türkiye basını etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
türkiye basını etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

bir sosyal medya gazetesi kurulur mu?

Herkesin kafası farklı çalışır. Yazarken de okurken de. Şunu artık anladım; internet sitelerinden ya da sosyal medyadan haber okumak bana çok yaramıyor. Zihnimi alıştığım gibi çalıştırmıyor. Bana gazete lazım. Maalesef alıp okuyacak çok fazla örnek de kalmadı artık.

Her neyse, bir süredir Gazete Pencere okuyorum. İyi de geldi doğrusu. Düzgün bir alternatif. Tavsiye ederim.

Bir dileğim var. Hayata geçebilecek bir dilek mi bilemem ama yine de var. Sosyal medyadan yıldım ama iş icabı, ‘nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsa’, memleketi, hayatı takip etmem lazım. Sadece iş değil, merak da var. Sevdiğim, saydığım insanların düşündüklerini, paylaştıklarını görmek istiyorum ama Twitter’da, Instagram’da, keçiboynuzu misali, azıcık lezzet için bin türlü hoyratlığa, densizliğe, gereksizliğe de katlanmak artık zor geliyor. 

Talebime dönersek… Merak ettiğim hesaplardan günün düzgün, komik, ilginç vs paylaşımlarını ‘bir gazete formatında’ (evet, önemli kısmı burası; gazete formatında) okumak isterdim. İyi, kafama göre bir kürasyon yani. Tamam, yüzde yüz kafama göre olmasa da olur; keşiflere de açık kalsın… 

Kısacası, sosyal medyaya girmeden, sosyal medyanın ilgilendiğim taraflarını bir gazete formatında görmek istiyorum. Evet.

Sanırım zamanın ruhuna epey aykırı, biraz naftalin kokan bir şey yazdım. Dilekçeyle ya da telgrafla da başvursam olurmuş. 

Ne yapayım, böyle. 

koskoca sait faik muhabirlik yapamaz mı?



Aziz Nesin, anılarında Sait Faik’in ‘başarısız’ gazetecilik macerasını anlatıyor. İnsanlar “koskoca Sait Faik muhabirlik yapamaz olur mu” diye şaşırıyormuş. Nesin, neticede başaramadığını, çünkü Sait Faik’in gazeteciliğin usulünü, geleneğini, haber dilini bilmediğini yazmış.

Sait Faik’in de gazeteci diliyle haber yazmasına gerek mi vardı?  Bıraksalarmış da, kendi üslubunca muhabirlik yapsaydı. Peki ya o güne dek Semaver’i, Sarnıç’ı, Şahmerdan’ı yazıp yayımlamış olan Sait Faik’i bir ay stajyer gibi çalıştırmak! 

Türk basını ne zaman çıtayı bu kadar yükseğe koymuş; bana çok tuhaf geldi.  

Nesin’den okuyun, kendiniz karar verin: 

Fıkra yazarı olduğum Tan gazetesinin iki sahibinden biri olan Halil Lütfi Dördüncü’ye, Sait Faik’i gazeteye alması için rica ettim. Halil Lütfi, gazetede Sait’in bir ay stajyer olarak para almadan çalışmasını, bu deneme sonunda beğenilirse muhabir kadrosuna geçirilebileceğini söyledi. Sait, gazetenin muhabirler salonunda beni bekliyordu. Haberi verdim, çocuk gibi sevindi. Hemen o gün çalışmaya başladı. Gazetenin Beyoğlu muhabiri olmuştu. Ayrıca, gazetenin sekreteri her sabah iş defterine muhabirlerin o gün yapacakları görevleri de yazar, muhabirleri o görevlere gönderirdi. Kırk yaşındaki Sait Faik, hikâyeciliğinin doruğuna erişmişken, bir gazetede stajyer muhabir olmuştu, başarırsa kadroya geçecekti. Hayır, başaramadı. 

Halil Lütfi, çok kişiyi para vermeden stajyer diye gazetesinde bir ya da iki ay çalıştırıp sonra işe almamıştır. Sait Faik’e böyle yaptığını sananlar vardır. Hayır, böyle olmadı. Sait Faik, gerçekten gazeteciliği başaramadı. Bu yüzden Halil Lütfi’yi kınayanlar çok olmuştur. Koskoca Sait Faik, muhabirlik yapamaz olur mu, bir gazete haberi yazamaz mı hiç, diye şaşanlar çoktur. Ama böyle düşünenler, kendileri bir gazete sahibi olsalardı, Sait Faik’i muhabir olarak gazetelerinde çalıştırmazlardı. Çünkü gazete haberi yazmak bir kalıp iştir, görenek ustalığına dayanan bir iştir. Sait, gazete haberi için gerekli bütün bilgileri topluyor, ama bunları bir gazete haberi biçimine sokamıyordu bir türlü. Yapmak istemiyor değil, gerçekten yapamıyordu. Yazıp sekretere verdiği haberler gazetede yer almıyor, Sait de buna çok üzülüyor, hırçınlaşıyordu. Çünkü yazdığı haberler gazeteye ne denli çok girerse, kadroya alınması ihtimali de o denli çok artardı. Yazdığı haberleri, gazeteye girmesi için düzelttiğim çok olmuştur. Ama Sait’in bu yüzden bana çok kızdığını, ancak yıllar sonra, bu duygusunu açıkladığı zaman anlayacaktım. 

Aziz Nesin -  Birlikte Yaşadıklarım Birlikte Öldüklerim



memleket için şeref olmuştur

Önümüz seçim. İstanbul’un iptal edilmiş olan belediye başkanlığı seçimini Ekrem İmamoğlu kazanmıştı ya, mızıkan iktidarı bakalım yeniden yenebilecek mi? İktidar yenilmişti zaten de, yine yenilirse bakalım İstanbul’un koltuğunu ses çıkarmadan devredebilecek mi?

Örneğimiz var. Hem de çok iyi, çok daha kapsamlı ve çok daha zor bir örnek. Türkiye’deki ilk iktidar değişimi 1950’deydi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularından, İstiklal Savaşı’nın kahramanlarından, memleketin ikinci cumhurbaşkanı İsmet İnönü girdiği ilk anlamlı seçimde (1946’daki ilkinin ‘sopalı seçim’ olduğunu, Demokrat Parti’nin hakkının yendiğini unutmayalım) kaybetmişti. 

Sonrasını mektuplardan izleyebiliyoruz. ABD’de okuyan Erdal İnönü babasına ‘moral’ mektubu yazıyor; İsmet Paşa cevap veriyor. Net bir resim.

*
İlk mektup, Erdal İnönü’den babasına
(16 Mayıs 1950)


"Sevgili Babacığım,
(…) Dün sabah erkenden Ömer'in çoğunluğu kaybettiğimizi bildiren telgrafını aldım. Akşam gazetelerinde biraz havadis vardı. Malatya'dan seçildiğinizi, fakat genel sonucun 150'ye karşı 300 civarında olduğunu yazıyordu. Geçmiş olsun. Ne kadar ihtiyatlı beklenmiş olursa olsun gene bir şok tesiri yapmıştır herhalde. Umarım şimdiye kadar hepsi geçmiş, neşeniz yerine gelmiştir. 
Teferruattan haberim yok tabii. Bir haberde seçimlerin gayet muntazam geçtiğini, büyük bir çokluğun seçimlere katıldığını okudum, çok sevindim. Asıl başarı bu. Netice itibarıyle memleketimizde demokrasi olduğunu dünyaya ispat edecek kesin olay, düzgün, hadisesiz bir iktidar partisi değişmesi geçirmekti. Bunu yapabilmek, bu seçimlerin hakikatta en büyük zaferimizi ilan ettiği anlaşılacak. Gerisinin ne ehemmiyeti var, canınız sağ olsun."


*
İkinci mektup, İsmet İnönü’den oğluna
(22 Mayıs 1950)

"Sevgili Erdalım,
Şimdi mektubunu aldık. İlk duyguların. Ne kadar iyi yürekli, filozofik ve ahlaklı yazıyorsun. Teşekkür ederim. Seninle bir daha iftihar ettim.

Evimize taşındık. İçinden hiç çıkmamış gibi bir rahatlık içindeyim. Bu mektubumu eski kütüphanemden yazıyorum. 
Annen bir haftadır taşınma için pek çok çalıştı. Yorgun olduğunu görüyorum. Amma sıhhati, neşesi yerinde çok şükür. Özden, Ömer, büyükannen herkes vaziyeti iyi ve tabii aldılar. Benim üzüntüye düşmemekliğim için bütün hünerlerini kullandılar. Hepsinin kıymeti gönlümde bir derece daha artmıştır, eğer buna imkan var ise... 

(…) Seçimi fena nispette kaybettik. (...) Niçin kaybettik? İnsaflı, insafsız bin bir sebebi var. Fakat en başta geleni değişiklik arzusudur. Bu da milletlerin hem masum, hem tabii bir arzularıdır. En sıkıntılı zaman, kaybolmuş bir seçimden sonra geçen bir haftadır. Şimdi bu bitti. İki gün sonra yeni cumhurbaşkanı ve hükümet seçilecektir. Saat 18.30'da da ben yeni cumhurbaşkanını tebrik edeceğim. Bu bir hafta, çok şükür sarsıntısız geçmiştir. 

Bu seçim, memlekette yeni bir hayat tarzı kurmak için giriştiğimiz teşebbüste ne kadar ciddi ve samimi olduğumuzu ispat etmiştir. Memleket için, hepimiz için şeref olmuştur.

Hep iyiyiz. Gözlerinden öperiz. Sağ ol, var ol, canım Erdalım."

dünya birden küçük mü?

En eskisi şunun şurasında üç hafta önceye gider: Karayiplerin üzerinden dört kasırga geçti, Meksika iki defa depremle yıkıldı, uzay aracı Cassini Satürn’e intihar dalışı yaparak görevini bitirdi, Almanya’daki seçimler sonucu aşırı sağcılar ilk defa parlamentoya girdi… 

Hangisi bizde bir gazetenin manşeti oldu? Hadi manşeti geçelim, hangisi ön sayfada doyurucu bir şekilde yer aldı… 
Tamam derdimiz bize, bizdeki bir yıllık olaylar silsilesi de bir İskandinav ülkesine ömür boyu yeter ama hep kendi kendimizle uğraşmaktan da gına gelmedi mi artık? Bu kadar yerli ve milli olmak da biraz fazla değil mi? 

Televizyonda ve gazetelerde Kapıkule’den sonrasına dair bir fikri olan, Rusya’yı, İran’ı, Asya’yı bilen, Irak ve Suriye hakkında sınırın ötesinde o sıra olanlardan başka şeye kafa yoran kaç kişiye rastlıyorsunuz? Yok. 

Onları geçelim, gazetelerin dış haberler sayfalarında (kimisi ‘Dünya’ da diyor) şu an Kuzey Irak’taki referandum dışında kaç haber var? Kaç ülkenin adı sayılıyor?

Bu memleketin çok sıkıntısı var, geçmişte vardı, ileride de olacak ama en ciddisi bence içimize çökmek… Dışarıya bakmamak, merak etmemek, sadece kendimizle uğraşmak… Oyalanmak. 

İşte bugünün konuları: Suudi Arabistan’da kadınlara otomobil kullanma hakkı verilmesi, İspanya ve Kuzey Irak’taki referandum, Suriye ve yaralarını sarmaya çalışan Meksika… Dünyadan birçok gazete bu olup bitenleri ya manşete çekmiş ya sürmanşete… Bizden daha mı meraklılar? Bizden daha mı dertsizler?

Cumhurbaşkanı Erdoğan sürekli “Dünya beşten büyüktür” deyip duruyor ama bizim açımızdan dünya birden de küçük belli ki…

Bir not da meslektaşlarıma: Siz de sıkılmadınız mı? 


En üstteki, Suudi Arabistan’da kadınlara verilen otomobil kullanma hakkını işleyen Mısır gazetesi Al-Akhbar. 





tek adam tek millet tek manşet

Gündüz Alman basınının seçim sonrası manşetlerine bakmıştık. Bu da bizim halimiz...
Cumhurbaşkanı bir şey diyor; sonra gelsin dokuz sütuna manşetler… Bu kadar kolay pişti olmanın arkasında sadece iki şey olabilir: Ya herkes gerçekten aynı şekilde düşünüyor ya herkes başka bir şey söylemeye korkuyor… 

kesin öyledir çünkü biz öyle diyoruz


İki gazeteci bir araya gelir (belki üç ya da daha fazla da olabilir). Birisi, diğerlerine “Şu adamı gözüm bir yerden ısırıyor” der. Ötekiler onaylar; hakikaten birilerine benziyor gibidir ama kime?

Nihayet bulurlar… Gezi sırasında polislere kitap okuyan çocuk değil mi o? Hani bir de röportajı çıkmıştı. Şimdi Ankara’da terör eyleminde yakınını kaybeden bu adam da mı o yoksa? Böyle feryat ettiğine, hükümeti böyle suçladığına göre kesin provokatör olmalı!!! Tabii canım, başka türlü olabilir mi? Kesin öyledir!

Kesin öyledir. Çünkü biz öyle diyoruz. Çünkü benzerlik var. Daha ne olsun? O da hükümete karşı, bu da. Demek ki…

Elbette böyle bir durum yaşanabilir de… Bir adam her yerde ortaya çıkıyordur… Tuhaftır… Gazetecilik bu, şüphelenmeden olmaz. Ama azıcık soruşturmak gerekir (çok çok azıcık soru bile yetiyor bu örnekte yanlışlamak için, gerçi niyet önemli burada!).

***

Bu ülkenin koca koca gazetelerinin internet siteleri bu haberi yaptı. GazeteciMehmet Atakan Foça, internet sitesinde konuyu detaylarıyla anlatıyor (16’ıncımaddeye bakınız). Foça, haberin neden yanlış olduğunu, o kişilerin neden aynı olmadığını çok basit bir şekilde gösteriyor.

***

“Yanlış” dedim ama yanlış bile değil uydurma bir haber bu.

Bana esas sıkıntı veren, bu haberin uydurulma şekli. Hiç bu kadar pespaye, bu kadar kafadan atma, bu kadar artık insanı aptal yerine koyan bir habercilik tarzı görmemiştim. “Benziyor; o halde odur!” Bu mudur gerçekten? “Yahu bu haberi insan okuyacak” demiyor mu kimse?

Demiyor… Tuhaftır, rağbet de görüyor haber. İnsanlar böyle bir sakız buldu mu, cek cek çiğnemekten kendilerini alamıyor. Ayıp mı günah mı yazık mı kimsenin umurunda değil.


Peki bu acıları yaşayan insanları incitmekten hiç mi korkmuyor bu insanlar? Haberi yazanlar, yayanlar, hak verenler…

Habere konu olan feryat figan sözler neden gücüne gidiyor kendine gazeteci diyen bu kişilerin? Bunu artık sormuyoruz bile…

Ama ayıptır artık. Bu kadar düşürmeyin çıtayı! Ya da bari çıta kalsın ortada. İleride lazım olacak.

Not: Gazeteci Foça’nın sitesi, özellikle sosyal medyada darmadağın olan ‘doğru’ya ulaşma yolundaki nadir çabalardan biri. Ankara’daki terör eyleminden sonraki bilgi kirliliği için ayrıca okunmalı.  

harakiri'nin görkemli yaşamı


Benim birader Facebook'ta kapağı "işte gerçek çılgın proje" diye paylaşmış. Türkiye'de her dergi çılgın projedir zaten. Bu sağlam kadrolu proje fazladan eski yaraları da deşiyor.

Biz mizah dergisi okuyarak büyüdük; ama çizgiroman dergisi okuyarak büyüyemedik. Türkiye'de hiç kimse yapamadı bunu. Ara ara açılanlar kelebek ömürleri yaşadı. Yıllara meydan okuyan, geleneği olan, kendi çizerini yetiştiren, kuşakları aynı sayfada buluşturan bir dergi bizde de tutsun. Su aksın yolunu bulsun artık.

Harakiri'nin de yolu açık olsun, uzun olsun.

PS: Kutlukhan Perker'in zamanında Vedat Özdemiroğlu'nun "Vedat Bey'in Görkemli Hayatı"na çizdiği kapağın çeşitlemesini ilk Harakiri'ye yaptığı da gözümden kaçmadı. Peki nerede Vedat Bey? Gönül onu da bu kadroda istiyor.

umur talu'dan omurga tarifi...

Umur Talu, güzel insandır. O, medyada bugüne kadar hakkında kötü söz duymadığım nadir gazetecilerden biri (ki tahmin edersiniz, bu çok çok düşük bir rakam.)

Geçenlerde, boş geçmesin diye, Ahmet Şık'ın Bilgi Üniversitesi'ndeki dersine girmiş. Dersten sonra Habertürk Pazar'da Elif Key'e şunları söylüyor:

*** Öğrencilerin neredeyse hepsi direkt köşe yazarı olmak istiyor. Onlara, bir günde de köşe yazarı olabileceklerini ama 30 sene sonra da olmayabileceklerini söyledim; çünkü bütün köşe yazarları gazeteci değil, bütün gazeteciler de köşe yazarı değil.

*** Muhtemelen çoğu gazeteci olmak istemiyordur aslında... Ben sadece merak, katma değer, emek, bu arada da boyun eğmemekten bahsettim. Omurganın sırf tavizsiz bir karakterden oluşmadığını, aynı zamanda işini de iyi yapmakla ilgili bir şey olduğunu bilmeleri lazım, çünkü “Benim karakterim çok sağlam” demekle, eğilip bükülmemekle gazeteci olunmaz.


İki önemli saptama... Omurga meselesine tümden katılıyorum; kendi işinin ancak çeyreğini o da yalapşap yapıp yükü arkadaşlarının omzuna yıkan ama twitter'dan etrafa onur, şeref, haysiyet diye bağıran insanlardan yıldım.

Talu, keşke Türkiye'deki köşe yazarlığının dünyadaki örneklerine benzemeyen ucube bir format olduğunu da anlatsaydı. Bir köşeye kurulup her konuda ahkam kesmenin saçmalığından, bunun gazetecilikle ilgisi olmadığından bahsetseydi.

Bir insan hem şarap, hem aşk, hem Galatasaray, hem Suriye krizi, hem seçim kritiği, hem daha bilmemne yazabilir mi? Her gün... Yazsa da bütün bunların hepsinden herhangi bir okurdan fazla anlayabilir mi? Peki bir okur kendisinden daha fazla bilmeyen ve bunu sürekli açık eden bir yazarı ısrarla neden takip eder?

Herkesin bir uzmanlığı olur, o konuda yazar. Kalbinizi tedavi ettirmek için göz doktoruna gider misiniz? Ama hem kalp hem göz tedavisi hakkında bile yazan insanları okumak zorunda kalıyoruz. Tabii, bu arkadaşlar omurga sahibiyse dert etmemize gerek yok, değil mi?

Elif Key'in röportajının tamamı şurada.

evdeki ses

Alper Görmüş, Darbe Günlükleri’ni Nokta’da yayımladıktan sonra, nasıl yaptığını soranlara, “esas diğerlerine neden yayımlamadıklarını sorun” diye cevap vermişti.

Aldığı karşılık başka bir soruydu: Neden şimdi? Bu soru Ergenekon sürecinin her safhasına eşlik etti.

Murat Belge, sürecin henüz başındayken, “Üçüncü ses” başlıklı bir yazı yazmıştı. “Eskiden tek ses vardı” diyordu özetle. “Şimdi öyle görünüyor ki, tek sesi dengeleyen bir ikinci ses daha beliriyor. Ama ancak üçüncü bir ses geliştiğinde, ulus olarak, düzgün ve sağlıklı konuşmaya başlayabileceğiz.” Katıldığım bir değerlendirmedir.

Ahmet Şık’ın kitabının internette dolaşmaya başlamasından sonra, Yıldıray Oğur dün bir tweet atmış. Aynen şöyle diyor: “Bu kitabın internete düşüş zamanlamasının manidar olduğunu söyleyen oldu mu? savcı düşürüldükten bir gün sonra..”

Kaldık mı yine tek sese? Yoksa hep tek ses mi vardı?

suşi önemli


Elif Key, bu hafta sonu Habertürk Pazar’da şunları yazmıştı:

“Japonya beni bitirdi. Zira kendi kendime vardığım sonuca göre; bu, dünyanın aldığı son virajdı ve viraja çok sert girildi. Bizi daha iyi günler beklemiyor. Ben belki hayatımda Tokyo'yu görmeyeceğim ama şehrin batışına şahit olmam sadece bir zap uzaklığında. Elimde değil, kendimi alamıyorum onları düşünmekten... Bir ulus bunca yıldır buna mı hazırlandı, bunun için mi terbiye etti kendini? Neden ve nasıl hâlâ kibarlıklarını bozmuyorlar? Şehirde bir tek korna sesinin bile duyulmamasının altında nasıl bir terbiye yatıyor? O yaşlı kadın, ayağı kırıldığı için evine gelen sağlık görevlilerinden "Sizi de rahatsız ettim evladım" diyerek neden özür diliyor? Bunları çözemiyorum. Japonya'yı takip ettikçe insanlığımdan utanıyorum. Bıraksanız beni, sabahtan akşama kadar BBC'ye bakarım. Bizim kanallarımıza da tahammül edemiyorum. Sabah dövüşüp, öğlen öpüşüp, akşamına saçmalamakta üstümüze yok! Ülkenin kanallarına kanal tedavisi lazım.”

Elif, ve birkaç kişi daha belki, düşünmeye devam ediyordur ama dünya meseleyi unuttu çoktan. Herkes kendi memleketinin dertleriyle dertli. Normal mi?

Dünya gündeminden işi gereği kaçamayan biri, BBC yöneticisi Fran Unsworth, dün şöyle diyordu: “Kariyerim boyunca, dünyanın her tarafında aynı anda bu kadar çok büyük haber geliştiğini anımsamıyorum.”

Bu kadar çok olunca insanın taksimetreyi sıfırlayası geliyor. Ama hemen de yapılmaz ki… Biz yapıyoruz. Küreselleşme ağır geldi belki.

Japonya’daki iş bitmedi. Japonlar, Elif’in de yazdığı gibi hakikaten seslerini çıkartmıyor. Yöneticisi ayıp kapatmak için, halkı dünyaya yük olmamak için susuyor. Medya da oraya bakmıyor artık.

Tabii iş suşiye gelince değişiyor. Suşi önemli bir şey.

New Yorker’ın bu haftaki kapağı Christoph Niemann imzalı.

iyi geceler, iyi şanslar...



Bugün zihniyet olarak gelip önünde durduğumuz eşik budur. Bilenler yukarıda yazanların ne anlama geldiğini zaten biliyor; bilmeyenler de, öyle görünüyor ki, yakında öğrenecek. Eşiğin üzerinden geçmemek için, herkese iyi geceler, iyi şanslar…

tahliyenin vicdanı



Kapılar artık gerçekten kapandı. Libya’da vatandaşı bulunan ülkeler tahliye işlemlerini neredeyse bitirdi. Çin 32 bin, Türkiye 19 bin vatandaşını memleketlerine götürdü. Brezilya 3 bin, İtalya bin beş yüz kişiyi tahliye etti. Yunanistan, Almanya, Hollanda gibi Avrupa ülkelerinin ve ABD’nin orada zaten pek kimi kimsesi yoktu; olanı getirdiler. İngiltere, basınının isterik çığlıkları eşliğinde yaklaşık beş yüz vatandaşı için çölde askeri operasyon yaptı. Geciktiler ama sonuç aldılar.

Yani artık kurtaracak kimse kalmadı. En fakirleri saymazsanız… Burkina Fasolu, Ganalı, Malili, Nijeryalı, Vietnamlı, Bangladeşli, Taylandlı petrol işçileri kapanan kapıların ardında bekleşip duruyorlar. Hükümetleri dahil, onların canını umursayan kimse yok. Zaten hükümetlerinin elinden de pek bir şey gelmiyor. Trablus’taki Gana büyükelçisi “ne yapacağını bilmediğini” söyledi mesela. Uluslararası Göç Organizasyonu bu durumda bir buçuk milyon işçinin olduğunu duyurdu.

International Herald Tribune, hemen hepsi erkek olan bu işçilerin perişan durumda olduklarını yazdı. Bir uçak veya feribotun kendilerini alacağı ümidini çoktan yitirmişler. Bir arada durmaya, geceleri Mısır ya da Tunus sınırına ilerlemeye çalışıyorlar. Ellerinde avuçlarında olan da çalınıyor. Dahası, siyah Afrikalılar, Libyalıların yine siyah paralı askerlere yönelik öfkesi sonucu, mermilerin ve bıçakların hedefinde.

Petrol firması yöneticileri bu adamları o büyük hapishanenin içinde savunmasız bırakarak tabanları yağladı. Herald Tribune, geride kalanları düşünmeden kaçanların çoğunun Türk firmaları olduğunu yazmıştı. Bugünkü haberinde Türkiye’nin gönderdiği feribotların 2530 yabancıyı da taşıdığını söyleyerek, suçlamayı biraz hafiflettiler. Ankara’dan bir tanıdığım, bazı Türklerin, işçilerini de tahliye etmek için kendisinden torpil istediğini söylüyor. "Yöneticiler de çaresiz," diyor.

Her halükarda bizim basın bu işlere hiç girmedi. Kendi vatandaşlarının derdindeki diğer ülkelerin basını da yanaşmıyor.

İşçilerin nispeten şanslı olanları bugün Tunus ve Mısır sınırına yığılmış durumda. Sınırlardan her gün on beş bin kişi kaçıyor ve elbette Tunus’un, Mısır’ın dertleri kendilerine yeten yetkilileri de onları istemiyor.

Tahliye ederken de biraz vicdan lazım, değil mi? Petrol firmalarını geçtim ama vicdan, gözü kendi vatandaşlarından başkasını görmeyen gazetelere de lazım. Petrol fiyatlarının yükseldiğini yazmak kolay, o petrolü çıkartanların durumunu da yazın. Hiç zor değil.

kendini yakmak


Yıllar evvel Aktüel Dergisi'nde çalışırken, yayın direktörümüz Alev Abi (Er), 1980’lerin başında Hürriyet’te çıktığını düşündüğü bir haberi bulmam için beni Taksim’deki Atatürk Kütüphanesi’ne gönderdi. Haber protesto için kendini yakan biriyle ilgiliydi. Alev Abi’nin hafızası aslında iyidir ama maalesef haberin tam tarihini bir türlü hatırlamıyordu. Darbe sonrasıydı tamam, ama gerisi belirsiz… Bu belirsizlik benden kesin sonuç istemediği anlamına da gelmiyordu! Çaresiz, kütüphanenin yolunu tuttum. Günlerce eşelenerek Hürriyet’in 1985’e kadarki bütün nüshalarını taradım. Her günkü ziyaretçilerin arasında yazar Necati Tosuner’i hatırlarım. O da o sırada sabırla gazete tarıyordu.

Alev Abi’nin tarif ettiği vakayı bulamadım. Bir umut, başka gazetelere bile bakmıştım; ama çıkmadı işte (bir küçük not: Alev Abi’ye rapor verdiğimde “belki de yanlış hatırladım” demişti sadece.) Beri yandan birçok başka vakaya rastladım. Seksenlerin başında, öyle görünüyor ki, kendini yakma salgını vardı. Fakirliğe, ayrımcılığa, hayatın bin türlü başka derdine isyan eden gariban insanlar son paralarıyla bir bidon gaz alıp kendilerini ateşe veriyorlardı. İntiharın veya protestonun türlü yolu var; ama olabilecek en acılısını seçiyorlardı işte. Belki de ateşle dağlanan vücutlarını kesin ve nihai bir uyarı aracı olarak kullanmak istiyorlardı.

Bugünlerde böylesi pek yaşanmıyor; Türkiye kendini ateşe veren acılı vatandaşlarını unuttu. Ama Kuzey Afrika’da, Tunus’ta başlayan ve dün nihayet Mısır’da da alevlenen devrim salgınına bakarsak, bu sert uyarı oralarda hortladı. Tunus’taki ayaklanma, polisten dayak yiyen 26 yaşındaki bir işportacının, Muhammed Bouaziz’in kendini yakmasıyla başlamıştı. İlerleyen günlerde Cezayir’de dört kişi daha aynısını yaptı. Mısır ve Moritanya’da da benzer vakalar görüldü.

Dün Kahire’de Tahrir Meydanı’nda polis, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in görevi bırakmasını isteyen göstericilerin üzerine ateş açtı. Gazeteciler, meydanda toplanan insanların “Kaybedecek bir şeyimiz yok, biz buraya ölmeye geldik” dediklerini aktarıyordu. Sonra olaylar başladı. Kan döküldü.

Adam kendini yakıyor; sen üzerine ateş açsan ne olur? Daha fazla acı verebilir misin ki?

PS: Kütüphane fareliğime bir süre sonra yine Aktüel'den Burcu'nun (Ünal) da eşlik ettiğini atlamışım. Düzeltir, özür dileriz :) Yalnız onun hatırladığının aksine vaka 1986'da da çıkmadı. Hiçbir yerden çıkmadı!

hrant'ı kaldırmak


Birkaç gündür Twitter’ı Hrant Dink’e ağıt ve sorumlulara (hem cinayeti işleyenlere hem de üzerini kapatanlara) lanet yorumları sallıyor. Bazı arkadaşlarımın Facebook’taki neşe dolu profil fotoğrafları Hrant’ın hüzünlü yüzüyle güncellendi. Tıpkı geçen yıllarda yine bu civarlarda olduğu gibi… Bugün itibariyle cinayetin üzerinden dört yıl geçti. Bugün de, tıpkı geçen yıllarda olduğu gibi Agos’un önünde buluşulacak, bugün de Dink’in ailesi bir kardeş gibi sarılıp sarmalanacak, bugün de karanlıkta iş çevirenlerin rahat kalamayacağı haykırılacak.

Yine de bir şey var… Agos’un önünde toplanan ve o güzelim “kardeşim Hrant” ifadesiyle yürekleri bir daha bir daha burulan o güzel insanları tek tek çok seviyorum, samimiyetlerine inanıyorum. Ama ısrarlarına inanmıyorum maalesef.

“Bu cinayet niye önlenemedi” sorusu zaten yeterince acı verici, şimdi bir de “bu cinayet niye çözülemiyor” sorusunu tekrarlayıp duruyoruz. Failler kim, kim onları koruyor? “Dört yıl oldu yahu,” deyip durarak, otoriteye ileniyoruz.

Birkaç gün sonra, arkadaşlarım Facebook profillerini yine o neşe dolu, gülümseyen yüzleriyle değiştirecekler.

Sonra 2011’in ilk 19 gününde yaptığımız gibi sonu gelmez ama koştura koştura tartıştığımızdan sonuç da alamadığımız meselelerin benzerlerine döneceğiz. Bu sene şimdiye kadar ne yaptık? Fizy’e yasak, Muhteşem Yüzyıl’a sansür, ucube heykel, alkole yasak, Galatasaray protestoları… Tartışalım tabii… Ama bunların hepsi başkalarının, çoğunluk da Başbakan’ın belirlediği gündem konularıydı. Bir heves hepsini tartıştık; çünkü bu konular çok ilgimizi çekiyor; çok seviyoruz. Ama nereye bağlanacağını bilmiyoruz, zaten sonra akıbetlerini de takip etmiyoruz; Yine de kütür kütür tartışıyoruz işte. Onların yorgunluğuyla 19 Ocak’lara varıyoruz.

Sadece bu cinayet mi? Sivil anayasa, Kürt meselesi, Kıbrıs, Ermenistan sınırı, Avrupa Birliği… Hükümetin ara ara hamle yaptığı tüm bu konular ne oldu? Tamam, seçim sathı mahallindeyiz, hükümet de, en rahat nasıl ilerleyebilir, onun hesabında. Ortaya sabun köpüğü konular atıp duracaklar. En çıplak haliyle, buna politika deniyor.

Tokmak senin elinde ama davul da başkasında… Eh, buna da toplum mühendisliği deniyor işte.

Kapılıp gidiyoruz. Biz derken, en azından gündemi yönlendirmede rolleri olabilecek gazetecileri kast ediyorum. Sıradan vatandaş gibi, Twitter’da Facebook’da bir heyecan seline kapılıp gitmek yerine, haber yapabilecek, manşet atabilecek, hesap sorabilecek konumda olanları. Radikal bugün bütün ağırlığıyla konuya abanmış, “Hâlâ yerde” diye manşet atmış. Dokunaklı ama bugün zaten 19 Ocak. Bu manşet 19 Temmuz’da, 19 Ekim’de atıldığında bir şeyler değişir belki.

Şimdi unutuldu gitti, Hrant Dink vurulduğunda, Alev Er yönetimindeki Star gazetesi önce “Güvercini Vurdular” sonra da “301 Cemil Tahtaya” manşetlerini atmıştı. Sonra gazete yönetiminde darbe oldu; Er ve arkadaşları da gidip Taraf’ı çıkardılar. Bugünkü direniş atmosferi halen o manşetlerin enerjisinden besleniyor, 19 Ocak manşetlerinden değil. Onların üstüne kim çıkacak?

Bu işte herkesin rolü belli. Basınınki kesinlikle Twitter’da ağlaşıp durmak değil, işin peşine bırakmamak, unutmamak. O zaman Hrant'ı da düştüğü yerden kaldırmış oluruz zaten.

hırsızdan, densizden, abazandan kurtulmak için



Bu sene oyunun kuralları değişecek. New York Times baklayı ağzından tam olarak çıkarmış sayılmaz ama 2011’de internet hizmetini paralı yapacağını artık sağır sultan bile duydu. Diğer büyük Amerikan gazeteleri de onu izleyecektir. Atlantik’in öte yakasında, İngiltere’de News Corporation’a ait Sunday Times, The Sun ve News of the World’un internet siteleri zaten Haziran’dan beri paywall’un arkasında, yani abonelikle çalışıyorlar. Zarar etmiyorlar mı, ediyorlar tabii. Bir araştırma, Times’in düzenli okurlarından ancak yüzde 14’ünün, düzensizlerinse yüzde 1’inin abonelik sistemine geçtiğini söylüyor. Ama bunu sorun etmiyorlar; çünkü herkesin bildiği ama açıklamaya utandığı gerçeği onlar da biliyor: Gazetelerin internet siteleri reklam alamıyor, dolayısıyla çarkı çeviremiyorlar.

Açık söyleyeyim; gazetelerin tüm içeriğinin internette bedavaya sunulmasına karşıyım. Bizim Newsweek Türkiye’de yaptığımız gibi birazının sunulmasınıysa daha da yanlış buluyorum. İnternet siteleri, kanımca, gazeteyi destekleyebilecek başka bir tür içeriğin konulması için kullanılmalı. İnternet çağına geçtik diye, ekmeği fırından bedava almaya başlamadık, otobüse de parasız binmiyoruz. Peki gazetecilerin emeği neden beleşe sunuluyor? Kıçını koltuğundan kaldırmadan sosyalleşmeye çalışan, okur kisvesi altındaki birtakım densiz insanların ırkçı, seksist, saçma sapan yorumlarına meze yapmak için mi? Ya da haberi yapan gazetecilerin imzasını bile kullanmaya gerek görmeden, sanki bir içerik üretiyormuş gibi, gazetelerden haber apartıp sitesine ekleyen, son dakika anonslarıyla gel gel yapıp tık arttıran hırsız haber siteleri için mi? Gazeteci emeğinin hiçbir değeri yok mudur?

Büyük köşe yazarları bu durumdan memnun; sonuçta onlar için nasıl değil ne kadar okundukları önemli. Porno sitelerden fotoğraf indirip “diğer fotoğrafları için tıklayınız” şeklinde bir tür abazan gazetecilik üreten gazete siteleri de memnun; hiçbir şey yapmadan trafiği arttırıyorlar; üstüne bir de patronlarından aferin alıyorlar. Ama gelecekte bu düzen değişecek, değişmek zorunda. ABD’de başlayacak dalganın bize de çabucak uğramasını umalım; hem dengesiz okurlardan, hem haber hırsızlarından, hem de pornocu gazete sitelerinden bir çırpıda kurtuluruz. En önemlisi, emeğimiz bedavaya gitmemiş olur

this is the end, beautiful friend


Tuhaf bir karışım... Türkiye'de haber dergiciği hem güçlü ve makbul, hem de naif ve kırılgandır. Bir gün işiniz yılın en iyi kapağı seçilir, ertesi gün kapınıza kilit vurulur. Belki ileride ortasını buluruz, ama şimdilik bu maceranın sonu...


Blogda ikinci defa kullandığım bu güzel fotoğraf Çetin Akdeniz'in.

zamanım yok

O kadar hızlı geçiyorlar ki kaldırımlardan. Omuzları düşük, başları öne eğik, rüzgârlı virgüller. İki nokta arasının doyumsuz seyyahları. Ak...