hâlâ

Dillerinin ucunda iki kelime duruyor sürekli: Vatan haini… 
Karşılarında olana söylüyorlar, yetmiyor. Yanlarında durup azıcık huysuzlanan için de hazır. Vatan hainisin!

Kendileri gibi düşünmemek yeterli. Onlar ne düşünüyor peki vatan dedikleri bu sürekli ihanet edilen yer hakkında? Orası meçhul… Kendileri de bilmiyor. Başlarındaki adamın düşüncelerine göre değişiyor o kısım. Çok değil, geçen seneki -yine montajdan ibaret, gayrısamimi- fikirlerine dönseler, kendilerini de ihanetten yargılamaları gerekir. Geçelim. 

‘Kanlarında duş alırız” diyenlerin yanında durmayı mı vatanperverlik olarak görüyorlar yani? Bu kadar düşülür mü?  

Hadi bir kısım 'kendini bilmez' ihanet etti diyelim! Peki kendileri ne yapmış bu vatan için? Bir derde çare olmuşlar mı; bir şiir, bir roman, bir öykü bırakmışlar mı; bir icat yapmışlar mı; bir yaralı parmağa işemişler mi? 

Kuru gürültüleri duyulmasın, koflukları bilinmesin, yaptıkları haksızlıklar unutulsun diye dillerinin ucuna yapışık olmasın bu iki kelime... 

54 yıl önce bir başka ‘vatan haini’ de yazmış, buyurun.

“Vatan çiftliklerinizse, 
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, 
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, 
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, 
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, 
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, 
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, 
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, 
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, 
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, 
ben vatan hainiyim. 
yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla : 
nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.” 
  

Serbest düşüş de devam ediyor hâlâ… 

ahab aslında kimdi?

Moby Dick'in aslında neden bahsettiği mevzuuna bir önceki post'taki gazete yazısı vesilesiyle girmiştim.  'Işıkla Yazılsın Sonsuza Adım' ile 'Bizans'ta Kayıp Zaman'ını döne döne okuduğum yazar Mehmet Coral, sağolsun "Bir de şuraya bakmalı" diyerek ek yaptı. Buraya alıyorum: 

* Kitap büyük ölçüde İncil'e göndermelere dayanır.
* Kaptan Ahab, İncil'deki putperest kral Ahab'ın edebi bir reenkarnasyonudur.
* Pequod, noel günü denize açılır. Yani, İsa'nın doğum gününde, Miladın başlangıcında vs.
* Ahab, insanın içindeki kötüyü simgeler. Kaderi yeneceğini, tanrıyı öldüreceğini, evrene sahip olacağını sanır. Moby Dick, onun için bu metafizik gücü simgeler. Daha önceki çatışmalarında yenilmiş, bir bacağını kaybetmiştir. Ancak, intikamını almak, en büyük gücü öldürmek için misyonuna devam eder.
* Kitaptaki diğer bütün karakterlerin İncil'de belirli karşılıkları vardır.
* Bugüne uzanan en ilginç öğe ise STARBUCK'tır. Simgesi 'denizkızı'dır.

PS: Belli ki Starbucks kahve zincirine, isim illa Moby Dick'ten gelecekti... Önce direk geminin ismi Pequod ile gitmişler; içlerine sinmemiş... Starbuck'ı seçmişler.

moby dick aslında neyi anlatıyor?


Klişe cümle cuk diye yerine oturuyor: Herman Melville'in ölmez eseri... 'Moby Dick, Beyaz Balina'yı, Ron Howard filmi 'Denizin Ortasında' vesilesiyle yeniden hatırladık. Bu yılın siftahı niyetine, 3 Ocak tarihli Hürriyet Pazar'da bu büyük beyaz'ın çevresindeki efsane halesini yazmıştım, buraya da alalım. (Sonsuza doğru uzayıp gitmesin diye, bir sonraki post'la ayırdım). Gazetedeki yazı aşağıda. Bir sonraki post'ta bir başka katkı gelecek... 

* 1820 yılının en büyük hikâyelerinden biri... Balina gemisi ‘Essex’, Polinezya adaları civarında dev bir ispermeçet balinası tarafından batırılmış, tayfası kayıplara karışmıştı. Ama kötü haber, zamanın koşullarında, tez ulaşmıyordu. Olay ancak 1821 yılında haber oldu İngiltere ve ABD’deki gazetelere. 92 gün Pasifik’te yol alıp, kendi arkadaşlarını yiyerek kurtulan sekiz kişinin öyküsüyle birlikte... Bu ve benzer hikâyeler, Melville’in 1851 tarihli romanı ‘Moby Dick’e ilham verecekti (Cuma günü vizyona giren ‘Denizin Ortasında’ bu ilhamın izini sürüyor zaten). 

* Bu sadece bir balina avı macerası değil. Daha fazlası. Düşünün, Sanayi Devrimi yılları... Balina yağı, dönemin petrolü... Gemicilerse, uzak coğrafyalarda bahtlarını arayan madenciler (hatta yönetmen Ron Howard’a göre ‘dönemin astronotları’). Aydınlatma için elzem olan yağ, balinadan geliyordu. Pistonlar, dişliler, tezgâhlarda en iyi sonucu bu yağ veriyordu.  Arabadan lambaya her yerde o kullanıldı. Dönemin plastiğine en yakın madde yine balinadan elde ediliyordu. Parfümlerde kullanılan esmeramber de. Yani balinalar, Sanayi Devrimi’ni sırtında taşıdı. Elbette kendi istekleri dışında ve soyları tükenme pahasına... 

* Bir ufak giriş bilgisi... Moby Dick’in açılış cümlesi birçok listede dünyanın en çok bilinen ilk cümlesi olarak geçiyor. “Bana Ishmael deyin” diye açılıyor Moby Dick (Orijinal dilinde ‘Call me Ishmael’). Sürpriz bir ismin, oyuncu Tom Hanks’in tanıklığına başvuralım. Daktilo delisi yıldız, 2013’te New York Times’a yazdığı makalede şöyle diyordu: “Şunu bir deneyin; ‘Moby Dick’in açılış cümlesini 1950 model bir Olympia daktiloda yazın, ‘Call! Me! Ishmael!’ diye ses verecektir.” 

* Yazdığı gibi yaşayan, yaşadığı gibi yazan eski kuşaktan, maceracı bir adamdı Melville. Balina avını, deniziyle, gemisiyle, tayfasıyla, kimilerinin ‘bu bir av rehberi olmuş’ eleştirisine yol açacak kadar isabetli aktarabiliyorsa, sebebi o gemilerde, sert koşullara dayanarak bizzat çalışmasıydı. Bu, onun aktarım gücü; peki Moby Dick’in kendisi neden bu kadar büyülüyor halen bizleri? Çünkü o dev beyaz balina gerçek... Bir King Kong, bir Godzilla değil; ‘mış gibi’ yapmıyor! Jaws gibi sörfçüyle, yüzücüyle, ufak teknelerle uğraşmıyor;koca gemileri terorize ediyor. Moby Dick, bugün geldiğimiz aşamada en karanlık uzay filmlerinde ne olduğunu tasavvur bile edemediğimiz yaratıkların işlevini görüyor. Sınırları zorlayan, yeniyi keşfetmeye çalışan insanlık için hem sonsuz bir merak kaynağı hem tüketim fetişi hem de kâbus oluyor. 

* Herkesin sadece bir balina ve amansız mücadele gördüğü yerde, çok daha fazlasını arayan da var. Moby Dick’in aslında ne olduğuna yüz yılı aşkın süre içinde onlarca farklı cevap verildi. Romanı, Sabahattin Eyuboğlu ile birlikte Türkçeye çeviren Mîna Urgan’dan eleştirmenlerin onu ne şekillerde değerlendirdiğini öğreniyoruz. Doğanın yaban güçlerinin simgesi... Kader... Tanrı... Evrenin çözülmez gizi... Para ve ağır endüstriye dayanan sömürücü sınıf... Bilinçaltı... Nefret edilen baba otoritesinin ve baskının bir simgesi... Hatta beyaz ırkın psikolojik bakımdan yitirdiği cinsel gücün simgesi... Yani hemen hemen her şey... "

* Peki romanda, hayatını Moby Dick’i öldürmeye adamış, karizmatik ve lider özellikli, efsanevi Kaptan Ahab neyi temsil ediyor? İnsanlığın tüm gizi, çabası, amacı, yıllar içinde edebiyat tarihinin en karmaşık karakterlerinden Ahab’ın şahsında da arandı. 2009’da yitirdiğimiz iletişim profesörü Ünsal Oskay bir makalesinde, Ahab’ın bir ‘direniş sembolü’ olduğunu anlatıyordu. Neye direniş?  “(...) Çağdaş toplumsal yaşam ve bunun insanı ‘başı bağlı balık’ haline getiren yanları, Melville için, insanın binlerce yıldan beri yaşadığı fakat artık kesinlikle karşı çıkması gereken tüm olumsuzlukların, tüm insansal sorunların odağı olmuştur. ‘Bir ulu ağacın dimdik gövdesini yukarıdan aşağı didiklemesine yaran bir yıldırımın izi’ gibi, binlerce yıllık kaderini yaşayan insanoğluna, ‘dik bakışlı, inatçı, sonsuz bir gücü olan’ Kaptan Ahab’ın kararlılığı ile bu amansız kadere karşı direnmekten başka çaresi olmadığını anlatır. (...) Bir öncü olarak Ahab, ‘içinden dışından kemirilmiş, yanmış, iflah olmaz bir derdin pençesine düşmüş’ bile olsa, ‘canavarların en korkuncuna mızrak vurmak için’ yola çıkan insandır. (Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri, İnkılâp Yayınları) 

* Birçok eleştirmen, Moby Dick’in aslında ABD’yi anlattığını, o okunmadan Amerika’nın da anlaşılamayacağını düşünüyor. Hayatı bu kitapla açıklayan başkaları da var. Mesela Batı Almanya’da özellikle 1970’lerde etkili olan radikal sol örgüt ‘Kızıl Ordu Fraksiyonu’ (kısaca RAF) romanı bir anahtar olarak görüyor; örgütün üyeleri kendilerini balinayı yani Almanya’yı ne pahasına olursa olsun öldürmeye çalışan Kaptan Ahab ve tayfasıyla özdeşleştiriyordu. Her birinin romandan gelen bir takma ismi bile vardı.

* Melville'in kitapları, Moby Dick dahil, sağlığında kabul görmedi. Ancak 1910'lardan sonra Melville 'dahi yazar' statüsüne yükseltildi; Moby Dick ise roman tarihinin en iyileri arasına girdi. Yazarına sağlığında bir hayrı dokunmadı ama bu koca balina zaman içinde sayısız esere, fikre, isme ilham verdi. En basiti, dünyanın en büyük kahve zinciri Starbucks'ın ismi romandaki ikinci kaptandan geliyor."

öyle bir rüzgâr geçer

Tam karların eridiği günlerdi
Taşan çaylar gördük yol üstünde
testere sesleri duyduk dağa varınca
koruda hızarcıları gördük

bazen bir söz çalınır dillerinden
şimdi uzak dağlarda, o koruda
bir dönem dallarında dolanırdı ya
öyle bir rüzgâr geçer yüreklerinden

Necati Cumalı - Göç





Fotoğraf: Slovenyalı kayakla atlamacı Peter Prevc, Almanya'da Garmisch-Partenkirschen kasabasında yapılan turnuva öncesi antremanda... Burası, tahmin etmişsinizdir, Bavyera. Şarkı da Yeni Türkü'nün muhteşem olduğu dönemden, Dünyanın Kapıları'ndan. 

okurla olmuyor


Dünyanın en güvenilmezi: Okur milleti…
Her yazar, gazeteci kendine ferah ferah ders çıkarabilir, bugüne kadar öğrenmediyse: Okura güven olmaz.
Neden olsun?  #tarih Dergisi de bu ay itibariyle tarih oluyor.
Bu dergi bağımsız olarak yayımlanma kararı aldığında “aslansın, kaplansın” diye atıp tutan okur ortada değil. Oysa dergi son sayı dahil, pırıl pırıl yayın yaptı. Bilgiyse bilgi, gündemse gündem… Bir boşluğu dolduruyordu. Şimdi döndük yine sıfır noktasına. Okur’la olmuyor…Maalesef.

avrupa'nın en çok hakkı yenen şehri


Yine İspanya… 

Şu ana dek gördüğüm en hakkı yenmiş şehir. Sevilla… Tarihi var, sanatı var, estetiği var, gecesi ayrı gündüzü ayrı var. Nehri, yeşili, güleryüzlü insanı var. Varoğlu var… Ama önde gelen şehirler arasında yeri yok. ‘Underrated’ kelimesinin şehir karşılığı; öyle bir yer Sevilla. 

Madrid’den Sevilla’ya geldiğinizde farklı bir ülkeye girmiş gibi oluyorsunuz. Burası Endülüs. Burası hakikaten zil, şal ve gül. İspanya hakkında ne düşlüyorsanız, bugüne kadar İspanya’yı size nasıl anlattılarsa tümüyle burada. Madrid, Barcelona başkaymış, Endülüs başka… 

Sanki demir işlemeciliğini onlar bulmuş; demirden örümcek ağlarıyla sarmışlar şehri dört baştan. Seramiğe hakkını veren Lizbon mavi mavi, tatlı bir şehirdi; Sevilla üstüne ferforjeyi de koymuş. Her balkonda, her avluda, baktığınız her kapı arasında incecik, göz alıcı, demirden kuşlar, yapraklar, dallar… 

Mandalina mı portakal mı olduklarını bir türlü ayırt edemediğim ağaçlar her tarafta… Dalları yüklü binlerce ağaç… Ağır gelen meyveleri yol kenarlarına yuvarlanmış, bekliyor. Görmesi mutluluk veriyor. Harikulade de bir hikâyesi varmış. Daha sonra anlatırım. 

Amsterdam’da yol bulmak ustalık ister. Venedik’in ara sokaklarında da. Sevilla başka bir aşamaymış meğer. Daha üstü olduğunu da sanmıyorum. Şehir, birbirine benzeyen daracık sokaklarıyla, yetersiz tabelalarıyla, yön duygusuna aman vermeyen ikiz binalarıyla sizi kaybolmaya zorluyor. Yine de bu bir zevk. Hele geceleri…

Şu ‘underrated’ meselesine yine dönersek… Sevilla’daki Plaza Espana’nın (İberoamerica Fuarı için 1920’lerin sonunda inşa edilmiş) ya da devasa katedralinin çeyreği olmayan binalarla, yavan dokusuyla Avrupa kültüründe yer etmiş şehirler var. Neden Sevilla aralarında değil. Benim aklıma gelen, bugün halen döne döne tükettiğimiz o kurucu hikâyeyi, modernizmi ıskalaması. Bir de ona el veren, onu yeniden üreten, kendi hikâyeleriyle onu zenginleştiren sanatçı grubunun son yüzyılda şehirde yaşamaması. Barcelona’yı, Madrid’i bugüne taşıyan büyük isimler var sonuçta. Picasso, Dali, Gris, Gaudi… Sevilla, eski yüzyıllarda kalmış. Bana sorarsanız, bir örnek şehirler arasında, böylesi iyi de olmuş. 

Bu girizgâh olsun Endülüs’e, devam ederiz…

ilk burdurlu

A. ile bir kafeden çıkmıştık ki, aceleyle dönüp bir şey unuttum mu diye masanın üzerine bir daha baktım. Unutmamışım. O sırada yanımızda bir...