köye akşam çöktüğünde

Dersim’in bir köyünde büyümüş bir arkadaşım var. İlk tanıştığımızda, memleketinden geleli bir-iki sene olmuştu. Sessiz sakin, derin bir çocuktu. Sormadıkça konuşmazdı. Uzun zamandır görmüyorum ama hâlâ da öyledir, eminim. 

Yıllar evvel bir gün, bana seksenlerde geçen çocukluğunu anlatmıştı. Çocukluğunun gecelerini.

Tahmin etmesi zor değil, o zamanlar köylerinde elektrik, su yokmuş. Doğru dürüst yol da yokmuş. Yazın sohbet muhabbet bolmuş da kış geldiğinde, her evin penceresi önünde diz boyu kar biriktiğinde, tüm köy içine kapanırmış. 

Hele akşam çöktüğünde.  

“Ne yapardınız” diye sormuştum. 

“Otururduk”, demişti. “Hiçbir şey yapmazdık. Yapacak hiçbir şey yoktu.”

“Ee ne bileyim, hiç konuşmuyor muydunuz?” İdrak edememiştim daha. 

“Konuşacak şey kalmazdı ki. Ne konuşacaksın? Yemeğimizi yerdik. Otururduk sessiz. Dışarıyı dinlerdik. Rüzgâr, tipi…”

Susarlarmış. Böyle anlattı. Hepsi önüne bakarmış. Düşünürlermiş. Hava yavaş yavaş kararır, gece simsiyah çökermiş. Arada en fazla bir iki cümle. Dışarıda fırtına…

Yatar uyurlarmış. 

“Ben kimseye o sessizliği anlatamam” demişti.

Bugünlerde herkes evde kapalı kalmaktan şikâyetçiyken, arkadaşım aklıma düştü. Evindeyse yine sessiz, şikâyetsiz oturuyordur. Düşünüyordur.

Rüzgârı dinliyordur. 

en önde savaşanlar için

*Dr. Güle Çınar, yanındayız.

Televizyonda hemşirelerin, doktorların yorgun yüzleri… Kimse gülmüyor. Öylesine, adet yerini bulsun diye bile gülümsemiyorlar. Hayatları çok zorlaşmaya başladı. Gelecek haftayla beraber çok daha zor olacak. Biliyorlar. 

Tüm hastaneler sanki düşman tarafından kuşatılmış bir kale gibi. Tarihi filmlerdeki kahramanlar hem cesaret hem endişeyle burçlardan dışarı bakarlar. Beklerler. Öyle bekliyorlar. 

Hepimiz bekliyoruz. 

En ön safta onlar duruyor. Hollanda’da bugün itibariyle koronavirüsün bulaştığı üç bine yakın kişi var. Dörtte biri sağlık çalışanı. 

Türkiye’de de öyle. Çin’de, İspanya’da, bu bela nereyi vurduysa orada… İlk en öndekiler düşüyor. Üstelik çoğu kez doğru düzgün silahları da yok. Maskeleri az. 

İtalya’da kale belki çoktan düştü. Sağlıkçılar kalenin içinde hâlâ savaşıyor. Hemşireler, doktorlar, ambulans şoförleri, temizlik görevlileri… Hastanesinde üç hafta aralıksız çalıştıktan sonra evine döndüğü ilk günde, New York Times’a bağlanıp vaziyeti anlatan bir doktoru dinledim. Dr. Fabiano di Marco. Virüsün ağır hasar verdiği Bergamo’daki Papa Giovanni XXIII Hastanesi’nde solunum hastalıkları şefi. Onun sesi yorgun, onu dinleyen muhabirinki ağlamaklıydı. 

En çok kendi arkadaşlarını tedavi ederken zorlandıklarını anlattı Dr. Di Marco. Nasıl gün gün eridiklerini, nasıl yorgunluk ve çaresizlikten ağlaya ağlaya çalıştıklarını… 

Belki bize çok daha ağır gelen ama onun artık kanıksadığı şeyler de anlattı, artık buraya yazmak istemiyorum. Ağır. 

Acaba şimdi ne yapıyor Doktor di Marco? Savaşıyordur, ne yapacak! Umarım sağlıklıdır. Umarım sağlıklı kalır. 

Umarım çalışma arkadaşlarına Türkiye’deki vaziyeti anlattığı görüntüler internete sızınca, kurumu tarafından özür diletilen Dr. Güle Çınar sağlıklı kalır.  

Umarım günlerdir savaşan ve daha ne kadar savaşacağını bile kestiremeyen tüm sağlıkçılar sağlıklı kalır.

Umarım Türkiye’de ve dünyada insanlar, virüsle savaşırken alkışlayarak onurlandırdıkları bu insanlara, barışta da desteğini verir. 

O kadar süperkahraman filmi izledik. Hiçbiri gelmiyor yardımımıza. Gerçeğin sularındayız şimdi. 

Bugün doktorlardan, hemşirelerden, hastabakıcılardan ambulans şoförlerinden daha çok güvenecek kimimiz var?

Gerçek süperkahraman onlar. 

dalga geliyor

Çok sert vuracak, çok büyük bir dalga geliyor. Çin’de Wuhan’a, İtalya’ya, İran’a çarptı. Bizlere belki çarpmaz, diyorduk ama çarpacak. Hükümetlerin, salgın uzmanlarının açıklamalarından ben bunu anlıyorum.

Hazırlıklı olmalıyız. 

Zayıfı korumalıyız. 

Bir yandan onurumuzu da korumalıyız. 

Dengemizi korumalıyız. 

Paylaşmak bir kenara, ilk tepkimiz yağma oldu. Dünyanın her yerinde. Bugünkü bizi anlatıyor biraz. Zamanın ruhu bu. Black Friday’lerde, azıcık ucuzlayan televizyonları bile kapışan bir toplumuz. Evde iki televizyon varken.

Ama ummadık fedâkarlık örneklerini de veren biziz.

Şimdi elimizden ne gelir? 

Geçen gün alt katta yalnız yaşayan yaşlı adama, senin için bir şeyler yapabilir miyiz, diye sorduk. Bunu böbürlenmek için söylemiyorum, şunun için söylüyorum: Ertesi gün mahalledeki posta kutularına Salvation Army’den “Biz ofisi kapattık ama ihtiyacı olan bizi arasın, gerekirse alışverişini bile yaparız” yazılı kâğıtlar bıraktılar. O kâğıdı okuduğumda, kendi komşumuza bile yardım etmeyi akıl etmemiş olmak ağır gelirdi, dedim kendime. Dengemi kaybederdim.

Hiçbir zaman tamam değiliz, bütün değiliz ama içimizde biraz olsun yaşayan o tamamlığın, bütünlüğün, sağlamlığın örselenmesi de an meselesi. Hele böyle zamanlarda. Denge hepimize lazım.

Daha çok şey var yapmak gereken. Şimdi onların peşine düşmeli. Yapabilecek olan yapsın. Zayıflar, yoksullar, yaşlılar, hastalar var gözümüzün önünde; hükümetlerin arkada bırakmayı apaçık göze aldıkları…

Çok sert vuracak, çok büyük bir dalga geliyor. Birbirimizi koruyalım.

korona günleri - yardım kutusuna yazılı şiir

Çin, koronavirüs ile mücadelesini kazandı kazanacak. Şimdi dünyanın geri kalanına yardıma başladı. İtalya’ya doktor ve ekipman göndermiş. 

Bu arada İtalya gibi ağır kayıplar veren İran’a da yardım malzemesi yollayabilmiş Çinliler. 250 bin maske, beş bin test kiti.

Gönderdiği kutuların üzerine Şirazlı Sadi’nin dizelerini yazmışlar. Okuyunca bir süre kendime gelemedim.

“Adem’in çocukları aynı vücudun uzuvlarıdır
Zira aynı cevherden yaratılmışlardır.” 

Şirazlı Sadi'nin şiirinin tamamı kutuda mıdır bilmiyorum. Associated Press kaynaklı haber, bu kadarına yer vermiş. İran’ın dev şairinden iki dize…

Bu dizeler insanlığın hayallerine ve acılarına öyle cuk oturuyor ki, New York’taki BM binasının girişine de kazınmış duruyorlar zaten.

Sadi’nin şiirinin tamamı şöyle: 

“Adem’in çocukları aynı vücudun uzuvlarıdır
Zira aynı cevherden yaratılmışlardır
Felek bir uzva elem getirirse öbürlerinin huzuru kalmaz
Ey başkalarının acısıyla kaygılanmayan
Sana insan demek yakışmaz.”

Bir maske kutusunun üzerinde yazılı işte tüm yaşadıklarımızın özeti. Gerçekleştiremediğimiz idealimiz. 
Dünyanın acısı.

PS: Elimin altında Sadi’nin kitabı yok; çevirinin kimin olduğunu da bulamadım. Bir makaledeki versiyonuna (şurada) çok az müdahale ettim. 

korona günleri - berberde

Bir Hollandalı, bir Portekizli, bir İtalyan, bir de Türk… Napolili Salvatore’nin berber dükkânındayız. Neşeli adam Salvatore. Korona günleri yılgınlığı bile ona pek değmemiş görünüyor. Bir iki düşünceli an dışında, yine gülüyor, gülümsüyor. 

“Hangi ülke koronayı nasıl karşıladı? Gazeteciler buraya gelse, hiç yorulmadan haberini yazıp giderdi” diyor.

Müşteri kimliğim sırıtırken, gazeteci kimliğim notunu alıyor. Kimin ne yaptığını üç aşağı beş yukarı biliyoruz gerçi. Tek tek hikâyeler daha ilginç geliyor. 

Hollandalı Olaf, yetmişinin çok üstünde. Kolombiya’ya gidecekmiş, vazgeçmiş. “Niye” diye olta atıyorum; “Avrupa’ya tercih edilmez mi şimdi?”

“Yok yahu” diyor Olaf. “14 gün karantina varmış inince. Ee, o kadar kalacaktım zaten!”

Portekizli Carlos’un elinde cep telefonu, gazı kaçmış futbol gündemini okuyor. “Aha” diyor bir anda; “Ronaldo, Madeira’daymış. ‘Daha da İtalya’ya dönmem’ diyormuş.”

İstese de dönemez zaten, o kadarını biliyoruz. Carlos’un da aklında Portekiz var. Yaşlı annesi oradaymış. Ama küçük bir kasabada. “Yine de daha emniyetli” diye onaylıyoruz. Kasabada olmak iyiymiş gibi geliyor. 

Napolili Salvatore’nin aklı hemşehrilerinin evde oturabileceğine yatmıyor. “Türkler ne yapıyor peki” diye soruyor.

“Türkler, İtalya’da olanları izliyor” diyorum. 

Huy olarak iki milletin birbirine ne kadar benzediğini ikimiz de biliyoruz. Zaten, rutin saç kesimi mevzularımızdan biri bu. “Siz de biz de gürültücü insanlarız” deyip güler Salvatore. Marmaris’teki nefis günlerini anlatmaya başlar sonra. 

Bu defa bunları konuşmuyoruz. 

Yetmiş yaşında Salvatore. Dinç bir yetmiş. Dükkânını açık tutmak istediğini, hükümet kapatmadıkça kapatmayacağını söylemişti. Kararının arkasında. Ama ben bugün oraya gitme kararımın arkasında değilim. 

Dört gün içinde ruh halimiz değişti.

Ama hayat hemen hemen aynı ritminde akıp gidiyor. Ruh haliyle ritim birbirini tutmuyor.

Tuhaf günler. 

korona günleri - her şeyi yakçılarla sal gitsinciler karşı karşıya

Geçen gün arkadaşım Serdar bir gözlemini paylaştı: İnsanlar, koronavirüsten sadece korkmuyor, ona içerliyorlar da. Çünkü bu virüs hayatlarımıza, deprem gibi, trafik kazası gibi, doğal afet gibi fazladan bir risk ekledi. Dolayısıyla fazladan bir tedirginlik de ekledi. Madem, “Bu risk kalıcı, global toplum bundan böyle salgınlarla uğraşacak” deniyor; tedirginlik de kalacak. Modern hayatta fazladan bir endişe. 

Kalacak kalmasına da biz onunla nasıl başa çıkacağız?

Daha geçen haftaya kadar iki eğilim vardı. 

‘Her şeyi yak’çılarla ‘sal gitsin’ciler çarpışıyordu. 

Her şeyi yakçılar, toplumsal düzene kilit vurulmasını savunuyordu; sal gitsinciler, her şeye rağmen hayatın akmasını. İlk kategoriye girenler, geçen yüzyılın başında gezegeni çökerten İspanyol gribi salgınını örnek veriyordu. İkinciler, sıradan gribin de halihazırda milyonlarca insanın canına mal olduğunu anlatıyordu. 

İtalya'da yaşananlardan sonra, 'sal gitsin'ciler büyük yenildi. 

Geriye endişe kaldı.

Yine de, evet yine de, şu Milanolu kadına balkonunda akordiyon çaldırtan ruh ayakta. Endişeye karşı. Halen.

PS: Fotoğraf / Alessandro Grassani

ay sarayında