covid-19 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
covid-19 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

değişecek miyiz?

Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak demeyi seviyoruz. Büyük büyük laflar. 

Olmayabilir sahiden de ama biz değişmeyi istiyor muyuz?

Daha ilk günden beri maske meselesi kafamı kurcalıyor. Anlatılan şuydu temel olarak: Maske esasen hasta olanlar için gerekli. Onların takması gerekir. Hasta olmayanlar için pek koruyuculuğu yok. 

Nitekim takmadık. 

Ama Uzakdoğu toplumları taktı. Mesele şu ki zaten hep takıyorlardı. Sokakta, metroda, şurada burada maske takan Uzakdoğuluları hep görüyorduk. Ya da Asya ülkelerine gittiğimizde. 

Önceleri onların biraz paranoyak olduğunu düşünüyordum, sonra anlattılar. Hasta olduklarında kimseye bulaşmasın diye maske takıyorlarmış. 

“Aman bana bulaşmasın” diye değil. Bulaştırmamak için. Bu zahmete toplum için katlanıyorlar. 

Son salgında da maskelerini kuşandılar. Alışkanlıkları var. Hasta olan olmayan kim varsa taktı maskesini. Çünkü yine ilk günlerden beri anlatıldığı üzere, kimin hasta olduğu bilinmiyordu. O yüzden maske ancak iki taraflı kullanılırsa işe yarayacaktı.

Sonuç ortada. 

Uzakdoğuluların haricinde kimse maske takmadı. Biz takmadık, takmıyoruz. Takmak da istemiyoruz. 

Neden? 

Sanırım iki cevabı var. Birincisi benciliz. Birilerine hastalık bulaştırmak pek umrumuzda değil. Umrumuzda olsa bile zahmete girmek istemiyoruz. 

İkincisi maskeyi bir hastalık işareti olarak görüyoruz. Steril, sağlıklı toplumlarımızda istenmeyen bir mikrop… Bir tür kirlilik. Medeniyetin geldiği seviyeye yakışmıyor maske. 

Arada dağlar kadar fark var. 

Neyse ki bu salgın vesilesiyle medeniyetin bir yere gelmediğini de anladık. Hem bu işin uzayacağı, kısa bile sürse bu tür salgınlara alışmamız gerektiği de söyleniyor. 

Peki değişecek miyiz? Bence maske bir ölçü olacak. 



Fotoğraflar (yukarıdan aşağıya): Dmirty Kostyukov, Isaac Lawrence, Matthew Abbott, Tyler Hicks, Sean Gallup

yaşlılar için bir tasfiye listesi

Kuzey İtalyalı Umberto Eco acaba sonuncusu kendi ülkesini fena vuran salgınlar hakkında bir şeyler yazmış mıdır diye bakınırken beklemediğim türde bir yazısına rastladım. 

Daha önce okumuştum ama çok da ilgilenmeden geçmişim. Bir kehanet yazısı bu. Eco, 2011’in ilk günlerinde, “geleceğe dair öngürülere ait yadsınamaz verilerle ilgili, belki birazcık da abartarak, neden genellemeler yaparak eğlenmeyelim” demiş ve gençlerle-yaşlıların birbirleriyle ‘ölümüne’ çekişeceği bir geleceğe dair yazmış.

Anlatırken sözünü sakınmadığı, muhtemelen yazarken de kıs kıs güldüğü bir distopya… Gençlerle yaşlılar savaşsa kim kazanır?

Her iyi distopya gibi bugünkü hayattan fena halde izler taşıyor. 
Eco’yu dinleyelim:  

“ (…) En azından bizim ülkemizde (bununla sınırlı kalalım) yaşlı nüfus, genç nüfusu aşmış durumda. Bir zamanlar altmışlı yaşlarda ölünürken artık yaşam doksanlı yaşlara uzadı. Bu da otuz yıl daha fazla emeklilik anlamına geliyor. Bilindiği üzere bu emeklilik maaşlarını ödemek de gençlere düşüyor. Ama bu kadar fazla sayıda işgalci ve yaşama tutunmuş yaşlı insan varken birçok resmi ya da özel kuruluşun dümeninde de onlar yer almakta (en azından melekelerini yitirene kadar). Dolayısıyla gençlere çalışacak iş kalmıyor ve emeklilik maaşlarını ödemek için üretim yapılamıyor. 

Bu durumda ülke, davetkâr vergiler aracılığıyla piyasalara kimi zorunluluklar getirse bile, dış yatırımcılar güven duymayacak ve emeklilik maaşları için gereken kaynak bulunmayacak. Öte yandan da iş bulamayan gençlerin babaları ya da emekli akrabaları tarafından finanse edileceği hesaba katılmalı. Kısacası tam bir trajedi.  

İlk akla gelen çözüm en bariz olanı. Gençler varisleri bulunmayan yaşlılar için bir tasfiye listesi hazırlamak zorunda kalacaklar. Ama bu da yeterli gelmeyeceğinden ve koruma içgüdüsü nedeniyle, bu gençler varisleri olan yakın akrabalarını da, yani kendi ana babalarını da o listelere dahil etmek durumundalar. Çok zor olsa bir kere alışılınca kolaylaşır. Altmış yaşında mısın? Hiçbirimiz ölümsüz değiliz babacığım, güle güle dedeciğim, diyen torunlarınla birlikte hepimiz seni tasfiye kampına yapacağın son yolculuğuna uğurlamaya geliriz. Yaşlılar başkaldırırsa da, ispiyoncular eşliğinde yaşlı avı başlar. Yahudilerin başına geldiyse yaşlıların başına neden gelmesin ki? 

Ama acaba henüz emekli olmamış, hâlâ idari görevlerdeki yaşlılar bu tür bir kadere rıza gösterecek mi? En azından dünyaya muhtemel tasfiyeciler yetiştirmemek için çocuk yapmayacaklardır. Dolayısıyla da genç nüfus sayısı iyice azalacak. Ve en sonunda da sanayinin çeşit çeşit mücadeleye alışkın bu yaşlı kaptanları (ya da şövalyeleri) belki de yüreklerine taş basarak çocuklarını ve torunlarını ortadan kaldırma kararı verecekler. Tabii ki, hâlâ geleneksel ailevi ve vatani değerlere bağlı bir nesil olacaklarından, vârislerinin kendilerine yapacağı gibi temerküz kamplarına yollayarak değil de, bilindiği gibi yaşı en geç olanların yollandığı ve fütüristlerin tabiriyle dünya temizliği için tek yöntem sayılan savaşlar çıkaracaklar. 

Böylelikle genç nüfustan yoksun, şehitler için anıtlar dikmeye ve vatan için bonkörce yaşamından feragat edenleri anlamaya niyetli süslü ve gürbüz yaşlılarla dolu bir ülkeye sahip olacağız. İyi de emekli maaşlarını ödemek için kim çalışacak? Tabii ki İtalyan vatandaşlığını kapmak için her şeyi yapmaya amade, düşük ücretle çalışmaya gönüllü, eski ticari yasalar çerçevesinde taze işgücüne yer açmak için ellili yaşlarda ölmeye aday mülteciler. 

Bu sayede iki nesil sonra ‘bronzlaşmış’ tene sahip milyonlarca İtalyan, doksanlıkların oluşturduğu, artık yalnızca renkli tene sahip, TV’de reklamı yapılan çamaşır suyuyla kafayı bulan zombilerin işgal ettiği kentlerin kargaşasından uzak, nehir ve deniz kıyısındaki kolonyal tarz malikânelerinde viski ve soda yudumlayan, kırmızı burunlu beyaz ırktan bir seçkinler sınıfının ve namlı gözdelerin (dantelli ve tüllü kadınlar) refahını garantileyecek.” 

Pape Satàn Aleppe - Budalalıktan Deliliğe (Kırmızı Kedi Yayınları, Çev: Feza Özemre)


çarkları çevirenler

Evdeyiz.

Evde kalabiliyoruz. Evde kalabildiğimiz için evdeyiz. Ya da zaten gidecek bir işimiz, ofisimiz, fabrikamız yok. 

Herkes için değil belki, uzun süreliğine de değil belki ama evde kalabilmek ayrıcalıkmış, onu öğrenmiş olduk. Sınıfsal bir ayrıcalık çoğu zaman.

Bir yandan da ruhlarımızın derinlerine, çok gizli bir yere, şu dünyanın işleyişinde yaşamsal bir öneme sahip olmadığımız bilgisini sakladık. Ustalıkla gizlemişizdir muhtemelen. Bir gün geri dönüp bulamayalım diye.

Çok önemli olabiliriz tek tek. Başkaları için de çok önemli olabiliriz. Yaptığımız iş dünyalar değiştiriyor, ufuklar açıyor, milyonlarca insana değiyor bile olabilir. 

Ama şu an evimizi laboratuvara çevirmiş aşı bulmaya çalışmıyorsak, maske dikmiyorsak, yaşamsal öneme de sahip değiliz, kabul edelim. 

Çarkları çeviren biz değiliz. Dünyayı kuranlar biz değiliz. Evde kalarak kurulmuyor dünya. İşine gitmek zorunda olanlar kuruyor. Can kurtaranlar, alanlar satanlar, dışarıda yaşananları anlatanlar… Evde kalma seçenekleri olsaydı kalırlardı ama gitmek zorundalar, gidiyorlar. 

Başrolde olan onlar.

Onlar sistemi, toplumu ayakta tutuyor. Dünyayı kuruyorlar. Eyliyorlar. 

Toplumu ayakta tuttukları için, eyledikleri için, üretimden gelen bir güce sahip oldukları için, canları pahasına her gün işe gitmek zorunda kaldıkları için, hepsi ve daha fazlası için bunların, devrimcilik potansiyelleri de var. Hep vardı. 

Fotoğraf: Helsinki’deki Üç Demirci Anıtı (Kimmo Brandt)

operating theater

İngilizce’de ameliyathaneye ‘operating theater’ da deniyor. 

Dilin bir azizliği değil, ilk zamanlar gerçekten bir tiyatro sahnesi gibi düzenlenirmiş ameliyathaneler. Ne yapıldığını öğrencilere gösterebilmek için. Ameliyatları halktan kimselerin seyrettiği de olurmuş. Ameliyat sonrası doktorların alkışlandığı da. 

Sahne şeklindeki ilk ameliyathanelerin bazıları bugüne dek korunmuş. Londra'da, Philadelphia'da... 

Bugüne ulaşmış en eski tıbbi sahne Kuzey İtalya'nın Padova'sında. Yapım yılı 1595. Ama o bir ameliyathane değil. O bir 'anatomical theater', yani anatomi tiyatrosu. Türünün ilk örneği. Öğrencilere insan vücudunun içini dışını gösterebilmek için inşa edilmiş. Avrupa'nın en eski tıp merkezlerinden birinde, Padova Üniversitesi'nde 1222 yılında kurulmuş. 

Hâlâ ayakta. 

*
Bugün Dünya Tiyatrolar Günü'ydü.

Virüs salgınının, perdeleri kapamaya mecbur ettiği bir tiyatrolar günü. 

İtalya'daki ilk koronavirüs ölümü Padova'nın Vo kasabasındaydı. Anatomi tiyatrosunun şehrinde. 21 Şubat'ta. Kuzey İtalya bir ayda, salgının tüm dünyada en sert vurduğu yer haline geldi.

Doktorlar, hemşireler, tüm sağlıkçılar kelle koltukta savaşıyor şimdi. Alkışlanıyorlar da. Ama bu defa sadece can kurtardıkları için değil. Kendilerini feda ettikleri için de.

Sahnede onlar var.

Veba salgınını da yaşamış Shakespeare, “Tüm dünya bir sahnedir” diye yazarken böyle günleri de aklına getirmiş miydi?

Üstteki resim, Amerikan sanatçı Thomas Eakins'in 'The Agnew Clinic'i. 
Alttaki boş sahne, Padova Üniversitesi'ndeki anatomi tiyatrosu

en önde savaşanlar için

*Dr. Güle Çınar, yanındayız.

Televizyonda hemşirelerin, doktorların yorgun yüzleri… Kimse gülmüyor. Öylesine, adet yerini bulsun diye bile gülümsemiyorlar. Hayatları çok zorlaşmaya başladı. Gelecek haftayla beraber çok daha zor olacak. Biliyorlar. 

Tüm hastaneler sanki düşman tarafından kuşatılmış bir kale gibi. Tarihi filmlerdeki kahramanlar hem cesaret hem endişeyle burçlardan dışarı bakarlar. Beklerler. Öyle bekliyorlar. 

Hepimiz bekliyoruz. 

En ön safta onlar duruyor. Hollanda’da bugün itibariyle koronavirüsün bulaştığı üç bine yakın kişi var. Dörtte biri sağlık çalışanı. 

Türkiye’de de öyle. Çin’de, İspanya’da, bu bela nereyi vurduysa orada… İlk en öndekiler düşüyor. Üstelik çoğu kez doğru düzgün silahları da yok. Maskeleri az. 

İtalya’da kale belki çoktan düştü. Sağlıkçılar kalenin içinde hâlâ savaşıyor. Hemşireler, doktorlar, ambulans şoförleri, temizlik görevlileri… Hastanesinde üç hafta aralıksız çalıştıktan sonra evine döndüğü ilk günde, New York Times’a bağlanıp vaziyeti anlatan bir doktoru dinledim. Dr. Fabiano di Marco. Virüsün ağır hasar verdiği Bergamo’daki Papa Giovanni XXIII Hastanesi’nde solunum hastalıkları şefi. Onun sesi yorgun, onu dinleyen muhabirinki ağlamaklıydı. 

En çok kendi arkadaşlarını tedavi ederken zorlandıklarını anlattı Dr. Di Marco. Nasıl gün gün eridiklerini, nasıl yorgunluk ve çaresizlikten ağlaya ağlaya çalıştıklarını… 

Belki bize çok daha ağır gelen ama onun artık kanıksadığı şeyler de anlattı, artık buraya yazmak istemiyorum. Ağır. 

Acaba şimdi ne yapıyor Doktor di Marco? Savaşıyordur, ne yapacak! Umarım sağlıklıdır. Umarım sağlıklı kalır. 

Umarım çalışma arkadaşlarına Türkiye’deki vaziyeti anlattığı görüntüler internete sızınca, kurumu tarafından özür diletilen Dr. Güle Çınar sağlıklı kalır.  

Umarım günlerdir savaşan ve daha ne kadar savaşacağını bile kestiremeyen tüm sağlıkçılar sağlıklı kalır.

Umarım Türkiye’de ve dünyada insanlar, virüsle savaşırken alkışlayarak onurlandırdıkları bu insanlara, barışta da desteğini verir. 

O kadar süperkahraman filmi izledik. Hiçbiri gelmiyor yardımımıza. Gerçeğin sularındayız şimdi. 

Bugün doktorlardan, hemşirelerden, hastabakıcılardan ambulans şoförlerinden daha çok güvenecek kimimiz var?

Gerçek süperkahraman onlar. 

dalga geliyor

Çok sert vuracak, çok büyük bir dalga geliyor. Çin’de Wuhan’a, İtalya’ya, İran’a çarptı. Bizlere belki çarpmaz, diyorduk ama çarpacak. Hükümetlerin, salgın uzmanlarının açıklamalarından ben bunu anlıyorum.

Hazırlıklı olmalıyız. 

Zayıfı korumalıyız. 

Bir yandan onurumuzu da korumalıyız. 

Dengemizi korumalıyız. 

Paylaşmak bir kenara, ilk tepkimiz yağma oldu. Dünyanın her yerinde. Bugünkü bizi anlatıyor biraz. Zamanın ruhu bu. Black Friday’lerde, azıcık ucuzlayan televizyonları bile kapışan bir toplumuz. Evde iki televizyon varken.

Ama ummadık fedâkarlık örneklerini de veren biziz.

Şimdi elimizden ne gelir? 

Geçen gün alt katta yalnız yaşayan yaşlı adama, senin için bir şeyler yapabilir miyiz, diye sorduk. Bunu böbürlenmek için söylemiyorum, şunun için söylüyorum: Ertesi gün mahalledeki posta kutularına Salvation Army’den “Biz ofisi kapattık ama ihtiyacı olan bizi arasın, gerekirse alışverişini bile yaparız” yazılı kâğıtlar bıraktılar. O kâğıdı okuduğumda, kendi komşumuza bile yardım etmeyi akıl etmemiş olmak ağır gelirdi, dedim kendime. Dengemi kaybederdim.

Hiçbir zaman tamam değiliz, bütün değiliz ama içimizde biraz olsun yaşayan o tamamlığın, bütünlüğün, sağlamlığın örselenmesi de an meselesi. Hele böyle zamanlarda. Denge hepimize lazım.

Daha çok şey var yapmak gereken. Şimdi onların peşine düşmeli. Yapabilecek olan yapsın. Zayıflar, yoksullar, yaşlılar, hastalar var gözümüzün önünde; hükümetlerin arkada bırakmayı apaçık göze aldıkları…

Çok sert vuracak, çok büyük bir dalga geliyor. Birbirimizi koruyalım.

korona günleri - yardım kutusuna yazılı şiir

Çin, koronavirüs ile mücadelesini kazandı kazanacak. Şimdi dünyanın geri kalanına yardıma başladı. İtalya’ya doktor ve ekipman göndermiş. 

Bu arada İtalya gibi ağır kayıplar veren İran’a da yardım malzemesi yollayabilmiş Çinliler. 250 bin maske, beş bin test kiti.

Gönderdiği kutuların üzerine Şirazlı Sadi’nin dizelerini yazmışlar. Okuyunca bir süre kendime gelemedim.

“Adem’in çocukları aynı vücudun uzuvlarıdır
Zira aynı cevherden yaratılmışlardır.” 

Şirazlı Sadi'nin şiirinin tamamı kutuda mıdır bilmiyorum. Associated Press kaynaklı haber, bu kadarına yer vermiş. İran’ın dev şairinden iki dize…

Bu dizeler insanlığın hayallerine ve acılarına öyle cuk oturuyor ki, New York’taki BM binasının girişine de kazınmış duruyorlar zaten.

Sadi’nin şiirinin tamamı şöyle: 

“Adem’in çocukları aynı vücudun uzuvlarıdır
Zira aynı cevherden yaratılmışlardır
Felek bir uzva elem getirirse öbürlerinin huzuru kalmaz
Ey başkalarının acısıyla kaygılanmayan
Sana insan demek yakışmaz.”

Bir maske kutusunun üzerinde yazılı işte tüm yaşadıklarımızın özeti. Gerçekleştiremediğimiz idealimiz. 
Dünyanın acısı.

PS: Elimin altında Sadi’nin kitabı yok; çevirinin kimin olduğunu da bulamadım. Bir makaledeki versiyonuna (şurada) çok az müdahale ettim. 

korona günleri - berberde

Bir Hollandalı, bir Portekizli, bir İtalyan, bir de Türk… Napolili Salvatore’nin berber dükkânındayız. Neşeli adam Salvatore. Korona günleri yılgınlığı bile ona pek değmemiş görünüyor. Bir iki düşünceli an dışında, yine gülüyor, gülümsüyor. 

“Hangi ülke koronayı nasıl karşıladı? Gazeteciler buraya gelse, hiç yorulmadan haberini yazıp giderdi” diyor.

Müşteri kimliğim sırıtırken, gazeteci kimliğim notunu alıyor. Kimin ne yaptığını üç aşağı beş yukarı biliyoruz gerçi. Tek tek hikâyeler daha ilginç geliyor. 

Hollandalı Olaf, yetmişinin çok üstünde. Kolombiya’ya gidecekmiş, vazgeçmiş. “Niye” diye olta atıyorum; “Avrupa’ya tercih edilmez mi şimdi?”

“Yok yahu” diyor Olaf. “14 gün karantina varmış inince. Ee, o kadar kalacaktım zaten!”

Portekizli Carlos’un elinde cep telefonu, gazı kaçmış futbol gündemini okuyor. “Aha” diyor bir anda; “Ronaldo, Madeira’daymış. ‘Daha da İtalya’ya dönmem’ diyormuş.”

İstese de dönemez zaten, o kadarını biliyoruz. Carlos’un da aklında Portekiz var. Yaşlı annesi oradaymış. Ama küçük bir kasabada. “Yine de daha emniyetli” diye onaylıyoruz. Kasabada olmak iyiymiş gibi geliyor. 

Napolili Salvatore’nin aklı hemşehrilerinin evde oturabileceğine yatmıyor. “Türkler ne yapıyor peki” diye soruyor.

“Türkler, İtalya’da olanları izliyor” diyorum. 

Huy olarak iki milletin birbirine ne kadar benzediğini ikimiz de biliyoruz. Zaten, rutin saç kesimi mevzularımızdan biri bu. “Siz de biz de gürültücü insanlarız” deyip güler Salvatore. Marmaris’teki nefis günlerini anlatmaya başlar sonra. 

Bu defa bunları konuşmuyoruz. 

Yetmiş yaşında Salvatore. Dinç bir yetmiş. Dükkânını açık tutmak istediğini, hükümet kapatmadıkça kapatmayacağını söylemişti. Kararının arkasında. Ama ben bugün oraya gitme kararımın arkasında değilim. 

Dört gün içinde ruh halimiz değişti.

Ama hayat hemen hemen aynı ritminde akıp gidiyor. Ruh haliyle ritim birbirini tutmuyor.

Tuhaf günler. 

korona günleri - her şeyi yakçılarla sal gitsinciler karşı karşıya

Geçen gün arkadaşım Serdar bir gözlemini paylaştı: İnsanlar, koronavirüsten sadece korkmuyor, ona içerliyorlar da. Çünkü bu virüs hayatlarımıza, deprem gibi, trafik kazası gibi, doğal afet gibi fazladan bir risk ekledi. Dolayısıyla fazladan bir tedirginlik de ekledi. Madem, “Bu risk kalıcı, global toplum bundan böyle salgınlarla uğraşacak” deniyor; tedirginlik de kalacak. Modern hayatta fazladan bir endişe. 

Kalacak kalmasına da biz onunla nasıl başa çıkacağız?

Daha geçen haftaya kadar iki eğilim vardı. 

‘Her şeyi yak’çılarla ‘sal gitsin’ciler çarpışıyordu. 

Her şeyi yakçılar, toplumsal düzene kilit vurulmasını savunuyordu; sal gitsinciler, her şeye rağmen hayatın akmasını. İlk kategoriye girenler, geçen yüzyılın başında gezegeni çökerten İspanyol gribi salgınını örnek veriyordu. İkinciler, sıradan gribin de halihazırda milyonlarca insanın canına mal olduğunu anlatıyordu. 

İtalya'da yaşananlardan sonra, 'sal gitsin'ciler büyük yenildi. 

Geriye endişe kaldı.

Yine de, evet yine de, şu Milanolu kadına balkonunda akordiyon çaldırtan ruh ayakta. Endişeye karşı. Halen.

PS: Fotoğraf / Alessandro Grassani

korona günleri - süperyayıcı

Dün Hollandaca kursunda -tabii ki- yine koronavirüs hakkında konuşuyorduk. 

Öğretmen, bazı insanların sadece taşıyıcı olduğunu söylediğinde, ben de ‘superspreader’ (‘süperyayıcı’ mı desek) diye tanınan bir taşıyıcı hakkında yaklaşık bir ay önce okuduklarımı anlattım. 

“Orta yaşlı, İngiliz, erkek. Singapur’dan Fransa’ya bir kayak merkezine gelmiş. Sonra da İngiltere’ye dönmüş. Gazetelerde o kayak merkezindeki birçok insana virüs bulaştığını okuyunca, kendisi hiç belirti göstermemesine rağmen, ne olur ne olmaz diyerek test edilmek üzere hastaneye koşmuş. Sonuç: Herkese virüsü bulaştıran meğer bizzat kendisiymiş.”

Yanımda oturan kurs arkadaşım, genç İngiliz kadın, beni sabırla dinledikten sonra (ki çat pat Hollandaca konuştuğumuz için gerçekten sabır gerekiyor) bombayı patlattı: 

“O adam benim arkadaşımın babası.”

Sonra da adamın ve ailesinin akıbetini anlattı. Virüs tüm aileye bulaşmış ama biraz kırıklık gösterdikten sonra iyileşmişler. 

Dünya sahiden küçük. 

korona günleri - tek dünya tek millet tek harita

 Hollanda gazetesi Volkskrant bence en iyisini yapıyor. Şurada şu kadar kişi öldü, burada bu kadar kişi virüs kaptı demeden, bütün dünyaya dair tek bir sayı veriyor. Ülke yok, sınır yok. Sonuçta herkesi vurdu korona; herkes tedbirini alıyor, herkes korkuyor. 

İtalya’daki ölümlerden kendini ayırabilir mi Türkiye? ABD’de tek bir huzurevinde 18 kişinin hayatını kaybetmesi, tüm dünyadaki huzurevleri için önlem gerektirmiyor mu? Virüs, millet ayırıyor mu, sınır tanıyor mu?

Hep söylendi. Bazısı inandı, bazısı inkâr etti. Ama dünya en azından bu virüs açısından hakikaten küresel bir köy haline geldi. 
Bu defa aynı gemideyiz. 

korona günleri - herkes evinde

Koronavirüs, Doğu ile Batı arasındaki muazzam toplumsal farkın halen geçerliliğini koruduğunu da bize göstermiş oldu. Kontrast biraz azaldı sanıyorduk, azalmamış. 
İşte İtalya… Bugünkü La Repubblica, 'Tutti in casa' (Herkes evinde) manşetiyle çıktı. Bugün itibariyle ülkeyi kapatan İtalyan hükümeti, düne kadar topluma, çok büyük sınırlamalar içermeyen tavsiyelerde bulunuyordu. Gitmeyin, çıkmayın, etmeyin, yapmayın falan… 

Dinleyen dinliyordu; çoğu insan da bildiğini okuyordu.

Dün gazetede gördüğümde hiç şaşırmadım. Lombardiya bölgesinden, en başta Milano’dan çıkması kısıtlanan (ya da çıkmamaması tavsiye edilen) İtalyan vatandaşları yine de işleri güçleri için yollara düşmüştü. 

Gazetecilerin ‘neden böyle yapıyorsunuz’ sorusuna, burunlarını maskeyle örtmüş iki genç şu yanıtı veriyordu mesela: “İyi de biz öğrenciyiz, Milanolu değiliz, bu yasak bizi kapsamıyor.”

Roma’daki kafe-restoran işletmecileri de 'müşterilerin arasında en az bir metre olacak' kuralına (tavsiyesine) uymuyor; pratikte bunun uygulanamayacağını -haklı olarak- söylüyorlardı. “Grup halinde gelenleri ne yapacağız peki” diye soruyorlardı örneğin. 

Bu iş zaten, Romalı mekâncıların, Milanolu öğrencilerin ya da etrafta hâlâ avare avare gezmeye çalışan turistlerin meselesi değil. Bu bir hükümet meselesi. Bir salgın esnasında neyi tercih etmeli?

İtalya’daki yasak genelgesi, düne kadar, kelime seçimi konusunda biraz utangaçtı (artık değil). Yasak mı dayatalım, inisiyatifi vatandaşa mı bırakalım? Genelgenin söz seçimlerinde boşluklar vardı. O utangaçlık yüzünden, cevval İtalyanlar da buldukları boşlukları dolduruyordu.

Açıkça gördük, Batı’da böyle bir salgında bile ‘birey’, toplumun, toplum yararının önünde geliyor. Devlet otoriter olmaktan korkuyor. İnisiyatifi bireye bırakıyor. Her şey bireyin, birey derken de esasen vergisini veren vatandaşın etrafında dönüyor. Onu evine kapatmak öyle kolay değil. Kamudan önce onun çıkarını gözetiyor sistem. Aksi akla pek gelmiyor. Sisteme göre, o çıkar gözetilecek ki vatandaş da sistemin çarkını çevirecek. İşine gidecek, dükkânını açacak. Hasta olmamaya çalışacak.

Sistem bunu böyle ister. 

*

Ya Doğu’da?

Her şeyin başladığı Wuhan’da, ardından da dışarıya kapatılan tüm şehirlerde, Çin devletinin şiddetli tedbirleri insan hakları ihlalleri açısından eleştiriliyordu. Batılıların çoğu olaya bu yönden de bakıyordu. 

Evlerine zorla kapatılan insanlar; haber alınamayan gazeteciler, doktorlar…  Doğu’nun o kudretli, otoriter ve korkutucu yüzü. Peki Batı’da “Aman eve kapatsınlar hepsini, virüs dünyaya yayılmasın” diye de düşünülmüyor muydu acaba? 

Bir başka yönü daha var işin. Demokrasiyle yönetilen Japonya ve Güney Kore’de  insanlar devletin taleplerini ‘emir’ telakki ettiler. Öyle boşluk dolduracak yorumlara falan girmediler. Hayatlarını sınırlamayı, isteyerek veya istemeyerek kabul ettiler. (Bir ihtiyat payı bırakarak söylüyorum; o dillerde bir haber okuyamadım çünkü).

Soru da ortada duruyor: Bu sert tedbirler işe yaradı mı acaba? İtalya’da bu zorlayıcılık olsa, insanlar vızır vızır etrafta dolaşmasa, kafalarına göre Milano'ya girip çıkmasa daha çok can kurtulur muydu? 

Cevaptan emin değilim. 

Şu kadarını biliyoruz ama: Bugün itibariyle tüm İtalya, hükümet kararıyla, tecrit altında.

korona günleri - tuvalet kâğıdı kavgası

Korona günleri… Sosyal medyada, gelişmiş ülke süpermarketlerdeki boşalan rafların haberleri geliyor. Tuvalet kâğıtları reyonunda kavgalar çıkıyormuş. 

Bu haberler üstüne konuşurken, annem “Kavga çıkar tabii, sizin kuşak yokluğu bilmiyor, hani hep böyle anlatılır da, sizin kuşak hakikaten bilmiyor” dedi.  

Haklı sanırım. Bir ürünü piyasada bulamama ihtimalini unutan insanlarız. Paramız varsa tabii. Para böyle şeyleri unutma hakkını da satın alıyor. 

Para varsa her şey var. Markete gitmeyi, pazara çıkmayı bile hemen hemen unuttuk. Amazon, Yemeksepeti, Hepsiburada, Getir, Netflix, Youtube… Eski yeni, az çok, hızlı yavaş, her şey zaten her an yanı başımızda. 

Bu insanlardan oluşan bir topluluğa bir paket makarna bulamama ihtimali nasıl anlatılır ki?

PS: Bütün bunları fazladan bir paket tuvalet kağıdı aldıktan sonra yazdım. 

*
Üstteki fotoğraf Matteo Corner / Milano
Alttaki Fotoğraf Kevin Frayer  / Beijing

maskeliler vs maskesizler

Koronavirüs (Covid-19) salgını bir test haline geldi. Ne yapacağız, nasıl yapacağız? 

Bu salgın geçse, bir sonraki gelecek. Nasıl hazırlanacağız? Ruh halimiz ne olacak? Nasıl korunacağız? Hastalara nasıl davranacağız?

Soru çok. Bir ön cevap Milano’dan. New York Times’ın Roma büro şefi Jason Horowitz, salgının patlak verdiği Kuzey İtalya’nın kalbi, tüm İtalya ekonomisinin lokomotifi, bu arada dünya modasının da havalı merkezi Milano’nun hallerini anlatıyor. (Şurada ve şurada okuyabilirsiniz).

En çok ilgimi çeken, Milano sakinlerinin, bizim dışarıdan beklediğimizin ve tahmin ettiğimizin aksine, maske takmayı genelde reddetmesi oldu. 

“Kimse maske takmıyor. Ben taktığımda, insanlar bana aklımı kaçırmışım gibi baktı. Maskenin kitlesel histeriyi gösterdiğini düşünüyorlar.”

Yakıştıramamışlar kendilerine. Bu, muhtemelen salgın ortamında ayakta kalmak, aklı da sağlam tutmak açısından iyi bir şey. 

Bir yandan da bugünün insanının zihin yapısını sergilemesi açısından güçlü bir örnek. Tuhaf ve yeni zamanlardayız. Örnekler çoğalacak. 

PS: Son olarak, maskeden daha önemli önlemlerin altı hep çiziliyor: Ellerinizi yıkayın, ağzınıza burnunuza gözünüze götürmeyin.

PS2: Horowitz, Milanolular maske takmıyor demiş ama New York Times editörleri arka planda Duomo Katedrali’ni de gösteren bu maskeli ve şık fotoğrafı (Claudio Furlan/LaPresse)kullanmadan duramamışlar.      
Ben de kullanayım 




gelen bir zebra değil

Coronavirüs salgınıyla ilgili, New York Times kendi salgın hastalıklar muhabiriyle kısa bir röportaj yapmış. Evet, böyle bir muhabirleri varmış; Donald G. McNeil Jr. yaklaşık 20 yıldır dünyadaki salgınları takip edip yazıyormuş. Bugünkü gibi bir durumda ne dediğini dinlemek isteyeceğiniz biri. 

Onca şeyin arasında, salgından hızlı yayılan komplo teorileri hakkında da iki kelam etmiş. Zebra-at benzetmesi özellikle hoşuma gitti. 

“Bazı insanlar yeni ve korkutucu şeylerle karşılaştığında ilk iş komplo teorilerine başvuruyor. Zika’da da böyle olmuştu. İnsanlar virüsün mikrosefaliye [baş ve beynin anormal derecede küçük olması] yol açtığını reddetti ve salgının sebebini kimyasal böcek ilaçları ya da genetiği değiştirilmiş sineklerde aradılar. Ama tıp okurken size şunu öğretirler: Arkanızda ayak sesleri duyarsanız, gelenin evvela bir at olduğunu varsayın; zebra değil. Yani, önce aşikâr teşhisle yola çıkın.”

PS: Kısa röportajın tamamı, New York Times'ın bugünkü e-mail bülteninde; o da şurada


zamanım yok

O kadar hızlı geçiyorlar ki kaldırımlardan. Omuzları düşük, başları öne eğik, rüzgârlı virgüller. İki nokta arasının doyumsuz seyyahları. Ak...