Sürüp giden yol yenileme faaliyetinden, İstiklal Caddesi üzerinde rahat rahat yürüyebilmek mümkün değil. İş makineleri, bariyerler, öbek öbek hafriyat… Işıltılı vitrinleri, on bilerce dolar kira ödenen dükkânları dışarıya gıcırtılı, derme çatma tahta köprüler bağlıyor. Kimsenin keyfi yok.
Yeni bir şey değil. İstiklal’in inşaatı ne zaman bitti ki… İş makineleri ne zaman rahat bırakmış orayı? Sürekli bir taş değiştirme faaliyeti… O taşlar, değiştirilmediği zamanlarda da kaydılar, su sıçrattılar, Cadde’de küçük, tatlı bir gezintiyi zehir ettiler. ‘İstanbul’a ihanet’ tarihinin kapsamlı bir bölümü bu taşlar üzerinden yazılacak.
İki gün evvel, Yapı Kredi’nin Galatasaray’daki yeni binasını görmek için, yol çalışması ‘mevzilerini’ aşa aşa Galatasaray’a inmeye çalışıyordum. Eskiden insan kalabalığından bunalırdık, şimdi gün ortasında, pek kimse yok. Üstelik beş-altı saat sonra Beşiktaş’ın Monaco’yla Şampiyonlar Ligi maçı vardı. Maç öncesi İstiklal’e yolu düşen Beşiktaşlı taraftar sayısı hiçle az arasında gidip geliyordu. Monaco taraftarlarını hiç görmedim. Zaten maçta da görmedim onları.
Kendime sordum: Bir Fransız, maç öncesi yolunu İstiklal’e düşürse ne bulacaktı ki? Bir yabancı arkadaşımı orada gezdirmek istesem ne gösterecektim? The Marmara’dan başlayarak lokum, nargile, tek tip döner dükkânları, ağır avizeli Sütiş ve Saray, standart sinema Fitaş, herhangi bir AVM kabilinden Demirören, adımımı atmadığım, Madame Tussauds’lu Grand Pera, kıyafet dükkânları, nargile, lokum… Böyle uzayıp gidiyor.
Ara sokaklara sapmazsak, Tünel’e dek yol boyunca ilgi çekici bulduğum, hikâyesini anlatabileceğim (veya dinlemek isteyeceğim) tek unsur binalar… Konsolosluk binaları, fasatlar, Galatasaray Lisesi… Bir de Tünel’in kendisi.Tabii artık Yapı Kredi’nin yeni binası ve İlhan Koman’ın caddeye bakan Akdeniz’ini de saymalıyım. Başka hiçbir şey yok. Bir yabancıya ne anlatabilirim ki?
Dahası, kendime ne anlatabilirim?
Beyoğlu’nun hikâyesi elbette İstiklâl’den ibaret değil. Hatta, Cadde hep en azını anlatır. Vitrindir ama. Ne olup bittiğini görmek açısından hep işe yarar. Dürüst bir vitrindir üstelik. İnsanıyla, binasıyla, havasıyla her şeyi olduğu gibi gösterir. Değişen hayatı iyi anlatır İstiklal.
Ben Beyoğlu’nda yaşadım. Beyoğlu’nda çalıştım. İstiklal Caddesi’nin hayatımın ana damarı olduğu günler vardı. O zamanlarda da bugünkü gibi üstüme üstüme gelirdi Cadde; ara sokaklara, kıyı köşeye saparak kurtulurdum. Şimdi de sevdiğim yerler var elbette ama o zaman çok daha fazla kitapçı, kafe, bar, sinema vardı oralarda… Arkadaş evleri vardı. Tanışmış olsaydık arkadaş olacağımız insanların evleri vardı. ‘Bizimdi’ diyeceğimiz evlerimiz vardı.
Bizimdi ama başkalarının da… Herkese aynı uzaklıkta, umursamazlıkta, teklifsizlikte mekânlar vardı. Güzellik ve düşkünlük vardı. Sefalet ve büyü vardı. Bir ruh vardı. Hikâye vardı.
Ağıt yakmak, romantize etmek istemem ama gitti çoğu. Ben de gittim. Geri dönmek için bir sebep göremiyorum.
Lokumdan, nargileden, hafriyattan, sürekli değiştirilen taşlardan hikâye çıkmıyor. İstiklal’in taşlarının altında deniz yok. Üstünde de ruh kalmamış.
Ya da kendini göstermiyor o ruh… Eminim, bir yerlerde kendini saklıyor, koruyordur. İstanbul bizden çok daha eski. Bereketli. Dayanıklı. Ne kadar ihanet edilse de yeniden toparlanacak kadar da becerikli. İnşaatı, sıradanlığı, saçmalığı aşıp geri gelecektir. Yollarımızı kesiştirebilirsek ne âlâ…
Fotoğraf: Ara Güler (1992)