dünyanın en güzel film ismi


Karanlıkta Uyananlar… Dünyanın en güzel film isimlerinden biri. Sinemamızın kesik damarı. Oralardan kimbilir ne güzel filmlere koşacaktık; üzerimizden kıyıcı darbeler geçmeseydi. Vedat Türkali yazmış, Ertem Göreç çekmiş. Sene 1964. Evet, ham yönleri var ama bir derinliği de var. Kalabalık oyuncu kadrosu içinde hiç kimseyi tek boyutlu bırakmayan bir çaba. Hele filmin başında gördüğümüz fabrikatör... Eksisiyle artısıyla, su katılmaz bencilliğiyle ama bir yandan da gidişata göre renk değiştiren idare-i maslahatçılığıyla; işçilikten geldiği halde işçileri ezmesiyle ama işçilikten geldiği için 'hain' burjuvazi karşısında iyi pozisyon alabilmesi ve kül yutmamasıyla, kısacık ekran anlarında çizilebilmiş müthiş bir portre. 

Kimse masum değil filmde. Herkes tökezliyor, yanlış tercih yapıyor; gençliğine, bilinçsizliğine, boşvermişliğine, çıkarcılığına yeniliyor; herkes, hayat karşısına hangi tümseği çıkarsa ona takılıyor. Birinci sınıf bir izdüşüm. Hayat işte.


Ama uyanıyorlar. Güzellik burada. Birdenbire uyanmakta. Karanlıkta uyanmakta. Bir filmin isminin hayatı hem bu kadar iyi tanıyıp hem de gerekeni bu kadar ustaca söylediği başka örnek azdır. Hem de tam bugünler için gereken buyken, ne kadar ilham verici. 


Peki kalabalıkların bu kadar iyi yönetildiği bir başka filmimiz var mı? Kamera sürekli insanların içinde. Didişen, söyleşen, dövüşen, sevişen insanlar. Grev yapan, grev kıran, umut eden, boş veren insanlar.


Nihayet o benzersiz son sahnede karanlıkta uyanan ve mahmurluklarında bir araya gelen insanlar…


Hangi insanlar bunlar? Biz miyiz? Bir zamanlar biz miydik? Altmışlı yılların harında diriliğin, hürlüğün bir araya gelmeye zorladığı, uykusundan uyandırdığı insanlar bizim memleketimizde mi yaşıyordu? Hain ‘komprador’ burjuvazi Türklerin yanında her zamanki gibi Rum ve Yahudilerle temsil edilirken, hep var olan gayrımüslim işçilerin de belki ilk defa o yelpazenin, o temsilin dışında tutulmadığı yer sahiden Türkiye miydi? Rastgele yapılan bir röportajda, Ayvalıklı Ahmet oğlu Salih yanında Ohannes’in oğlu Yetvart’ın da grev gözcüsü olduğunu gördüğümüz o ülke burası mı?


Burası değilse neresi? Üzerinden henüz elli yıl geçmemiş bu film nerede yazılmış, nerede çekilmiş?


Bir de…


“Karanlıkta Uyananlar”ın, yazarı çizeri tekmil sanatçısıyla entelektüel camiayı, 'yalıda viski içen Batı muhipleri' sığlığıyla eleştirmesi koca bir eksi; filmin çürük dişi. Bu çürük, filmin güzelliği içinde kendini hissettirmiyor ama sonrasında -ve hâlâ- can acıtıyor. 


Ama bir dakika. Hem yalıda viski içenlerin arasında hem de halkın, grev yapan işçilerin bağrında rastladığımız, iki tarafta da kendi evinin salonundaymış gibi rahat dolanan biri var. Bir gazeteci… Herkesin hata yaptığı filmde, akıl tarafında istikrarla kalabilen tek kişi. 


Kim bu kişi?


Bence Vedat Türkali’nin ta kendisi… 


(To be continued)




sofradan o tabağı da kaldırırsan


Türkiye’de ekonomi yönetimin berbat olduğunu hep biliyoruz; halkın refahı pahasına ve halka rağmen birilerini semirtmek için ekonomik teori adı altında element uydurduklarını da biliyoruz ama hem de Ekonomi Bakanı’nın bunu bile isteye böyle yaptıklarını söylemesi yine de şaşırtıyor. Çarkları çevirmek içinmiş… 


Hesap sorulmayan, hesap verilmeyen rejimlerde bu demeçler gelebilir. 


Ama şöyle bir sorun var: İnsanlar aç. 


Rita Pavone’nin, 1960'ların İtalya'sından gelen bu fıkır fıkır şarkısı bakınız ne diyor: Tarih bize şunu çoktan öğretti / Aç insanlar devrim yapar.


Pappa al pomodoro, menemen kıvamlı bir domates yemeği. Zamanında alt tabakalar yiyormuş. Rita Pavone diyor ki, o bile sofradan kalkarsa…


Sen çarkları çevir daha…


balta herkese lazım

Orhan Pamuk’un Veba Geceleri’ni bitirdim. En sevdiğim Pamuk kitapları arasına girdiğimi söyleyemem. Ama Pamuk’un bu kitabı yazarken yaşadığı hazzı anlayabiliyorum. Sıfırdan bir ada kurmak, onu özene bezene haritalandırmak, o adaya bir tarih yazmak, insanını biçimlendirmek… Edebiyat uğraşının kendisinin duble tezahürü… 


Anlamadığım, daha açığı, anlamak istemediğimse şu: Orhan Pamuk bu kitabı neden bu kadar uzun tutmuş? Bir cevap, meseleyi yabancılara daha derli toplu anlatmak. Bu hep verilen cevap. Kısmen doğru. Genel okurun tarihle artan mesafesi düşünüldüğünde, kısmen de yanlış.


Ben konu hakkında çok okuduğunu, okudukça her şeyi yazası geldiğini düşünüyorum. İnsan bir noktadan sonra -bence ne kadar iyi yazar olursa olsun- mesafe koyamıyor. Bu yüzden baltalı editörlere hep ihtiyaç var. Editörü ben olsaydım, kitabın ilk yarısının büyük kısmından vazgeçmesini söylerdim. İkinci yarısı ne de güzel akan ama ilk yarısı ayrıntıdan geçilmeyen ve kurgudan da uzaklaşan bir kitap olmuş çünkü Veba Geceleri. 


Bunları kendime söyleyemiyorum tabii. Ben de yazdığım her şeyde aynı dertten muzdaribim. 


***

PS: Goodreads’de Sine isimli kullanıcının kitaba ilişkin yorumundaki şu bölüm çok hoşuma gitti: 


minik bir orhan pamuk kitap kulübü kurup "orhan pamuk drinking game" geceleri organize edesim var. her köpek çetesi belirdiğinde, her "bazan" dendiğinde, her yeni evli çift sevişmesinde birer küçük shot; orhan pamuk bir karakter olarak belirdiğinde üçer shot!

so what


Çok hızlı konuşuyor, yetişemiyorum. Derdini anlatıyor, bir kaşı havada. Haritaları okuyamamış. Günlerdir hiç dışarı çıkmamış bu yüzden. Kuşlardan anlamıyormuş. Koyunlardan ve sincaplardan da. Kendine defalarca söz vermesine rağmen koşmuyormuş. Parkları tanımıyormuş. Tanıması için haritaları okuyabilmesi lazımmış. Çok sözü var. Bu dilde bu dağınık tempoyu beceremiyorum. Kafam almıyor. 


Bir partide tanıştık. Bir romanın ortasından başlar gibi tanıştık. Miles Davis çalıyordu: So What. So what hakikaten… 


“Yazıyor musun hâlâ” diye sordu. Oysa dedim ya, yeni tanışmıştık.  


“Bıraktım” dedim. Yalandı. Nereden anlayacaktı ki? Hem neden bunu sormuştu? Bir soru daha geldi. 


“Neden bıraktın?”


“Bazı şeyleri iyi, bazı şeyleri kötü yazıyorum; sadece iyi yazdıklarımın üzerinde çalışmaya başladığımı fark ettim.”


“Eh, kendi derdini biliyorsun en azından.” 


Biliyordum bilmesine de... 


Yetmiyordu. Işıklı geceleri, tramvay duraklarını, bir görünüp bir kaybolan saksağanları anlatmaya yetmiyordu. Bir şeyler karalayıp duruyordum. Açık günler, kapalı günler, sürprizler... 


Yetmiyordu. Bütün gün evden çıkmadan çalıştıktan sonra burnumun önünde oynamaya başlayan harften adamları yazmaya zaman yoktu. Fikirsizliği, masamı, duvarları, pencerenin dışında sokağın alelade bir anını...


Dışarıda günlerce dolaşıp hiç bir şey bulamadan, göremeden, tanıyamadan kös kös geri döndüğüm günleri... Bunları hiç umursamadığım günleri de. Yoktu zaman. Yetmiyordu.  


Ama şanslı günlerimde denk geldiğim, sırtında çellosu, ev ev dolaşan mülteci adamı; takım elbiseli ve rastalı aile babasını; iyi niyetinin son kırıntılarını tesadüfi bir aşk yaşamak için tüketen, mavi-gri gözlü kadını anlatmaya da yetmiyordu. 


Yazmıyordum ben de. 


"Hangi parkta koşuyorum demiştin?"


Dememiştim. 


Ne deyip ne demediğim umrunda değildi. Elinde yeni bir viski kadehi, kafasını So What ritminde hafif hafif sallıyordu. 


Aklıma bir şey geldi. 


"Dur ben sana bir harita çizeyim" dedim. "Kâğıt kalemin var mı?"  


"Ne haritası?"


"Şehrin en gizli koşu rotası. Ama spor için değil keşfetmek için."


Gözü parladı sevinçten. Bir yerlerden kalem kâğıt bulup getirdi. Bir kadeh de viski. 


Masaya çöktüm. Fazla ciddi görünüyor olmalıydım ki beni rahat bıraktı. Bir başkasının zihnini bulandırmaya gitti. 


Şehrin haritasını kafamdan kabaca çizdim. Sonra herkesi içine yerleştirmeye başladım. Rastalı baba, çellolu mülteci, aşkı arayan kadın, maça üçü, aynı sekizin gece otobüsü,  yaşlıların karargâhı... Aklıma gelen her şeyi haritaya koydum. En son bu evi, bu masayı, bu So What anını...


Yazmaya vaktim yoktu, tamam. Bir haritası da mı olmayacaktı hayatın?  




uyku biraz uyku

 

 Şu ferahlık, şu uyku. Hepsi buna ulaşabilmek için değil mi? 

Dakka, Bangladeş. Fotoğraf: Jahid Apu

kendi zihninde dolaşanlar

Kütüphanede oturup çalışıyorum. 

İnsanlar geliyor gidiyor. Oturuyor kalkıyor. Gazete okuyorlar. Dergi karıştırıyorlar. Kitaplara dalıp gidiyorlar. Yazıyorlar. Çalışıyorlar. 


Bir de onlar var. 


Bir masaya oturmuş, hiçbir şey yapmadan duruyorlar. Okumuyorlar yazmıyorlar çalışmıyorlar. Birçokları gibi telefonlarını da karıştırmıyorlar. Uzaklara bakıyorlar. Bazen pencereden dışarı. Bazen karşıdaki duvara. Bazen önlerinde oturan kişinin sırtına… Kendi zihinlerinin içinde dolaşıyorlar. 


Yadırgamıyorum, yanlış da bulmuyorum bunu. Kimse sürekli bir şeyle meşgul olmak zorunda değil. Hele bu çağda böyle kesintisiz bir düşünce seline kapılmak, kapılabilmek müthiş bir lüks.


Ama şaşırıyorum doğrusu. Bunca materyalin ortasında, her yan okuyacak, bakılacak, dinlenecek şeyle doluyken, nasıl hiçbirine gönül indirmeden kalabiliyorlar? 


Bir de bunu neden kütüphanede yapıyorlar?

Çalışan düşünen insanların arasında olmak daha huzurlu mu geliyor? Sessizlik mi onları çekiyor? (Kütüphaneler çok da sessiz sayılmaz ama birçok yerden daha sessiz yine de.) Bu mekânlar onlar için rahat mı? Korunaklı mı? Hiçbir soruyla ilgilenmeyecek kadar dertliler mi? Tam aksine, kaygısızlar mı yoksa?

Kendi zihnimin içinde dolaşırken onlara da rastlamayı umuyorum. Orada belki konuşuruz, sorarım, anlatırlar. 


Ama aramaya çıktığımda  çoktan gitmiş oluyorlar. Başka bir kütüphaneye, başka bir zihne, kendi zihinlerinin derinlerine…


*

PS: Resim, İrlanda'daki Trinity College Library

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...