dünya birden küçük mü?

En eskisi şunun şurasında üç hafta önceye gider: Karayiplerin üzerinden dört kasırga geçti, Meksika iki defa depremle yıkıldı, uzay aracı Cassini Satürn’e intihar dalışı yaparak görevini bitirdi, Almanya’daki seçimler sonucu aşırı sağcılar ilk defa parlamentoya girdi… 

Hangisi bizde bir gazetenin manşeti oldu? Hadi manşeti geçelim, hangisi ön sayfada doyurucu bir şekilde yer aldı… 
Tamam derdimiz bize, bizdeki bir yıllık olaylar silsilesi de bir İskandinav ülkesine ömür boyu yeter ama hep kendi kendimizle uğraşmaktan da gına gelmedi mi artık? Bu kadar yerli ve milli olmak da biraz fazla değil mi? 

Televizyonda ve gazetelerde Kapıkule’den sonrasına dair bir fikri olan, Rusya’yı, İran’ı, Asya’yı bilen, Irak ve Suriye hakkında sınırın ötesinde o sıra olanlardan başka şeye kafa yoran kaç kişiye rastlıyorsunuz? Yok. 

Onları geçelim, gazetelerin dış haberler sayfalarında (kimisi ‘Dünya’ da diyor) şu an Kuzey Irak’taki referandum dışında kaç haber var? Kaç ülkenin adı sayılıyor?

Bu memleketin çok sıkıntısı var, geçmişte vardı, ileride de olacak ama en ciddisi bence içimize çökmek… Dışarıya bakmamak, merak etmemek, sadece kendimizle uğraşmak… Oyalanmak. 

İşte bugünün konuları: Suudi Arabistan’da kadınlara otomobil kullanma hakkı verilmesi, İspanya ve Kuzey Irak’taki referandum, Suriye ve yaralarını sarmaya çalışan Meksika… Dünyadan birçok gazete bu olup bitenleri ya manşete çekmiş ya sürmanşete… Bizden daha mı meraklılar? Bizden daha mı dertsizler?

Cumhurbaşkanı Erdoğan sürekli “Dünya beşten büyüktür” deyip duruyor ama bizim açımızdan dünya birden de küçük belli ki…

Bir not da meslektaşlarıma: Siz de sıkılmadınız mı? 


En üstteki, Suudi Arabistan’da kadınlara verilen otomobil kullanma hakkını işleyen Mısır gazetesi Al-Akhbar. 





dünyayı gerçekten kurtaran adam

26 Eylül 1983... Rusya’da, Moskova Oblastı’nda yer alan Serpukhov-15 isimli yasak şehirdeyiz… 
Tam 34 yıl önce, bugün, burada Stanislav Petrov isimli bir yarbay, dünyanın sonunu getirecek bir nükleer savaşı tek başına engelledi…
Yarbay Petrov’un hikâyesi, bugün dünya üzerinde nefes alıp veren her bir canlının hayatının nasıl da pamuk ipliğine bağlı olduğunun hikâyesi… Bugün gülüp ağlıyoruz, yazıp çiziyoruz… Yarın pofff… İki dengesiz ve cahil insan yüzünden, onları oraya koyan biz insanoğlunun yüzünden her şeyin sonu gelebilir… Dünya, üzerinde uygarlık kuracak bir sonraki hayat formu için milyonlarca yıl beklemeye başlayabilir. Tabii o kadar ömrü kaldıysa. 

***

Petrov’un hikâyesine geri dönelim biz… O zaman, yani Soğuk Savaş’ın civcivli günlerinin yaşandığı 1983’te 44 yaşını süren Petrov, Serpukhov-15’te bu soğuk ve sinsi savaşın en ciddi işlerinden birini yürütüyordu. Rusya’yı vurmak üzere ABD’den ateşlenecek nükleer füzeleri saptamak onun işiydi. İsmi ‘Oko’ (Türkçe’de ‘Göz’) olan erken uyarı sisteminin –çalışırsa- Rus ordusuna zaman kazandırması bekleniyordu. Bu sayede misliyle karşılık verilebilecekti.

Füzenin ABD’den ateşlenmesi ve Rusya’da bir bölgenin isabet alması arasındaki zamanın 25 dakika olduğu tahmin ediliyordu. Ne yapılırsa işte bu 25 dakikada yapılacaktı. Rusya gardını alacak, karşı füzeler ateşlenecek, devlet adamları saklanacaktı. Hepsi 25 dakikada… Dünya o 25 dakikadan sonra asla aynı dünya olmayacaktı.


***

Dünya o günlerde zaten asla eskisi gibi olmamak için çırpınıyordu. New York Times’ın Petrov hakkındaki makalesinden aktarıyorum: Daha üç hafta önce, Sovyetler Birliği, ülkenin hava sahasına giren bir Kore Havayolları uçağını vurmuş, uçaktaki 269 kişinin tümünü öldürmüştü. Yolculardan biri ABD’nin Georgia eyaletinden bir kongre üyesiydi. Dönemin ABD başkanı Ronald Reagan bu olaydan sonra, Sovyetler’i ‘evil empire (kötülük imparatorluğu)' diye nitelemiş ve silahlanma yarışının dondurulmasına yönelik çağrıları reddetmişti. Sovyetler Birliği’nin başındaki Yuri Andropov’un da zaten silahsızlanmaya pek niyeti yoktu: Amerikan saldırısından fena halde korkuyordu.  
26 Eylül 1983 sabahında Petrov’un sorumluluğu altındaki bilgisayar sistemi Sovyetler’i vurmak üzere havalanan beş Amerikan füzesini haber verdiğinde dünya işte böylesine gergindi. 
Petrov ve ekibi şaşkına dönmüştü. Daha sonra “İlk on beş saniye tamamen şok halindeydik” diye anlatacaktı Petrov. Şimdi ne olacaktı? Ne yapması gerekiyordu?
Aslında önünde çok fazla seçim şansı da yoktu. Olayların şu sırayı takip ederek gelişmesi beklenirdi: 
Petrov telefona uzanacaktı. Üslerini bilgilendirecekti. “Efendim, sistemler efendim, ABD’den füze ateşlendiğini gösteriyor; evet efendim, beş füze görünüyor efendim, emredersiniz efendim” diyip aradan çekilecekti. Hepsi bu kadar! Tarihin gidişatı üzerinde bir etkisi olmayacaktı. Suçu da olmayacaktı. Sonuçta ellerindeki en gelişmiş bilgisayarlar bunları söylüyordu. Silsile üzerinden en tepedeki Andropov’a kadar gidilecek; devlet başkanı da acil karşılık verilmesini emredecekti. 25 dakika... Bunların hepsi 25 dakika içinde olup bitecek ve bildiğimiz dünyanın sonuna gelecektik. 

***

Ama bunlar yaşanmadı. İyi ki yaşanmadı!
Petrov, beş dakika boyunca elinde telefon bekledi. Ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Önünde ekranlar çıldırtıcı bir şekilde yanıp sönerken, nihayet kimseyi aramamaya karar verdi. Bunun yanlış alarm olduğuna hükmetmişti. Çok da emin değildi ama sezgileri bu yöndeydi. Sistem çok yeniydi; güvenilir bir aşamaya gelmemişti. “Şansım yüzde 50’ye 50’ydi” diye anlatacaktı daha sonra. Neredeyse yazı tura! Petrov’un seçtiği taraf gelmişti. Şanslıydı. 

***

Sadece o değil, hepimiz şanslıydık. Siz ya da anne-babanız o günü atlattıysa bu yüzde 50’lik talihimizin tutması yüzündendi.  
Çünkü ABD o füzeleri aslında hiç atmamıştı. Amerika’yı gözleyen uydu, sonbahar ekinoksunun da etkisiyle, bulutların üstündeki güneşin yansımasını, ateşlenen füzelerle gibi algılamıştı! Güneş, bulutlar, yansıma! Bu kadar işte… Bulutlara değen ışık huzmesi dünyanın sonunu getirecekti! Aptalca bir faciadan, soğukkanlı bir adamın muazzam baskı altında verebildiği doğru karar sayesinde kurtulduk. 
Petrov’un bulutlar üzerinde oynaşan ışıkları bilmesine imkân yoktu elbette. O “Bu işte bir yanlışlık var” diye vermişti kararını. İşte sonradan Washington Post’a anlattıkları: “İnsanlar bir savaş başlatmaya karar verdiğinde bunu beş füzeyle yapmaz. Bunu düşündüm. İçimde tuhaf bir his vardı. Hata yapmak istemiyordum ve bir karar verdim. Hepsi bu.” 

Alman Spiegel dergisine ise "Biz makinelerden daha zekiyiz; sonuçta onları biz yarattık" diyecekti. 

Bu güzellik cezasız kalmadı elbette! Yarbay, o an her şeyi kayıt altına almadığı için bir soruşturmaya uğradı ve kınama cezası aldı.

***

Stanislav Yevgrafovich Petrov, bu senenin 19 Mayıs’ında, Moskova banliyösü Fryazino’da, zatürre sonucu hayata gözlerini yumdu. 77 yaşındaydı. Dünyayı gerçekten kurtaran adamdı. Bugün de o gün gibi bir füzenin onun yaşadığı topraklardan ateşlenildiğini öğrenmek beş dakika bile almıyor; o füzenin karşı tarafa isabet etmesi de hepi topu 25 dakika. Petrov’un ölüm haberiyse Batı’ya dört ayda geldi. 

1984'te, Sovyet ordusundan albay unvanıyla emekli oldu Petrov. Erken uyarı sistemini üreten enstitüde kıdemli mühendis olarak çalışmaya başladı. Karısı Raisa'nın kansere yakalanması üzerine o işi de bıraktı; evine çekildi. Raisa 1997'de öldü.

Ona ulaşmak isteyen Batılı gazeteciler, Petrov'u aksi, huysuz bir adam olarak tanıdı. Onun tek söylediği görevini yaptığıydı. (İlgilisine: Walter Cronkite, Kevin Costner ve Robert De Niro'lu, Peter Anthony imzalı yarı dökümanter yarı kurgu 'The Man Who Saved The World  - Dünyayı Kurtaran Adam', Petrov'un detaylı bir portresini çiziyor.)


*** 
O tuhaf günün üzerinden 34 yıl geçti. Ne Reagan ne Andropov kaldı ortada. Soğuk Savaş da bitti. 
Ama elimizde Donald Trump ve Kim Jong-Un bulunuyor şimdi. Dünya, güneş ışınlarının azizliği yüzünden bile mahvolabilecekken, iki çılgın devlet adamı birer nükleer cephaneliğe hükmediyor. Birbirlerini saçmasapan sözlerle kışkırtmaya çalışıyorlar. Ellerinin altında her şeyi sona erdirecek birer düğme var. 
Üstelik dünyayı kurtaran adam da yok artık.   

tek adam tek millet tek manşet

Gündüz Alman basınının seçim sonrası manşetlerine bakmıştık. Bu da bizim halimiz...
Cumhurbaşkanı bir şey diyor; sonra gelsin dokuz sütuna manşetler… Bu kadar kolay pişti olmanın arkasında sadece iki şey olabilir: Ya herkes gerçekten aynı şekilde düşünüyor ya herkes başka bir şey söylemeye korkuyor… 

gelecekler, geliyorlar, geldiler

Almanya’da parlamento seçimleri yapıldı. Merkel, oyların yüzde 33’ünü alarak seçimleri kazansa da, en kötü performansını sergiledi. Partisi CDU/CSU (Hristiyan Demokratlar) ve bir önceki meclis aritmetiğininin ‘büyük’ koalisyonunda hükümet ortağı olan Sosyal Demokratlar (SPD) yaralı çıktılar seçimden. Tartışmasız kazanan aşırı sağcılar (AfD-Almanya için Alternatif Partisi) oldu. Irkçılık hiç yükselmemesi gereken bir ülkede yükselirken, AfD üçüncü parti olarak Bundestag’a (parlamento) girdi. 

Spiegel’in seçim kapağı, başka hiçbir şeyle değil, işte bu tartışmasız galiplerle ilgileniyor. “Oradalar” diyor, Bundestag’ı kast ederek. Biraz Game of Thrones hissi veriyor kapak. Aşırı sağcılar duvarın ötesinden geliyorlar gibi! Zaten başka bir yerden de gelemezler. Irkçılıkla zombilik iyi örtüşen bir ikili. (Almanca’daki ‘wahl’ yani ‘seçim’ sözcüğü ile İngilizce’deki ‘wall’ yani ‘duvar’ sözcüğü arasında da, “Çok zorlama oldu” demezseniz bir bağlantı var gibi). 

Kısacası, “Gelcecekler, geliyorlar” denilen ‘aşırılar’ geldiler. Üstelik en çok da mülteci meselesi üzerine oynayarak geldiler. Almanya’da ‘yabancı’ meselesini kaşıyan herkes bu işin sorumlusu. Bizim siyasetçilerimiz de bu işe dahil!  

Bir de seçim sonrası Alman gazetelerin bakalım. Aşağıda örneklerini göreceksiniz. Her zamanki gibi serin, sakin ve soğukkanlılar (‘Cool’ sözcüğünün tüm karşılıklarını taşıyorlar yani). Birinci sayfaları okuyunca, tüm seçimi okuduğunu düşünüyor insan. Benim favorilerim bugün olası bir Jamaika Koalisyonu’nu anlatan manşetiyle çıkan Die Tageszeitung ile seçim sonrası grafikle harika bir sayfa yapan Süddeutsche Zeitung. 

Peki ‘Jamaika Koalisyonu’ nedir? Özetleyeyim. Sosyal Demokratlar (SPD), seçimden ciddi sıkıntıyla çıktıkları için artık koalisyon ortağı olmak da sorumluluk da istemiyorlar. Muhalefete geçiyorlar. Üçüncü parti olan aşırı sağcıların (AfD) hükümete girme şansları yol. Bu yüzden Merkel (CDU/CSU), küçük ortaklarla yoluna devam edecek gibi. Yani Liberaller (FDP) ve Yeşiller… Bu üç partinin renkleri, sırasıyla sarı, siyah ve yeşil. Jamaika bayrağının renkleri…






ursula k. le guin'in sevdiği kitaplar

İki hafta evvel, “daha sonra devam ederiz” diyerek Şerif Mardin ile Mete Tunçay’ın okuma listesine girmiştim. Bir düşününce, o zaman bile, bu liste işine halihazırda başlamış sayılırdım. Röportaj yaptığım iki yazardan, Yuval Noah Harari ve Madeleine Thien’den aldığım listeleri unutmuşum… (Harari'nin listesini burada, Thien'inkini de şu linkte bulabilirsiniz). 

Bugün de en sevdiklerimden Ursula K. Le Guin’in okuma tavsiyelerine bakalım. Le Guin bu kitapları şöyle açıklıyor: “Bu benim ‘favori kitaplar’ listem değil. Bu sadece, son zamanlarda okuduğum, yeniden okuduğum, beğendiğim ve herkese anlatmak istediğim kitapların listesi.” Aşağıda bulacaksınız (Bu listenin, dokuz sene önceden geldiğinin notunu düşeyim ama güncellikle ilgili bir sorun yaşadıklarını düşünmüyorum. İkinci bir not: Türkçe’de olanları Türkçe ismiyle verdim, YB). 

  • Görmek, Jose Saramago (Bu kitap, ‘Körlük’ün devamı. Le Guin, “Körlük’ beni dehşete düşürmüştü ama karanlıktan aydınlığa muhteşem bir şekilde çıkıyordu; ‘Görmek’ bunun tam tersi ve çok korkutucu bir kitap” diyor.)
  • Changing Ones, Will Roscoe (Amerikan’ın yerli toplumlarında ‘cinsiyet’in nasıl inşa edildiğiyle ilgili bir kitap; Le Guin’in ilgisini çekmesi tesadüf değil.) 
  • Age of Bronze - The Story of the Trojan War (İki ciltlik bir çizgiroman. ‘Harika’ olduğunu söylüyor yazar. Ben de peşine düşeceğim.)
  • Michael Chabon - The Yiddish Policemen’s Union (Müthiş bir kurgu bu. Chabon’u okuması zor ama zahmete değiyor. Bu kadar popüler bir kitabın Türkçe’ye çevrilmemiş olması da tuhaf geliyor bana.)
  • Suffer the Little Children - Donna Leon (Leon’un Venedik’te geçen polisiye eserlerinden biri; Le Guin’e göre en iyisi.) 
  • The Higher Patron of Lucky - Susan Patron (Bu bir ilk gençlik -Young Adult- kitabı)
  • Weedflower - Cynthia Kadohata (Bu da ilk gençlik romanı; ‘okuyunca unutamayacaksınız’ diyor yazar. Enteresan bir konusu var: Japon kökenli Amerikalılar’ın tümü,1942’deki Pearl Harbour’dan sonra Amerikan hükümeti tarafından çalışma kamplarına gönderilir ve olaylar gelişir.)
  • 1491-Charles Mann (Kitaba ismini veren yıla dikkat; eser, Avrupalılar gelmeden önceki Amerikalılar hakkındaki bilgimizi ve bu bilgimizi nasıl edindiğimizi anlatıyor.)
  • Etobur-Otobur İkilemi - Michael Pollan (Bu kitap sadece yiyecekler, tarlalar hakkında değil, temelinde ciddi bir kapitalizm eleştirisi; bir önceki kitabı ‘Arzunun Botaniği’ni de şiddetle öneriyor yazar.)
  • Nickel and Dimed - Barbara Ehrenreich (Ehrenreich’in üç ayrı şehirde, düşük ücretli üç işte çalışarak -garsonluk, ev temizliği ve AVM’de bir iş- yaşadıklarını anlattığı kitap. Bundan da haberim yoktu benim. Okumalı).  
  • Persepolis -  Marjane Satrapi (Yetişkinler için iyi çizgiroman -ya da grafik roman- bulmak zor, diyor Le Guin. Yukarıdaki ‘Age of Bronze’ ile birlikte Satrapi’nin hepimizin bildiği eserini türün iyi bir örneği olarak gösteriyor.)  
  • The Rabbi’s Cat - Joann Sfar (İki cilt, altı hikâye. Le Guin Sfar’ın hayal gücüne bayılmış; o bayıldıysa, muazzam demektir.)



insan bu dünyada ne kadar kaybolabilir?

Biraz gecikmeli bir post olacak ama dursun burada. Oyuncu Harry Dean Stanton 15 Eylül’de öldü. En sevdiğim filmler kare asına giren (zaman zaman ‘en sevdiğim’ de olur) ‘Paris, Texas’ın muhteşem Travis’iydi. 

İnsan bu dünyada ne kadar kaybolabilir? İşte o kadar kayboldu Travis. O kadar kaybolmayı oynayabildi Harry Dean Stanton… Hayatımızda yer etmiş büyük, güzel ve korkunç düşlerin parçası olan herkes gibi onun da üzerimizde emeği var. 

istanbul'un çirkin yılları

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş dün, neden istifa ettiğini söylemeden istifa etti. İstifa, AKP iktidarında alışık olmadığımız bir mevzu… Şaşırdık; bakalım bu sebebin ardındaki gizem perdesi aralanınca daha da şaşıracak mıyız?
Topbaş’ın istifa konuşmasından bana kalan, seçildiği 2004 yılında belediye başkanlığının kendisine partisi ve başkanı tarafından ‘tevdi’ edildiğini (verildiğini) söylemesiydi. Halk, seçim, sandık, demokrasi… Bu kelimelere başvurmadı. Halbuki onu, doğal olarak, milyonlarca İstanbullu seçmişti. Bu bir dil sürçmesi belki ama bir yandan doğru da. Erdoğan, bir zamanlar kendisinin oturduğu o koltuk için başka herhangi birini önerse, o da seçilmeyecek miydi?  
Sonuçta Topbaş, İstanbul’u 13 yıl yönettikten sonra gitti. Ben İstanbul mesaimin çoğunu onunla geçirdim. Bu şehre yaşamak için 1997’de gelmiştim. Şehri o sırada Recep Tayyip Erdoğan yönetiyordu. Erdoğan, hakkındaki hapis cezası kararının kesinleşmesi nedeniyle 1998’de görevini bırakınca, Ali Müfit Gürtuna geldi. AKP’nin kurulmasının ardından yapılan ilk yerel seçimde de (2004) Topbaş. 
Yani bugün birçok gencin tüm hayatı boyunca AKP’den başka iktidar görmemesi gibi, ben tüm İstanbul hayatım boyunca, şehrin yerel yönetiminde AKP iktidarı gördüm. En çok da Topbaş’ın iktidarını. Peki ondan ne kaldı bana? 
İktidar yanlıların ve seçilmiş yöneticilerin ikide bir dillendirdiği temizlik, su, metro gibi hizmetleri bir zahmet geçelim. Bunlar çünkü artık büyük oranda çözülmüş meseleler. Ve kabul etmek istemeseler de onların insanlığa lütfu değil, hizmetlerinin özünü oluşturuyor. Bütçe, borçlanma gibi konular da ileride daha iyi aydınlanacak (Topbaş, istifası sırasında borçsuz bir belediye bırakmakla övünüyordu, kazın ayağı öyle değil gibi görünüyor). 
Ben, isminin önünde ‘yüksek mimar’ unvanını taşıyan Kadir Topbaş’ın şehre bıraktığı estetik mirasa bakıyorum. 
Daha onlarca şey var ama bende en çok iz bırakan (olumlu anlamda değil) üç eseri sayayım: 
Haliç Metro Köprüsü…
Kabataş Martısı…
Yeni vapurlar… Ah o yeni vapurlar…  
Hâlâ her gördüğümde yolumu değiştirmeye çalıştığım, deniz motoruna yöneldiğim, vaktim varsa sonraki vapuru beklediğim, estetik fukarası yeni vapurlar… İşlevsel olduğu söylenen ama dünyanın en güzel en estetik geleneklerinden birini yıkmaktan başka bir işlevi olmayan yeni vapurlar. 
Sadece Kadir Topbaş iktidarının değil, tüm AKP iktidarının özeti gibi gördüğüm yeni vapurlar… 
Hoşuma gitmeyen bir özet… Aslan payı “Bir durağın bile yeri değişecek olsa, halka soracağım” diyen bir başkanın, Kadir Topbaş’ın döneminde yer alan bir özet… Benim İstanbul’da yaşadığım yıllar, İstanbul’un estetik açıdan en çirkin, tarihe, kültüre, şehrin dokusuna sahip çıkma açısından belki de en aciz yıllarıydı. Sadece İstiklal Caddesi’nin dönüşümüne, Taksim Meydanı’nın son haline, traşlanan Kuzey Ormanları’na, en önemlisi Gezi günlerinde izlenen politikaya bakarak da bunu görebiliriz. 
13 yıl içinde iyi şeyler de yapmıştır muhakkak; dün giden Topbaş elbette bu çirkinliğin tek müsebbibi değildi. İstanbul’un bugünkü estetik düşüklüğünün üzerinde tüm iktidarın sorumluluğu vardır. Sonuçta Topbaş’ın da söylediği gibi, bu iş ona, ‘tevdi’ edilmişti. 

ay sarayında