istanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
istanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

yeni oryantalistler, milyon taşı ve bir kepenk

 



1.


Sultanahmet’te o kadar az Batılı turist var ki… Her gittiğimde daha da az görüyorum. Bu hızla azalırlarsa, yakında bir gün, 150 yıl evvel olduğu gibi, İstanbul’a tek tük gelen Batılılar, oryantalist seyahatnameler ve romanlar yazacak. Büyülenip İstanbul’da kalan birkaç kişinin adını da semtlere vereceğiz. 




2.


Türk turist de pek yok. Sultanahmet’i, Çemberlitaş’ı birkaç gün boyunca yukarı aşağı yürüyüp durdum, bizim milletten pek kimse göremedim. Daha birkaç yıl evveline kadar, buralar da, İstanbul’un her yeri gibi evvela yerel halkın gezme alanıydı. Üniversite ve lise öğrencileri, hem birbirlerine hem gördüklerine hayran sarmaş dolaş sevgililer, civar şehirlerden gelenler, aylaklar… Hayır, hiçbiri yok. Hepsi çekip gitmiş gibi. İranlı, Arap, Rus, Japon ve çoğunluğu İspanyol tek tük Batılı turistin arasında tek bir Türkçe muhabbete şahit oldum. Bir baba, “Peygamber efendimizden bile evvel inşa edilmiş” diyerek, sekiz on yaşlarındaki oğluna Ayasofya’yı gösteriyordu. Bir an için durdular; herkesten her şeyden eski görünen Ayasofya’yı, bir tür huşuyla seyrettiler. 



3. 


Oralara ne zaman gitsem gözlerim Milyon Taşı’nı arar. Dünyanın orta yerinde bin küsur yıldır duran bu taşı görünce, hem içimdeki hem etrafımdaki akışın sakinleştiğini hissederim. Taşın olduğu alan bir süredir tadilatta. Yine öyleydi. Bu biçimsiz, eğri büğrü, inşaat artığına benzeyen taşın Milyon Taşı olduğunu söyleyen hiçbir tabela da yoktu ortada. İnsanlar onun yanından habersizce geçip gidiyordu. 



4.


Bir tatsızlık var. Tüm memlekette var. Her yere sinmiş. Sultanahmet Meydanı’na da… Mutsuzluk, neşesizlik, hedefsizlik, hürmetsizlik... Hepsi birden belki. Tam adını koyamıyordum. Ta ki Ayasofya’ya yapılan kepenkli girişi görünceye kadar. Geçici olduğu söyleniyor ama bende kalan hissin karşılığı da o. Ayasofya’ya kepenk takılması gibi bir his… O kadar yanlış ki artık tarif edilemiyor.


havalimanında kütüphane

İstanbul Havalimanı’na bir kütüphane kurmuşlar. İç Hatlar Terminali’nde, kapılara giden büyük salonun orta yerinde. Rahat koltuklarla döşeli, açık bir alan. Kitaplarla tıka basa dolu raflar. Pek bir beklentim olmadan girdim, beğenerek çıktım.

İlk gözüme çarpan kitap Orhan Pamuk’un ‘İstanbul’uydu. Karıştırayım derken, içinden bir kitap ayracı düştü. Üzerinde bu kitabın ödünç alınabileceği yazıyordu. Beklemiyordum doğrusu. On beş gün içinde yine aynı kütüphaneye veya herhangi bir halk kütüphanesine bırakmak gerekiyormuş. Baktım, elimdeki kitap bir defa ödünç alınmış ve getirilmiş bile. Hoşuma gitti.

Görevliye sistemin nasıl işlediğini sordum. Bir halk kütüphanesine üye olmak gerektiğini anlattı. Bir de, samimiyetle üzülerek, her okura sadece bir kitap ödünç verebildiklerini söyledi. Yoksa ellerinde kitap kalmazmış Kitaplar, ayraçta da yazdığı gibi herhangi bir şehirdeki kütüphaneye bırakılabiliyormuş. Oradan da kargoyla yeniden havalimanına gönderiliyormuş. Masraflı ve karbonlu, kabul ama yine de güzel. Uçmadan evvel bir kütüphaneye uğramak, kitapçıya uğramaktan çok daha iyi bir fikir. 

Başka havalimanlarında bu tür kütüphaneler olduğunu duymuştum ama ilkini görmek İstanbul’a kısmetmiş. Bir türlü beğenemediğim, ileride de beğeneceğimi zannetmediğim yeni havalimanına bir artı puan. 

Unutmadan, görevli yakında Esenboğa’ya da bir kütüphane açılacağını söyledi. İstanbul’un kütüphanesinde bizimle beraber sadece bir kişi daha vardı. Ankaralılar kitabın kıymetini daha çok bilir. Karada da havada da.

hafıza kaybı

Gazeteciliğe 2000 senesinin yazında başladım. Büyük depremin üstünden bir yıl bile geçmemişti. Her yerde, her evde, her sofrada, her ekranda ve tabii her gazetede halen deprem konuşuluyor, deprem üstüne yazılıp çiziliyordu. “Ya bir defa daha olursa” diye değil. “Bir daha olduğunda” diyerek…

Meslekteki çıraklık yıllarım deprem tartışmalarını takip ederek geçti. Ben bizzat deprem üstüne çok haber yapmadım ama içinde bulunduğum ortam, soluduğum hava bu haberlerden geçilmiyordu. Gazeteler, dergiler depremle doluydu. Haber toplantılarında, neredeyse usandıracak kadar deprem haberi önerisi gelirdi. Jeologlar, binalar, zeminler, sayılar…  Neticede deprem bizim hakikatimizdi.

O hakikat gündemi belirliyordu. Hayatımıza ‘Deprem Dede’ Ahmet Mete Işıkara girdi; “Marmara Depremi verdiği randevuya zamanında geldi” diyen Celal Şengör girdi, ismi sonradan bir vapura verilen, çok genç yaşta kaybettiğimiz, mütebessim bilim insanı Aykut Barka girdi; enerjik ve eksantrik Şener Üşümezsoy girdi. Türkiye toplumunun en yakından tanıdığı bilim insanları şüphe götürmez biçimde jeologlardı. En çok takip edilen kurum Kandilli Rasathanesi’ydi. 

Bir sonraki depremi beklerken, insanlar bu hakikate alışmaya, onunla beraber yaşamaya çalışıyorlardı.

Yıllar geçti. Bir noktada deprem bizim hakikatimiz olmaktan çıktı. Unuttuk. Neden böyle oldu? Kimsenin verecek derli toplu bir cevabı olduğunu sanmıyorum. Belki toplum olarak unutmak istemiştik. Usanmıştık belki. Bir ihtimal, bu konuyla çok ilgilendiğimizden hızla hissizleşmiştik. Önceliklerimiz değişmişti.

Deprem Dede Işıkara’yı ‘Türkiye’nin en seksi erkeği’ diye etiketleyip yolumuza devam ettik. Deprem haberleri önce seyrekleşti, sonra Ağustos’tan Ağustos’a bir anmaya dönüştü. 2000’li yılların Türkiyesi’nde bu hakikate yer kalmamıştı sanki. Birçok başka meselede olduğu gibi, burada da hakikat-sonrasına geçmiştik. Medyanın doğrudan sorumlu olduğunu söylemiyorum; gazeteler de televizyonlar da bu toplumsal hafıza kaybını yansıtıyordu. Kişisel bir not: Benim de aklıma depremle ilgili çalışmak pek gelmiyordu.  

Geçen haftaki deprem alarm zillerini yeniden çaldırdı. İstanbul’un hakikati yeniden kendini hatırlattı, gündeme oturdu. Bu hakikatin siyasetle, boş lafla, kutuplaşmayla, falanla filanla ortadan kaldıramayacağımız bir mesele olduğunu hepimiz biliyoruz. Yeniden konuşacağız. En azından, afet yönetimi toplantılarına kim çağrıldı, kim çağrılmadı tartışmasını bitirdikten sonra… 

kaça kadar açıksınız?

İstanbul. Akşam, saat sekiz civarı… Kitabevinde kasada sıramı bekliyorum. Önümdeki kadın, alışverişi bitmiş cüzdanını çantasına koyarken, gözünden yorgunluk akan kasiyere soruyor: “Pardon, kaçta kapatıyorsunuz?”

“Saat 10’dan önce kapatmazlar” diyorum içinden. Zincir mağaza değil, bağımsız, üstelik de epey iyi bir kitabevi sonuçta. Kasadaki genç daha epey yorulur. 

Bezmiş bir sesle geliyor cevap: “Birde kapatıyoruz.” 

Gece yarısını geçtikten sonra, saat birde… Meyhanelerde çaylar içilip yolluklar alınırken. Şehrin iddialı gece kulüpleri yükünü tutmaya başlarken. Karakollar türlü türlü insanla dolup taşarken. 

Bir küçük kitabevi kepenkleri sonuna kadar açık işine gücüne devam ediyor. 

O saatte işi gücü? Çay, kahve satmak elbette. Çay kahve satmanın bile anlamsız olduğu bir saatte.  

İstanbul gerçeklikle bağını çoktan kesti.

köz çağı

Otel asansöründeyim. Odama çıkıyorum. Komi, “Kahvaltı yukarıda, terasta veriliyor” diyor. “Ama gece de orayı denemenizi öneririm. Üçe kadar açık.” Teras-restoran, bu aralar nedense daha çok sevilen tabirle, bir lounge’a dönüşüyormuş geceleri. İsmini de söylüyor lounge’ın. Yeterince anlamsız ve sevimsiz. Bu piyasada tam da gerektiği gibi. Boğaz’a nazır konumundan öte bir iddiası olmayan otel, selameti belli ki ‘lounge’da görmüş. “Nasıl bir yer bu lounge” diyorum sohbeti devam ettirmek için. “Şahane nargilesi var” diyor komi. “Gidin mutlaka.”

O gece değil ama ertesi sabah kahvaltı için gidiyorum mekâna. Nargile dumanının kahvaltıya sinmiş olacağını tahmin ederek. Havalandırmışlardır, her şeyi hesaba katmışlardır, şu bu… Iııhh. Değil o sabahki kahvaltıya, kahvaltı kavramına bile siner o duman. Kahvaltı ve nargile kafamda birleşmiyor, asla birleşmeyecek. 

Asansörden çıkınca, kendimi tatlı bir açık hava restoranı içinde buluyorum. Dünyanın en güzel manzarasının tadını çıkaran bir restoran. Hayır, nargile kokmuyor etraf. Boğaz havası gerekeni yapmış. Asri zamanların yeni üçlüsünün, ‘Nargile-Instagram-Istanbul’un hatıralarının gecede kalmasını sağlamış.

Orada da kalsın zaten o hatıralar. Bir tuhaf artık İstanbul’un geceleri. Beyoğlu’na çıktığınızda görüyorsunuz, her sokaktan, iç bayıltan rayihasıyla bir duman yükseliyor. Hiç durmadan yanan közler, gelip giden maşalar, şişeler gecenin hararetini arttırıyor. Bu duman, bu koku, bu köz, bu hararet… Bugünleri anlatan bir roman yazıldığında, bunları içinde bulamazsanız, okumayı bırakın. 

İstanbul’un sembolü artık ne Galata ne Kız Kulesi ne de Ayasofya… İstanbul’un sembolü artık koca bir nargile. İçinde yaşadığımız da ‘köz çağı’. “Büyüktür İstanbul, hep küllerinden doğmuştur” deyip dururlar. Ona şüphe yok. Ama bir sonraki uyanışında belli ki közlerinden doğmak zorunda kalacak.



hepimiz karanfile eğilimliyiz

İstanbul gecesi… Akaretler Yokuşu’nda bir minik kafedeyim. Çay içip geleni geçeni seyrediyorum. Şaşırtıcı derecede güzel, bir o kadar da dağınık kitabevi Minoa’dan on beş dakika evvel aldığım kitaplara göz atıyorum. 

Gece epey ilerledi ama masalar arasında çocuklar koşuşuyor. Beşiktaş’a inenler, Maçka’ya çıkanlar… Korna sesleri, topuk tıkırtılarını bastırıyor. Evet, bu saatte trafik var. 

İki çaydan sonra kalkmaya niyetleniyorum. El ediyorum garsona. Kaşla göz arasında gidip geliyor, masaya bir kitap bırakıyor. “Bu nedir yahu” demeye kalmadan başka bir masaya seyirtiyor. 

Edip Cansever’in 'Yerçekimli Karanfil’i. Yapı Kredi baskısı. Çok okunmuş belli, yıpranmış. 

Sayfaların arasına tepiştirilmiş bir kâğıt. Adisyon fişi. İki çay için ne kadar ödeyeceğimi söylüyor. Şiirlerin arasında söylüyor bunu. 

Yadırgıyorum. Kim yadırgamaz? Ya da yadırgamaz mı, artık bunları pek bilemiyorum. Belli ki ‘karanfile eğilimli’ bir işletmeci… Sen ben bizim oğlan gibi. Hangimiz karanfile eğilimli değiliz ki?

İki şiir arasına para sıkıştırmak ama… Açmıyor beni. 

Yan masa da hesap istiyor; oraya da ‘Dünyanın En Güzel Arabistanı’ mı gelecek; bakmaya cesaret edemiyorum. Hesabı Cemal Süreya’dan ‘Üstü Kalsın’a denk getirmek falan… Düşünülmüş müdür? Peh! Parayı bırakıyorum, ‘masa da masaymış ha’ diyemeyeceğim masadan kalkıyorum. 

'Nasıl olan Ruhi Bey' gibi karışıyorum İstanbul gecesine.


PS: Adisyonun denk geldiği şiirden değil de kitabın başka bir sayfasından birkaç dize düşeyim şuraya, blog şenlensin. 

Beni seviyorsanız dikkat! köşe başındaki camcıya sorun
O ne derse doğrudur, dalga geçmeyin adamla

Üstelik beni sevmek haşlanmış pirinçleri beyazlatır. Günaydın! Sabahlarınız gibidir beni sevmek, horozun renkleri gibidir Beni sevdiniz mi? yangındır artık parmaklarınız.

dünyanın en güzel şehri

Geçen hafta Sabancı Müzesi Müdürü Nazan Ölçer ile sohbet ederken, ona dünyanın en güzel manzaralı müzesinin neresi olduğunu sordum. Aklımda bir cevap vardı ama gezegendeki neredeyse her kayda değer müzeyi gezmiş birisi olarak onun cevabı çok daha önemliydi. Uzun uzun düşündü. Sonra tahmin ettiğim cevabı verdi: Burası… Emirgan’ın en avantajlı yerinde, hafif tepede, Boğaz’a hakim Atlı Köşk’teki müze idare binasında oturmuş, gözümüzün önünde giderek daha da esrarlı bir hale gelen sisli İstanbul manzarasına bakarak konuşuyorduk. Burasıydı işte. Başka neresi olabilirdi ki? 

Böyle çok örnek var. Dünyanın en güzel vergi dairesi nerededir mesela? Yine burada, İstanbul’da elbette. Vergi toplamak için Büyükada’da denize sıfır köşkten daha iyi bir bina bulabilir misiniz? Sonra okullar… Tarabya’daki Marmara Kamu Yönetimi, Beşiktaş’taki Galatasaray Üniversitesi… Liseler, emniyet müdürlükleri, bilimum devlet dairesi… İstanbul’da olmanın o muazzam avantajını kullanan neredeyse her bina. 

Bunları şunun için söylüyorum: Dünyayı gezip bitirmedim ama İstanbul’dan güzel bir şehir de görmedim. Benden daha çok gezenlerin çoğu da böyle düşünür sanırım. Her gün geçtiğim Eminönü kalabalığının (‘keşmekeş’ daha da doğru bir kelime) ortasında hep aklıma gelir: Dünyanın başka bir köşesinde yaşıyor olsaydım yine de hep İstanbul’a gelmek isterdim. Bu rahatlık, bu kendini bırakmışlık, bu teklifsizlik tam bana göre. Hem hangi şehirde böyle bir Boğaz var? Vapurlar, martılar nasıl bu kadar zahmetsizce bir şehrin karakterine yansıyabilir?

Keşke şehrin biraz daha hakkını veriyor olsaydım. Keşke hepimiz bu şehre göre yaşasaydık. Yaşam gailesinde gözümüzün önüne inen sis perdesi, İstanbul’un o bulunmaz sisini görmemize engel olmasaydı. 

Güzel İstanbul’umdan yine ayrılmak üzereyken onu şimdiden özlemeye başladım işte. Çünkü kabul etsek de etmesek de, hakkını versek de vermesek de burası dünyanın en güzel şehri. 

ne zaman gittin ruhum görmedim seni

Sürüp giden yol yenileme faaliyetinden, İstiklal Caddesi üzerinde rahat rahat yürüyebilmek mümkün değil. İş makineleri, bariyerler, öbek öbek hafriyat… Işıltılı vitrinleri, on bilerce dolar kira ödenen dükkânları dışarıya gıcırtılı, derme çatma tahta köprüler bağlıyor. Kimsenin keyfi yok. 

Yeni bir şey değil. İstiklal’in inşaatı ne zaman bitti ki… İş makineleri ne zaman rahat bırakmış orayı? Sürekli bir taş değiştirme faaliyeti… O taşlar, değiştirilmediği zamanlarda da kaydılar, su sıçrattılar, Cadde’de küçük, tatlı bir gezintiyi zehir ettiler. ‘İstanbul’a ihanet’ tarihinin kapsamlı bir bölümü bu taşlar üzerinden yazılacak.  

İki gün evvel, Yapı Kredi’nin Galatasaray’daki yeni binasını görmek için, yol çalışması ‘mevzilerini’ aşa aşa Galatasaray’a inmeye çalışıyordum. Eskiden insan kalabalığından bunalırdık, şimdi gün ortasında, pek kimse yok. Üstelik beş-altı saat sonra Beşiktaş’ın Monaco’yla Şampiyonlar Ligi maçı vardı. Maç öncesi İstiklal’e yolu düşen Beşiktaşlı taraftar sayısı hiçle az arasında gidip geliyordu. Monaco taraftarlarını hiç görmedim. Zaten maçta da görmedim onları.

Kendime sordum: Bir Fransız, maç öncesi yolunu İstiklal’e düşürse ne bulacaktı ki? Bir yabancı arkadaşımı orada gezdirmek istesem ne gösterecektim? The Marmara’dan başlayarak lokum, nargile, tek tip döner dükkânları, ağır avizeli Sütiş ve Saray, standart sinema Fitaş, herhangi bir AVM kabilinden Demirören, adımımı atmadığım, Madame Tussauds’lu  Grand Pera, kıyafet dükkânları, nargile, lokum… Böyle uzayıp gidiyor. 

Ara sokaklara sapmazsak, Tünel’e dek yol boyunca ilgi çekici bulduğum, hikâyesini anlatabileceğim (veya dinlemek isteyeceğim) tek unsur binalar… Konsolosluk binaları, fasatlar, Galatasaray Lisesi… Bir de Tünel’in kendisi.Tabii artık Yapı Kredi’nin yeni binası ve İlhan Koman’ın caddeye bakan Akdeniz’ini de saymalıyım. Başka hiçbir şey yok. Bir yabancıya ne anlatabilirim ki? 

Dahası, kendime ne anlatabilirim?

Beyoğlu’nun hikâyesi elbette İstiklâl’den ibaret değil. Hatta, Cadde hep en azını anlatır. Vitrindir ama. Ne olup bittiğini görmek açısından hep işe yarar. Dürüst bir vitrindir üstelik. İnsanıyla, binasıyla, havasıyla her şeyi olduğu gibi gösterir. Değişen hayatı iyi anlatır İstiklal. 

Ben Beyoğlu’nda yaşadım. Beyoğlu’nda çalıştım. İstiklal Caddesi’nin hayatımın ana damarı olduğu günler vardı. O zamanlarda da bugünkü gibi üstüme üstüme gelirdi Cadde; ara sokaklara, kıyı köşeye saparak kurtulurdum. Şimdi de sevdiğim yerler var elbette ama o zaman çok daha fazla kitapçı, kafe, bar, sinema vardı oralarda… Arkadaş evleri vardı. Tanışmış olsaydık arkadaş olacağımız insanların evleri vardı. ‘Bizimdi’ diyeceğimiz evlerimiz vardı. 

Bizimdi ama başkalarının da…  Herkese aynı uzaklıkta, umursamazlıkta, teklifsizlikte mekânlar vardı. Güzellik ve düşkünlük vardı. Sefalet ve büyü vardı. Bir ruh vardı. Hikâye vardı. 

Ağıt yakmak, romantize etmek istemem ama gitti çoğu. Ben de gittim. Geri dönmek için bir sebep göremiyorum. 

Lokumdan, nargileden, hafriyattan, sürekli değiştirilen taşlardan hikâye çıkmıyor. İstiklal’in taşlarının altında deniz yok. Üstünde de ruh kalmamış.   


Ya da kendini göstermiyor o ruh… Eminim, bir yerlerde kendini saklıyor, koruyordur. İstanbul bizden çok daha eski. Bereketli. Dayanıklı. Ne kadar ihanet edilse de yeniden toparlanacak kadar da becerikli. İnşaatı, sıradanlığı, saçmalığı aşıp geri gelecektir. Yollarımızı kesiştirebilirsek ne âlâ…

Fotoğraf: Ara Güler (1992)

istanbul'un çirkin yılları

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş dün, neden istifa ettiğini söylemeden istifa etti. İstifa, AKP iktidarında alışık olmadığımız bir mevzu… Şaşırdık; bakalım bu sebebin ardındaki gizem perdesi aralanınca daha da şaşıracak mıyız?
Topbaş’ın istifa konuşmasından bana kalan, seçildiği 2004 yılında belediye başkanlığının kendisine partisi ve başkanı tarafından ‘tevdi’ edildiğini (verildiğini) söylemesiydi. Halk, seçim, sandık, demokrasi… Bu kelimelere başvurmadı. Halbuki onu, doğal olarak, milyonlarca İstanbullu seçmişti. Bu bir dil sürçmesi belki ama bir yandan doğru da. Erdoğan, bir zamanlar kendisinin oturduğu o koltuk için başka herhangi birini önerse, o da seçilmeyecek miydi?  
Sonuçta Topbaş, İstanbul’u 13 yıl yönettikten sonra gitti. Ben İstanbul mesaimin çoğunu onunla geçirdim. Bu şehre yaşamak için 1997’de gelmiştim. Şehri o sırada Recep Tayyip Erdoğan yönetiyordu. Erdoğan, hakkındaki hapis cezası kararının kesinleşmesi nedeniyle 1998’de görevini bırakınca, Ali Müfit Gürtuna geldi. AKP’nin kurulmasının ardından yapılan ilk yerel seçimde de (2004) Topbaş. 
Yani bugün birçok gencin tüm hayatı boyunca AKP’den başka iktidar görmemesi gibi, ben tüm İstanbul hayatım boyunca, şehrin yerel yönetiminde AKP iktidarı gördüm. En çok da Topbaş’ın iktidarını. Peki ondan ne kaldı bana? 
İktidar yanlıların ve seçilmiş yöneticilerin ikide bir dillendirdiği temizlik, su, metro gibi hizmetleri bir zahmet geçelim. Bunlar çünkü artık büyük oranda çözülmüş meseleler. Ve kabul etmek istemeseler de onların insanlığa lütfu değil, hizmetlerinin özünü oluşturuyor. Bütçe, borçlanma gibi konular da ileride daha iyi aydınlanacak (Topbaş, istifası sırasında borçsuz bir belediye bırakmakla övünüyordu, kazın ayağı öyle değil gibi görünüyor). 
Ben, isminin önünde ‘yüksek mimar’ unvanını taşıyan Kadir Topbaş’ın şehre bıraktığı estetik mirasa bakıyorum. 
Daha onlarca şey var ama bende en çok iz bırakan (olumlu anlamda değil) üç eseri sayayım: 
Haliç Metro Köprüsü…
Kabataş Martısı…
Yeni vapurlar… Ah o yeni vapurlar…  
Hâlâ her gördüğümde yolumu değiştirmeye çalıştığım, deniz motoruna yöneldiğim, vaktim varsa sonraki vapuru beklediğim, estetik fukarası yeni vapurlar… İşlevsel olduğu söylenen ama dünyanın en güzel en estetik geleneklerinden birini yıkmaktan başka bir işlevi olmayan yeni vapurlar. 
Sadece Kadir Topbaş iktidarının değil, tüm AKP iktidarının özeti gibi gördüğüm yeni vapurlar… 
Hoşuma gitmeyen bir özet… Aslan payı “Bir durağın bile yeri değişecek olsa, halka soracağım” diyen bir başkanın, Kadir Topbaş’ın döneminde yer alan bir özet… Benim İstanbul’da yaşadığım yıllar, İstanbul’un estetik açıdan en çirkin, tarihe, kültüre, şehrin dokusuna sahip çıkma açısından belki de en aciz yıllarıydı. Sadece İstiklal Caddesi’nin dönüşümüne, Taksim Meydanı’nın son haline, traşlanan Kuzey Ormanları’na, en önemlisi Gezi günlerinde izlenen politikaya bakarak da bunu görebiliriz. 
13 yıl içinde iyi şeyler de yapmıştır muhakkak; dün giden Topbaş elbette bu çirkinliğin tek müsebbibi değildi. İstanbul’un bugünkü estetik düşüklüğünün üzerinde tüm iktidarın sorumluluğu vardır. Sonuçta Topbaş’ın da söylediği gibi, bu iş ona, ‘tevdi’ edilmişti. 

zamanım yok

O kadar hızlı geçiyorlar ki kaldırımlardan. Omuzları düşük, başları öne eğik, rüzgârlı virgüller. İki nokta arasının doyumsuz seyyahları. Ak...