geciken treni kiminle beklemeli?

Köln İstasyonu, 6 numaralı peron... Amsterdam trenine yirmi dakika var. Frankfurt'tan gelecek, bizi alacak ve üç saat sonra evimize ulaştıracak.

Bekliyoruz. Derken, elektronik tabelada bir yazı beliriyor. 80 dakika rötar. Ekrana bakarken bir önceki Amsterdam treninin de gelmediğini fark ediyoruz. Ona binecek yolcular halihazırda iki saattir bekliyor. Bizimkinin de ertelendiğini anlayınca yüzleri düşenler onlar.

Durumu anlamak için danışmanın önündeki kuyruğa giriyoruz. Gişedeki görevli bir Türk. Yazıcısından bir çıktı alıp yolculara veriyor. Dağıttığı kâğıtlarda alternatif bir seyahat plânı var. Üç aktarmayla gece yarısından çok sonra (beş altı saatte) Amsterdam'a varılabiliyor. İsteyen bu yolu kullanacak, isteyen geciken treni bekleyecek. Bize farklı bir şey daha söylüyor ama: "Treniniz belki hiç gelmeyebilir."

Karar veremeden perona dönüyoruz. Aramızda konuşurken bir başka yolcu araya giriyor. "Amaan, gelecek birazdan, tren değil mi, gecikir..." Uzun saçlı, güler yüzlü, Hollandalı bir adam. Elinde bir iş çantası. İki saattir bir önceki treni beklediğini söylüyor. "Neyse, bir tanesi gelsin de beraberce gideriz." Sonra da standart Hollandalı sinizmiyle demiryolu şirketini şöyle bir kalaylıyor. Maksat, adet yerini bulsun.

Biz de adamın tasasızlığında bir ferahlık bulup oraya sığınıyoruz. Alternatif planı aklımızdan çıkarıyoruz. Gişedeki görevli umurumuzda değil; bu adam "gelecek" diyorsa, o tren gelecek!

Sonra yeni bir anons... Bir yarım saat rötar daha... Üstelik trenlerden biri de iptal. Demiryolu şirketinin Alman görevlisi tepkileri göğüslemek için peronda hazır. Çevresindeki çember giderek daralıyor. Gençten, top sakallı ve tümden sinire kesmiş bir adam bağırıp çağırmaya başlıyor görevliye. Soluksuz konuşup duruyor. "Neden bana gelip rötarı haber vermiyorsunuz" bile diyor bir ara. Saçından sakalından duman çıkıyor. Çevredeki herkes geriliyor. Görevli şaşkın. Yolcular mutsuz, yorgun.

Bizim adamı buluyoruz bir telaş... Keyfi yerinde, elinde çantası, ıslık çala çala geziyor peronda. "Gelir birazdan" diyor "gelir gelir..."

Seviniyoruz.

Derken geliyor tren...  Adam başıyla nazik bir selam veriyor, kapılara üşüşen kalabalığın içinde kayboluyor.


murakami'nin izinde



400 sayfa oldu. Daha da epey bir yolum var. Haruki Murakami'nin 1Q84'ünün yarısında bile değilim.

İlk okuduğum Zemberekkuşunun Güncesi'ni çok severim. Elephant Vanishes'teki öyküleri de. What I Talk About When I Talk About Running hâlâ ilham verir. Diğer birçok kitabını, bu saydıklarımla aynı düzeyde bulmasam da okudum. Severek demeyeyim ama ilgiyle... Murakami'nin kolaylığından, teklifsizliğinden, gizemciliğinden hoşnutum.

Hep aynı kapıya çıkan ve artık fena halde tanıdık gelen formülünü de benimserim. Şöyle ki: Kara kedi nerede? Suya düştü? Su nerede? İnek içti. İnek nerede? Dağa kaçtı? Dağ nerede? Yandı bitti kül oldu...

Kim sevmez ki bunu? 

Ama IQ84... Bitmek bilmez tekrarlar, sürekli aynı cümleler, aynı düşünceler, aynı sıkıntılar, aynı klişeler... Bir türlü tam anlamıyla başlamayan olaylar. Gereksiz ayrıntılar... 500 sayfa daha yolum var.  Güzel günlerimizin hatırına, kalan kısmı da okuyacağım.

Yine de şu soruyu unutmam mümkün değil: 1Q84 niye bu kadar uzun yazılmış? Aklıma maalesef sadece ticari cevaplar geliyor.

Kitap bittiğinde söylediklerimden pişman olursam, size de haber veririm.

Yukarıda gördüğünüz bağımsız bir Murakami belgeseli. In Search of Murakami... Çok iyi sayılmaz ama çaba takdire değer. Yazarı seviyorsanız bir göz atın derim.

göstermeden göstermek

On sekiz bin vuruşluk bir köşe yazısı... Bir günlük gazetenin yazarı üşenmemiş, oturup yazmış. Editörler "bu nedir kardeşim" dememiş, basmış. Bizden okumamamız bekleniyor.

Ben başka bir şey yaptım; gazetenin web sayfasından yazıyı kopyalayıp bir word dosyasına yerleştirdim. Vuruşları saydım: 18319.

Bu bir haber dosyası değil. Güncel bir mesele değil. Sadece çalakalem görüşler...

Bir insan neden bu kadar uzun yazar? Neden her şeyi ama her şeyi bildiğini (en azından böyle düşündüğünü) gözümüze sokmak ister?

Hafta sonu Akşam'ın pazar ekinde, tasarımcı Bülent Erkmen'le bir söyleşi vardı. Eyüp Tatlıpınar yazmış. Okursanız, Erkmen'in genç tasarımcılara öğütlerini öğrenirsiniz. 

Bir tanesi benim özellikle ilgimi çekti. Göstermeden gösterin, diyor Erkmen. Yazı için de geçerlidir. Fazlalık, yazanı da okuyanı da yorar. Yazıya her şeyi koymak yerine, yapılabiliyorsa, sezdirmek yeterli. İyi yazar, kanaatimce, okura elzem olanı verir ama onu daha fazlasını bildiğine de ikna eder.

18 bin vuruşluk köşe yazısı beni ikna etmiyor. Okumuyorum bile. Aklına gelen yazmak isteyen buyursun defterine (bloguna da değil) yazsın. Gazeteleri işgal etmesin.

Erkmen'in çok zaman önceki bir başka uyarısını hatırlıyorum: "Bir işi bitirdikten sonra teslim etmeden evvel en az 24 saat soğutun" diyordu.

O köşe yazısı soğusa, geriye sadece çerçevesi kalırdı.

Akşam'daki söyleşi Bülent Erkmen'in Milli Reasürans'taki "Son İşler 2" sergisi şerefine. Üstteki fotoğraftaki işi de İstanbullular tanır. Sokak tabelaları Erkmen tasarımı.

çocuklar zalim

Hollanda gazetelerinde acı bir haber... Birkaç gündür dönüp duruyor. Küçücük Pijnacker kasabasında 13 yaşında bir kız çocuğu intihar etmiş.

Çocuklar zalim oluyor bazen. Çok zalim hem de. Daha ortaokuldaki çocuklar bir liste yapıyorlarmış. Banga List... Tam tabiri söylemeyeyim; bir tür "kolay kızlar" listesi.

Elden ele dolaşmıyor, kulaktan kulağa fısıldanmıyor bu liste. Facebook'ta 'share' ediliyor, Twitter'da RT... İntihar eden çocuğun adı da bu listedeymiş. Dayanamamış, canına kıymış. Okulun müdürü habersiz. "Twitter'da dolaşan bir liste mi neymiş, öyle bir şey" diyor.

Banga List, o okula ya da Hollanda'ya özgü değil. Yürüyüp giden bir fenomen. Dergilerde, forumlarda, sosyal medyada dolaşıyor.

Social Network filmini izlediniz mi? Facebook'un hangi amaçla başladığını hatırlıyor musunuz?

Nereye koyacağız şimdi bu intiharı?

cam siliciler

Sabah... Evden çıkmak üzereyim. Televizyon açık. Kumandadan Felemenkçe kanallar akıp gidiyor.

İrkiliyorum birden...

Camda bir fırça. Fırçaya bağlı bir hortum, su püskürtüyor. Acelesiz, bir aşağı bir yukarı fırçalanıyor penceremiz. İkinci kattayız ve birisi camlarımızı temizliyor.

Çantamı alıp dışarıya çıkıyorum (itiraf ediyorum, hep bu cümleyi yazmak istemiştim.)

Sokakta, evin karşısında küçük bir araba. Arabadan bir hortum çıkıyor. Hortumun ucunda elinde upuzun fırçasıyla bir adam duruyor. Keyfi yerinde; şarkı söyleyerek işini yapıyor.

İşini yaptığı yere, bizim evin penceresine bakıyorum. O da bana bakıyor. "Ne güzel hava, değil mi" diyor. "Evet, güzel" diyorum. Camları işaret ediyor. "Şimdi biter, az kaldı."

"Peki"  diyip uzaklaşıyorum evden. Diğer sokaklarda da aynı görüntü. Camlar yıkanıp siliniyor. Amsterdam'da bazı evlerin pencereleri çok büyük ve içeriden temizlenmesi imkânsız. Bu yüzden güzel havalarda, dördüncü kata kadar uzanan fırçalarıyla profesyoneller yapıyor bu işi. Demek ki, yeni taşındığımız bu ev de onların kapsama alanındaymış.

Bir saat sonra geri döndüğümde camı çerçeveyi temiz, faturayı kapıda buluyorum. 25 euro...


fotoğrafçının sorusu

Yarın bir röportaja gideceğim. Tuhaf bir konu, bilmediğim bir dünya...

Buralı bir fotoğrafçıyla çalışacağım. İşinin ehli bir adam. İyi bir iş çıkartacak, eminim. 

Dergilerde bugüne dek birçok fotoğrafçıyla tanıştım. Beceriklilerdi, iyi habercilerdi; dahası iyi sanatçılardı. Habere gitmeden önce uzun uzun konuşurduk. Planlar yapardık - ki bazısı elimizde patlardı. Kavga da ederdik bazen. Ego meselesi...

Sonuçta çok şey öğrendim onlardan.

Ama bugün ilk defa bir fotoğrafçı bana farklı bir şey sordu: "Bu röportajı ne tonda yazacaksın?"  Hüzünlü mü, eğlenceli mi, ciddi mi, hafif mi? Ona göre çekecekmiş fotoğrafları.

Öğrenmenin sonu yok.

mühendislerimiz halleder vol.II

İşçilerin hayatını kaybettiği yangından sonra "güven" üzerine yazmıştım; "mühendislerimiz halleder" başlığıyla. İki yorum geldi. İkisi de benim yazdıklarımdan daha dolu. Deryik ve İsmail'den. Kutucuklarda kaybolup gitmesin diye, buraya taşıyorum. Vakit ayırıp yazdıkları için de çok teşekkür ediyorum. 

Deryik

Hollanda'da Hollandalılar, Hollanda için her şeyi halleder genelde. Koca Avrupa'nın en küçük ülkelerinden biri; ama en çok global kaynak tüketen ülkesi. Neden? Çünkü Hollandalı mühendislerin çözümü çok. Her şey büyük bir makine gibi görülüyor; makinenin adı da Hollanda. Mesela çevreyi kirleten teknolojileri / madenleri vb üretim tesislerini gelişmekte olan ülkelere kaydırıyorlar. Hollanda Çevre Bakanlığı yetkilisi büyük bir gururla, "kirleten sanayilerin ihracatını yaparak hem ülkeyi temiz tutuyoruz hem de ihracat geliri yaratıyoruz" diye anlatmıştı ben orada okurken: mesela X maden Brezilya'da kuruluyor, ham ürün Hollandada işlenip son hali yine Brezilyalılara satılıyor. Benzer şekilde, gemi sökümü için asbestli gemiyi de Türkiye'ye yolluyor mesela, en verimli çözüm bu. "parasıyla değil mi?" sistemiyle sağlanan bir verim. Yetkilinin bunları anlattığı kişiler tam da bu ülkelerden geliyordu bu arada, ama o gururluydu.

Yani Hollanda mühendislerine güvenmekte çok haklı; her şeyi en "optimum" şekilde yapmayı, verimliliği vs iyi biliyorlar. Sınırlarını kendileri çizdikleri sistemin, "makinanın" en iyi şekilde işlediğinden eminler.

Öte yandan, o yemyeşil ülkenin ne pahasına yeşil kaldığını sorgulayan bir mühendis çıkarsa, işte o zaman belki siz "iklim" dediğinizde, "mühendisler halleder" demeyi bırakırlar; çünkü iklim denen şey harita üstündeki sınırları tanımıyor, tüm gezegeni ilgilendiriyor sonuçta.

Özetle tüm bu muhteşemlik, bir yerde fazlasıyla bencilce geliyor bana. Mühendislerinin bir şeyi hallettiği de yok aslında; kendi evlerini temiz tutmaktan başka.

İsmail Pelit

rahatlatıcı güven duygusuna hiçbir zaman sahip olmadık ki, onu kaybetmeye fırsatımız olsun. en temele bakalım: bu ülkede bir insanın kendine güvenmesi yadırganır. hep söylenen sözü hatırla: "babana bile güvenme!"

güvenmek, neredeyse bir zayıflık alametidir. peki neden böyle? insan kusurlu olduğu için mi? daha derin bir şey bana kalırsa: güvendiğinde, güvendiğin kişiye/ kuruma/ meslek grubuna teslim olursun. bu ülkede insanlar sözde teslimiyeti sevmez, hiç merak ettin mi? avrupa'da kaç şahsın doğrudan kendisine ait şirketi var? genellikle orada güçlerini birleştir insanlar. şirketler tek bir kişinin borusunun öttüğü yerler değildir. ama bu ülkede neredeyse sadece şu vardır "az olsun ama benim olsun" kardeşler bile ortaklık kurmayı, yürütmeyi zor becerir; güvenemezler birbirlerine.

cemaatin, arkasında namaz kıldığı imama güvenmediğini, adamın dedikodusunu ettiğini bile gördüm. neden? çok mu ince düşünüp güvenmemeyi tercih ediyor insanlar? hayır, karşılarındakinin her şeyden önce kendi menfaatini kollayacağına inanıyorlar. herkesin kendini düşündüğü bir dünyada, neden mühendisler insanların/ halkın lehine bir işin ucundan tutsun? herkes kendi kesesini dolduruyor; böyle düşünen insanlar, hiç kimseye güvenmez.

demek ki, temelde bir güven sorunu var bu memlekette. ben kendime güvenerek, lisede müfredatı eleştirdim. edebiyat tarihi hocam, beyninden vurulmuşa döndü, beni sınıfta bıraktı. bana "neyine güveniyorsun sen?" dediğinde, "kendime" deyince; "ben sana hiçbir şey öğretememişim" dedi. demek ki itaat bekliyor. bak bu çok ilginç: bu ülkede her kurum/ her erk sahibi kişi kendine itaat edilmesini, güvenilmesini ister, ne var ki kurumlar/ erk sahibi kişiler hiç kimseye güvenmedikleri gibi; kendine güvenen birini görünce de onu tehlikeli bulup engellemek isterler.

içerideki gazetecilerin orada olması, iktidara değil kendilerine güvenmelerinden kaynaklanıyor. ya da iktidar dışındaki başka bir güce güvenmelerinden. iktidar hiç kimseye güvenmez bu ülkede (bilim adamları,mühendisler de dahil); iktidarın ideolojisi de önemli değildir. cumhuriyet tarihi; baştan uca halkına güvenmeyen bir devletin mesaisini içeriyor. halkına güvenen onu fişler mi? onların arasındaki ayrılıkları gözetip, kamplaşmaya zemin hazırlar mı? mezhep ya da siyasi görüş farklılıkları bu ülkede kitleleri kontrol etmek için kullanılıyor: devlet halkına güvenmediği gibi, halkının da kendi içinde güvensizlik duygusuyla huzursuz olmasını istiyor. neden? halk, eğer diğerine güvenemezse devlete güvenir. türkler kürtlere, aleviler sünnilere, solcular sağcılara güvenemediğinde herkesin güveneceği bir devlet kendiliğinden ortaya çıkıyor. bugün bir rezalet olduğu söylenen 80 anayasası nasıl o kadar oy alıp kabul edildi? birbirlerine güvenemeyen kitleler devlete güvenmeye mecbur bırakıldı.

insan mecburen güvenir mi? bu ülkede kişinin kendi iradesinin anlamsızlığına vurgu yapan bir yığın söz var. ( en çok işittiğim: "ya seve yaparsın ya da ...")

hollanda'ya gelince orada devlet bir çamaşır makinesine benziyor; bir iktidar aygıtı değil, daha çok insanların hayatını kolaylaştırmak üzere imkanları organize eden bir cihaz. aynı bir çamaşır makinesi gibi çalışıyor devlet orada: vatandaşların hayatını kolaylaştırıyor. sen kirlet ben temizlerim.

buraya gelince; burada devlet kirletmeyi seviyor; başkasını kirletmeden kendini gösteremiyor; her iktidar birilerine çamur atarak kendi gücünü gösteriyor. sadece içeride değil. dışarıda da; düşman üretmeye muhtaç bir devlet; hiç kimsenin, hiçbir insanın dostu olamaz.

ay sarayında