resim yapmayı öğrendiğim gün


Bugünlerde “metinden komutlarla resim üreten” yapay zekâ programı Midjourney’nin içine düştüm. 

Aklıma gelen tüm fikirlerin, hikâyelerin, masalların görsellerini oluşturmaya çalışıyorum. Mesela Miyazaki’nin, Edward Hopper’ın, sevdiklerimin dünyalarını kendi gözümle kurmaya çalışıyorum. Benim gibi süper yeteneksizler için çok çok sıradışı, olağanüstü bir deneyim. Bu ara, blogu tuhaf resimlerle doldurabilirim.


Bazen resimlerin kendisinden daha önce düşlemediğim yeni hikâyelere yollar açılıyor. 


Geçen gün A. ile birlikte programa bir iki komut verdik ve ortaya bu resim çıktı. Bunu geliştirmek ve bir yerlere götürmek istiyorum. 


Bakalım nereye gideceğiz?





çünkü başka kimse gelmiyordu

Son günlere dair hatırlayacağım çok şey var. Unutmamak istediğim çok şey… 

Onların en başında geleni buraya da yazayım. 


*


Samandağ’da karşılaştık. Depremden artakalmış şehrin en ucunda, şehrin bittiği yerde. Samandağ’ın son evinin önünde bir başına oturan bir kadın… Yanında bir karton parçası: “Sıcak çorba” yazıyor. 


Oraya Antakya’yı gördükten sonra gelmiştik. Samandağ öyledir zaten, sapadır, önce Antakya’ya gitmek gerekir. Biz de bu iki yıkık şehirden önce Antakya’yı görmüştük. Depremin üzerinden tam bir hafta geçmişti. Ne kadar yardım gelse yine yetmezdi ya, Antakya’nın merkezinde gönüllülere, derneklere, tırlara, kamyonlara, çeşitli belediye araçlarına rastlıyordunuz. Gıda ve giyecek yardımı ulaşmaya başlamıştı. 


Ama Samandağ yine boştu. Antakya’ya göre çok çok az insan, az dernek, az gönüllü… Belki de neredeyse tümüyle yıkılmış şehrin korkunçluğundan, orayı bırakıp daha öteye gidememişlerdi. 


*


“Sıcak çorba” yazısına doğru ilerledik. Konuştuk. Ankara’da bir iş makinesi şirketinde sekreter olduğunu söyledi. Makineler bölgeye gönderilmiş, o da “bir işe yararım” diye onlarla gelmek istemiş. Yaramış da. Yanında bir dolu gıda, erzakla işte bu konuştuğumuz noktaya gelmiş. Yemek yapmış, dağıtmış. 


“Peki neden buraya geldiniz?” diye sorduk. 


Hayatım boyunca unutmayacağım, unutmak istemediğim, hep hatırlamak ve hatırlatmak istediğim şu cevabı verdi: 


“Çünkü başka kimse gelmiyordu.”


*


Biz oradayken gelen gidenler oldu. “Gıda var mı” diye sordular. Gıda var mı?

Yoktu. Kalmamıştı. 


Oraya bir damla düşmüştü ama o da tükenmişti işte. 


Kadın, yine de orada oturuyordu. Ayrılamıyordu artık. Bir şeylerin olmasını bekliyordu belki. 


Belki başkalarının da gelmesini bekliyordu.


*


Onu hep oradaymış gibi düşünüyorum. Bugün gitsem yine oradadır. 


Başka kimse gitmedi diye bir yere giden artık o yerle bir değil midir?


hukuku çiğneyenler

2023’ün ilk yazısına sitemle başlayayım. 


Sosyal medyanın nasıl marazi, nasıl sıkıntılı bir yer olduğuna takılan biri değilim. Küfür, linç, aptallık; bunları da çok önemsemezseniz, geçip gidiyorsunuz. 


Canımı sıkan tek bir yanı var sosyal medyanın. Aranızda bir hukukun olduğu, yediğiniz içtiğiniz, gülüştüğünüz dertleştiğiniz insanların bu hukuku çiğnemesi… Yani sizi unfollow etmesi. Üstelik bunu sessiz sedasız yapması. Aylardır belki yıllardır görüşmediğiniz birine iki çift bir şey demek, bir haber vermek için mesaj atmaya çalıştığınızda bir bakıyorsunuz sizi unfollow etmiş. 


Neden? Arada ne oldu? Görüşmedik bile.

Birinden soğursunuz, sıkılırsınız artık görüşmek de istemeyebilirsiniz; hayatta elbette bunlar var ama onun da (belki hemen değil ama bir gün) fark edebileceği şekilde takipten düşmek… Açık ve net bir şekilde “seninle ilgilenmiyorum” demek. Buna gerek var mı? Gereksiz ve beklenmedik bir sertlik bu. 


Gereksiz olduğu için de daha çok düşündürüyor.

bütün şehir beden eğitimi sınıfı


Dükkânların kapanma serisi devam ediyor. 


Bir dönem, Kadıköy’deki yıllarımızda terzilerin, kırtasiyecilerin, tuhafiyecilerin art arda kapandığını görmüştük. Onların yerine hep üçüncü nesil kahveciler açıldı. Onlar da kapandı; üçüncü nesil kahvecilerin yeni sürümleri açıldı. Onlar da kapandı, İstanbul’un eğlence hayatının en az yarısı Kadıköy’e göçtüğü için tekel bayiler açıldı. 


Amsterdam’da da benzer bir süreç var. Pandeminin ve sonrasının da büyük katkı yaptığı bir süreç. 


Burada da her yer kapanıyor. Terziler, kırtasiyeler, restoranlar, kafeler ve restoranlar. “Tuttu” dediğimiz yerler de kapanıyor. 


Yerlerine tek bir şey açılıyor: Spor salonları. Yani ‘gym’ler. 


Herkes koşuyor. Yemiyor içmiyor üşenmiyor koşuyor. Herkes ağırlık kaldırıyor. Herkes spor yapıyor. Salonda koşmayan parkta koşuyor. En ufak açık alanda, en minik meydanlarda boks dersleri, fitness kursları var. 


Bütün şehir bir beden eğitimi sınıfı gibi. Taytlı, eşofmanlı, kulaklıklı…


Sağlıklı olmakta bir zarar yok ama bu endüstrinin bütün şehri yutması bir tuhaf. 


Yeni bir hayat geliyor…

acelecilik çağı

 


Televizyon kanalları hayatımdan çıkalı çok oldu; onların yerini bir süreliğine platformlar almıştı ama şimdi gitgide daha fazla YouTube videosu izliyorum. Dolu haber bültenleri, mini belgeseller daha çok orada. Hem mesleki ihtiyaç hem de gündelik geyikler için depo; bir tür gıda benim için. 


Video izledikçe, bir tür videoya daha sık rastlıyorum. Nasıl anlatmalı: Konuşma boşluklarının alındığı videolar… Teknik bir adı vardır mutlaka ama hakikaten bilmek dahi istemiyorum. Zamandan kazanmak için tüm ‘ııııı’lar, ‘hımmmm’lar gidiyor; kafa kaşımalar, düşünme payları gidiyor; geriye olmadık yerlerinden birleşmiş konuşma parçaları kalıyor. Tempolu görünen ama aslında tuhaf bir temposuzlukla akan diyalog ya da monologlar. Susmak da konuşmaya dahil değil mi? Bu temposuzluk kulağımı tırmalıyor; izlemek istesem dahi kapatıyorum. 


Buradan kazanılan vakit nedir? Ne kadar olabilir? 


Sızlanıyor görünüyorum ama aslında şikâyet etmek için de yazmıyorum bu satırları. Hayat bu istikâmette akıyor neticede. 


Ama istikameti tarif etmek için bir not olsun: Boşlukları alınmış konuşmaların hayatta sanırım bir karşılığı var. Çağa ilişkin bir karşılık… Acelecilik çağındayız. Hızlı gittiğimizi düşündüğümüz, hız çağı sandığımız ama sadece acele ettiğimiz bir çağ. 


Ne için bu acele?

Diğer seçenekleri kaçırmamak için. Başka bir yerde hep daha iyi bir parti mümkün. 


Ama o partidekiler de acele ediyor.


*

Resim, Edward Hopper'ın.


tren düdükleri, çarşı pazar ve kuzgunlar

Eski dosyaları karıştırırken, yıllar önce bir haber toplantısında tuttuğum notları buldum. Haziran 2007. Demek ki Aktüel’deyim.


Anlatılan bir adamdan etkilenmişim. Her şeyin kaydını tutan bir adam. Çarşı pazar geziyor sürekli; enflasyon için rakamlar tutuyor. Biber bugün kaç para, iki gün önce ne kadardı; peki iki ay önce? Hepsinin, her şeyin cevabı var. Tek kişilik bir istatistik enstitüsü. Çantası ajandalarla dolu. Yaptığı her işi, her görüşmeyi, sokaktaki her anını ayrıca kaydediyor. Kayıt meraklısı. Veya kayıt delisi.


Onun hikâyesini yazmak istemişim. Anlatıcı, sokak röportajları yapan bir gazeteci olsun demişim.


Olmamış. 


Hâlâ olabilir. 


Ama bu defa herhalde ajandasız. Bu adam kayıtları telefonunda tutacak. Adamın çantası hafifleyecek. Ama hikâye de hafifleyecek. On beş yıl öncenin dünyası bile yok artık. 


2.


Aynı günden bir başka notlar: 


Sadece tren düdüklerinden oluşan bir şarkı var mıdır?


(Bence vardır ve o an aklım toplantı masasından uçup gitmiş demek ki). 



3. 


Son bir not daha: 


"Kargalar konusunda itinayla çalışınız!"


Böyle yazmışım.


Bunu yaptım. Kargalar değil ama kuzgunlar hakkında çalıştım… Bakalım ne olacak? 



4.


Yeni bir ofisteyim. İlk iş olarak bu bloga bir post yazayım istedim. Çünkü buralardaki en eski evim bu blog. Yeniyle eskiyi bağlamak iyidir. 

ay sarayında