok sıcak, üstelik daha da sıcak olacak. Avustralyalı toy gazeteci Guy Hamilton (Gibson) Endonezya'ya yeni gelmiş; havasız odalardan haber geçmeye çalışıyor. Kimseyi tanımıyor; işi zor. Filmde çoğu cibiliyetsiz resmedilmiş ama kendilerinden başka kimseyi beğenmeyen Batılı gazetecilerin, akşamları efkâr dağıtıp dedikodu yaptığı barda kendine bir dert ortağı arıyor. Bahtı açık ki, Jakarta'yı mesken tutmuş yarı Çinli yarı Avustralyalı idealist fotoğrafçı Billy Kwan (Linda Hunt, erkek ve cüce fotoğrafçıyı oynadığı bu rolle 'yardımcı kadın oyuncu Oscarı'nı kazandı) ona ısınıyor ve etkili isimlerle, bu arada Amerikan elçiliğinde çalışan güzeller güzeli Sigourney Weaver'la tanıştırıyor. 

Sonrası biraz tarih, biraz da beklenildiği üzere bol maceralı bir gazetecilik hikâyesi... Sukarno'nun gölgesinin bütün Jakarta'yı örttüğü ve gazeteciler dahil herkesi korkuttuğu siyasi bir atmosfer... Toy gazeteci Hamilton, kendini Çin destekli Komünistler'in hazırladığı darbe planlarının içinde buluyor ve yaşamı pahasına haber atlatmaya, sonuna kadar gitmeye çalışıyor.

Peter Weir ne çekse seyrederim de bu filmin güzelliği eski usul gazeteciliği abartmadan anlatmasında. Uzak bir ülke, yalnızsınız, elinizde iyi haber yoksa merkezdeki kimsenin sizi ciddiye alacağı yok ve acilen bir şey yapmanız gerekiyor.

Önemli sahne:  Sukarno rejimi, sokaklardaki isyanı bastırırken Guy Hamilton sokaklardaki kalabalığın içindeki tek gazeteci. Bir yandan işini yapmaya bir yandan da omzuna aldığı cüce fotoğrafçı arkadaşını korumaya çalışıyor. Bu arada sağlam da sopa yiyor.

dans etmezsek kayboluruz



Wim Wenders'in Pina'sını bugün değil de mesela 20 yaşında seyretseydim; dansa kesinlikle merak sarardım. Yani en azından izleyici olarak. Ama o, ben 20 yaşındayken Buena Vista Social Club'ı çekti. Sonuç ortada.

Sahaf ganimeti: Henry Miller'den Tropic of Capricorn (esas Tropic of Cancer'ı yani Yengeç Dönencesi'ni arıyorum), Hemingway'in gazete yazılarının toplandığı By-Line (bu enteresan kitabın sanırım Türkçe'de baskısı yok) ve bir Robert Capa biyografisi (Blood and Champagne - The Life and Times of Robert Capa, yazarı Alex Kershaw.) Hemingway'i ufaktan okumaya başladım; diğerlerinin sırası kimbilir ne zaman gelir.

Artık bir bisiklet almanın vaktidir. Bugün Waterloo'da hayalimdeki külüstür bisiklete rastlarım diye gezindim ve sanırım çok yaklaştım. Belli ki, oralarda biraz daha turalamam gerekiyor.

pete baba



"My name's Guiseppe Conlon. I'm an innocent man. So is my son." (Babam İçin'den)



Güzel adamdı. O zor soyadını bile ezberlemiştim...

üç güzel bir arada



Uzay boşluğuna popüler kültür tarihinden beş fotoğraf göndersem, birisi şu Audrey Hepburn karesi olurdu. Breakfast at Tiffany’s filminden. Tek bir fotoğrafta bütün güzel şeyler bir araya gelmiş. Blake Edwards’tan ince iş, Truman Capote’den küçük bir karalama, Hepburn’ün ışıldayan yüzü…

Blake Edwards da göçüp gitmiş, anısı burada dursun.

Filmin girişi de aşağıda:

hey dude! (bir zamanlar jeff bridges)





Şimdi bu film beklenmez mi? Jeff Bridges oturmuş atına etrafı kesiyor. Üstelik filmde neyse sette de o; görevliler etrafta dolaşırken hâlâ aynı keyifli bakış… True Grit’i, Coen’lerin yeni harikası niyetine falan değil, sadece bu adam var diye beklerim. Hollywood’da “abim olsun muhabbet edelim, iki lafın belini beraberce kıralım” dediğim biri daha yok.

Sevgimin kökeni başlıkta da kendine yer bulan Dude meselesi falan değildir; çok önceden, 1989 filmi Fabulous Baker Boys’ı (yönetmen Steve Kloves) gördükten beri takip ederim kendisini. Sonra Coen filmleriyle çok başarılı oldu, kendini herkese tanıttı, Oscar aldı ama abisi Beau Bridges ve 1980’lerin bir numaralı güzel kadını Michelle Pfeiffer ile döktürdüğü FBB’yi hiç aşamadı. Aşamaz da… Olsun varsın aşamasın, ben 2011’de vizyon görecek True Grit vesilesiyle FBB’nin efsanevi sahnelerini aşağıya ekleyeyim. Meraklısı için filmin konusu şöyledir efendim: Gece kulüplerinde caz icra eden müzisyen Bridges kardeşlere, Pfeiffer katılır ve olaylar tatlı tatlı gelişir. Videolarda sırasıyla “More Than You Know,” “My Funny Valentine” ve efsanevi “Makin’ Whoopee” kayıtları var. Bridges çalıyor Pfeiffer söylüyor. Unutmadan son not: Bir filmde bu kadar mı güzel sigara içilir!






lorca öldü, hemingway hayatta kaldı, kafka sahilde







Wikileaks bahsine edebiyat arası... Haruki Murakami’nin güzelim romanından uyarlama Norwegian Wood gelecek ay vizyona giriyor. Filmi beklerken, okumadığım tek romanı Kafka on the Shore’la oyalanıyorum. Aşağıda tadımlık bir parça:

“Bir gün İspanya’ya gitmek isterdim,” dedi Oshima.
“Neden İspanya?”
“İspanya İç Savaşı’nda çarpışmak için.”
“Ama o biteli çok oldu.”
“Biliyorum. Lorca öldü, Hemingway’se hayatta kaldı,” dedi Oshima. “Ama yine de İspanya’ya gitmeye ve İç Savaş’ın bir parçası olmaya hakkım var.”

gelecekten gelen kadın

İşte neşeli bir haber… Zamanda yolculuk mümkün ve biz de buna şahit olabiliriz! Charlie Chaplin’in 1928 tarihli The Circus filmini dikkatle izlersek tabii. Bugünlerde Youtube’da ve diğer video platformlarında, Chaplin’in filminin bir sahnesinde sokaktan geçen bir kadının gelecekten gelmiş olabileceği konuşuluyor. Çünkü epey garip görünümlü bu kadın (garip dediysem, bakışları, giyinişi falan garip; yoksa öyle 500 yıl sonrasından gelmiş bir hali yok) o sahnede kulağına götürdüğü bir cep telefonuyla beliriyor. Bizi şimdi kendilerine mahkum eden cep telefonlarının Şarlo zamanında var olmadığını söylemeye gerek var mı?

Kadının tuttuğu o “şey” cep telefonu olmayabilir elbette; belki elini sadece saçına götürmüştür, ne bileyim. Muhtemelen de öyle yapmıştır; zararı yok. Ama Belfast’tan genç sinemacı George Clarke’ın video analizi gerçekten seyre değer. İnanmıyorsanız; videoyu bugüne dek izleyen 1,5 milyonu aşkın kişiye sorun.

Hem benim derdim başka. Bir meseleyi alıp suyunu çıkarana kadar tartışan, üzerine yazılar yazan, videolar kurgulayan insanları seviyorum. Muhtemelen sadece kendi reklamını yapıyor olsa da, George Clarke da, belli ki, öyle hevesli biri.

Eyvallah George; sevdim seni. Buyurun siz de sevin:

godard nerede?



Bizim meslekte, meşhur oyunculara, yönetmenlere falan ulaşmak sıkıntılıdır. Çok zor değil ama sıkıntılı işte. Hele ki ortada yeni bir film, proje vs. yoksa… Sorun meşhurlarda değildir; kendilerine ekstra iş çıkarmak istemeyen kraldan çok kralcı asistanları aşmak zordur. Hollywood’a ulaşmak elbette daha da zor. Önce ajansı aşacaksınız, sonra asistanı (ki orada ajans, asistandan daha fazla güçlük çıkartır.)

Neyse ki çok işimin düştüğü bir alan değil, daha çok anlatılanlardan biliyorum ama biraz önce –epey bir gecikmeyle de olsa- okuduğum haber, bu sıkıntıları yaşayan herkes adına yüreğimi soğuttu.

Hollywood Reporter’ın haberine göre, Academy of Motion Picture Arts and Sciences (bildiğiniz Oscar Akademisi yani) Ağustos ayından beri Jean-Luc Godard’a ulaşmak için çabalıyor. Telefon, faks, e-mail hiçbiri kâr etmedi. Arkadaşlara haber bıraktılar (yahu kimdir Godard’ın arkadaşları bu arada); olmadı. Son çare mektup yolladılar; henüz cevap yok.

Kendisine bir adet Oscar heykelciği takdim etmek istiyorlar. Onur ödülüymüş.

Herhalde artık bu sene ölür, diyorlar (79 yaşında kendisi); Oscar’sız gitmesin! Godard’ın da çok umurundaydı ya. Sigara yasağından dolayı uzun uçuşlar yapmıyormuş zaten.

Herkes size mi ulaşmaya çalışacak. Tabii ya, biraz da siz uğraşın. Arayın abiler, belki bulursunuz. Ya da bir zahmet kalkıp Paris’e gidin. Anahtar paspasın altında.

norveç'in ağacı meşhur


Haruki Murakami’nin Türkiye’de artık epey okuru var. Doğan Kitapçılık (DK) neredeyse bütün kitaplarını bastı. Bu yüzden yazarla ilgili gelişmeler artık burada da haber statüsünde. Ama tembel kültür sanat servisleri, kendileri kadar tembel ajanslardan gelen haberleri kontrol etmeden bastıkça, o haberler hep yanlış verilecek. Murakami’nin Beatles’ın şarkısından esinlenerek isimlendirdiği Norvegian Wood romanını, DK İmkansızın Şarkısı başlığıyla yayımlamıştı. Aslında hoş bir çeviri; çünkü şarkıda “wood” ile ne kastedildiği zaten tam olarak bilinmez. Ağaç mı, mobilya mı, kereste mi, orman mı? Hemen sözlere uzanalım:

i once had a girl or should i say she once had me
she showed me her room, isn't it good? norwegian wood


bir de şu var tabii

and when i awoke i was alone, this bird had flown
so i lit a fire, isn't it good? norwegian wood


Paul McCartney gerçi daha sonra, şarkıda kastedilenin Norveç’in çam ağacından ucuz mobilya olduğunu da söylemişti. Her neyse, Murakami ile ilgili çoğu haberde, bu eserinin adı bir şekilde Norveç ağacı olarak çevriliyor. Zamanında Anadolu Ajansı’ndan gelen norveç ağaçlarını Milliyet, Radikal, Gazeteport vb. olduğu gibi sayfaya koymuştu. Tufaya son düşense bugünkü Taraf. Guardian’daki “Norwegian Wood sinemaya uyarlanacak” haberini “O ağaç yakında beyazperdede” başlığıyla yayımladılar. Artık nasıl bir ağaç hayal ediyorlarsa.

Madem ki heveslendik, buyurun Beatles’dan Norwegian Wood, bu da şarkının akla zarar ama sevimli sözleri. Guardian’daki haberi de buradan okuyabilirsiniz. Haa, bu arada filmin müziklerini Radiohead’den Jonny Greenwood (iyi ki haberde yeşil ağaç diye geçmiyor) yapacakmış. Yönetmen Anh Hung Tran. Film Aralık’ta Japonya’da vizyonda.

ay sarayında