nijeryalı astronotu nasıl kurtarabilirsiniz?


Arada bir spam kutusuna gidip maillerimi kontrol ediyorum. Tonla ıvır zıvırın, ucube cinsel teklifin arasında beni bekliyorlar. Yıllardır bıkmadılar bu işten. Lakapları Yahoo Boys... Nijerya'nın online sahtekârları, banka hesabı karşılığı para önermeye devam ediyor. 

Nisan ayı GQ Türkiye'si için Yahoo Boys'un yeni tekniklerini araştırıp yazdım. Epey intim bilgiler de edindim; hiç fena değil. Serhat Gürpınar benim yazımdan da güzel resimledi sayfayı. Meraklısı için dergi piyasada, ama şu aşağıdaki maili, tadımlık paylaşmak istiyorum. Nijerya'dan gelen dolandırıcılık mektuplarının zirvesidir. İlhamsa ilham, sanatsa sanat, Nijeryalı astronotun hüzünlü öyküsüne buyurun. 

Ben Dr. Bakare Tunde. Nijeryalı astronot Binbaşı Abacha Tunde’nin kuzeniyim. Binbaşı, Salyut 6 Uzay İstasyonu’na 1979’da gizlice gönderilerek uzaydaki ilk Afrikalı astronot unvanını kazandı. Ardından 1989’da yine özel bir görevle Sovyetler’in gizli uzay üssü Soyuz T-16Z’ye geçti. Sovyetler Birliği 1990’da dağıldığından beri kendisi orada mahsur. Sovyet astronotlar geri dönebildi ama Binbaşı’nın yerine kargo konulduğu için, astronotumuz halen uzayda. Arada bir istasyona uğrayan Progrez ikmal uçuşları sayesinde hayatta kalıyor. Keyfinin yerinde olduğunu söylese de artık eve gelmek istiyor.

Binbaşı’nın uzayda mahsur kaldığı süre boyunca banka hesabında faiziyle beraber 15 milyon dolar birikti. Bu para Lagos’ta bir banka hesabında. Ruslar üç milyon ABD doları karşılığında Binbaşı’yı geri getirebileceklerini söylüyor. Biz burada bu paraya erişemiyoruz. Ama sizin banka hesabınıza transfer edersek tahsil edebiliriz. Bu hizmetinizin karşılığında, biriken paranın yüzde 20’sini de size vereceğiz. İlgileniyorsanız beni lütfen şu numaradan arayın.

Dr. Bakare Tunde
Astronotik Proje Yöneticisi

kahve parası

Schiphol Havaalanı... İstanbul'dan dört beş saat öncesi, döner kapının önünde durmuş sigara içiyorum.

Dalgın dalgın geleni geçeni seyrederken, neşeli bir delikanlı yanaşıyor. Arnavut olduğunu söylüyor -niyeyse-, birazdan uçağına binip gidecekmiş. Bozuk param varsa rica ediyor. Kahve içecek.

İçsin tabii. Ceplerimi karıştırıyorum. İki euro çıkıyor. Uzatıyorum.

Alıyor ama beğenmiyor parayı. Bildiğin dudak büküyor.

"Kahve 2.2 euro, dostum."

"Peki," diyorum. "20 centim yok." Aramızda, çok ayıp etmişim, hukukumuzu bozmuşum gibi bir hava... 

Omuz silkip gidiyor.

nereye gitti bu gazeteciler?

Grafikte gördüğünüz, ABD'deki gazetecilerin halidir. 2008 krizi itibariyle ofisler hızla boşalmış. Çalışan gazeteci sayısı 1970'ler seviyesine inmiş.

İnternet sayfalarında gezinirken pek fark edilmiyor da New York Times, Washington Post gibi büyüklerin matbu versiyonlarını okuduğunuzda, düşüşü hissediyorsunuz. Kuyruğu dik tutmaya çalışıyorlar ama sayfalar başka bir şey söylüyor. Dış bürolardan gelen haberlerin sayısı çok az.

Türkiye'deki grafiğin de buna benzer olduğunu tahmin ediyorum. En azından 2008 sonrasındaki düşüş kısmı... Bizde sendikalar, birlikler vs. istatistik tutmayı işleri arasında görmediklerinden, elimizde rakam yok maalesef. Ama fazlasıyla tecrübe var. 2008 ve sonrasında sayısız dergi, gazete kapandı; yüzlerce (belki binlerce) gazeteci işsiz kaldı. 

Çoğu geri dönemedi.

Nereye gitti peki bu gazeteciler?

İki cevap var. Bazıları sektörün dışında; bazıları da freelancer olarak çalışıyor. Ofislerdeki sayıysa kesin olarak azaldı.

Yalnız azalan bir şey daha var... Ajans harici haber sayısı. Artık hangi gazeteyi alırsanız alın aynı haberi okuyorsunuz. Gazeteye göre değişen tek şey köşe yazarı. Onların içinde de bir pırıltı gösteren kaç kişi var ki?

Yukarıdaki grafik değişmezse, gazeteler matbaa ölmeden önce ölür.

bu dünyada ne var ne yok

ey en güzel görüntüsü çiçeklere dökülen bir çavlanın 
aşkım, sonsuzum, bu dünyada ne var ne yok senindir 
                                                            Turgut Uyar

şapkamızı takalım

Bir elli yıl önce gazetecilik yapsaydım, neyi nasıl yazardım bilmiyorum. Ama bir fötr şapka edinmiş olurdum, orası kesin.

Guardian'dan Martin Kelner, geçtiğimiz günlerde ölen boks yazarı Bert Sugar'ın anısına yazarken, araya birkaç nostaljik cümle sıkıştırıvermiş: "Ben gazeteciyi fötr şapkasıyla görmeyi seviyorum. Hoşuma giden şey şapkaya iliştirilmiş bir basın kartı ya da ağız kenarından sarkan sigara değil. Fötr, gazeteciye otorite veriyor."

Birazcık otoriteye itirazım olmazdı. Hem denedim, iyi de duruyor.


Yazının girişinde Yurttaş Kane/Orson Welles, hemen üstteki fotoğrafta müteveffa Bert Sugar.

geciken treni kiminle beklemeli?

Köln İstasyonu, 6 numaralı peron... Amsterdam trenine yirmi dakika var. Frankfurt'tan gelecek, bizi alacak ve üç saat sonra evimize ulaştıracak.

Bekliyoruz. Derken, elektronik tabelada bir yazı beliriyor. 80 dakika rötar. Ekrana bakarken bir önceki Amsterdam treninin de gelmediğini fark ediyoruz. Ona binecek yolcular halihazırda iki saattir bekliyor. Bizimkinin de ertelendiğini anlayınca yüzleri düşenler onlar.

Durumu anlamak için danışmanın önündeki kuyruğa giriyoruz. Gişedeki görevli bir Türk. Yazıcısından bir çıktı alıp yolculara veriyor. Dağıttığı kâğıtlarda alternatif bir seyahat plânı var. Üç aktarmayla gece yarısından çok sonra (beş altı saatte) Amsterdam'a varılabiliyor. İsteyen bu yolu kullanacak, isteyen geciken treni bekleyecek. Bize farklı bir şey daha söylüyor ama: "Treniniz belki hiç gelmeyebilir."

Karar veremeden perona dönüyoruz. Aramızda konuşurken bir başka yolcu araya giriyor. "Amaan, gelecek birazdan, tren değil mi, gecikir..." Uzun saçlı, güler yüzlü, Hollandalı bir adam. Elinde bir iş çantası. İki saattir bir önceki treni beklediğini söylüyor. "Neyse, bir tanesi gelsin de beraberce gideriz." Sonra da standart Hollandalı sinizmiyle demiryolu şirketini şöyle bir kalaylıyor. Maksat, adet yerini bulsun.

Biz de adamın tasasızlığında bir ferahlık bulup oraya sığınıyoruz. Alternatif planı aklımızdan çıkarıyoruz. Gişedeki görevli umurumuzda değil; bu adam "gelecek" diyorsa, o tren gelecek!

Sonra yeni bir anons... Bir yarım saat rötar daha... Üstelik trenlerden biri de iptal. Demiryolu şirketinin Alman görevlisi tepkileri göğüslemek için peronda hazır. Çevresindeki çember giderek daralıyor. Gençten, top sakallı ve tümden sinire kesmiş bir adam bağırıp çağırmaya başlıyor görevliye. Soluksuz konuşup duruyor. "Neden bana gelip rötarı haber vermiyorsunuz" bile diyor bir ara. Saçından sakalından duman çıkıyor. Çevredeki herkes geriliyor. Görevli şaşkın. Yolcular mutsuz, yorgun.

Bizim adamı buluyoruz bir telaş... Keyfi yerinde, elinde çantası, ıslık çala çala geziyor peronda. "Gelir birazdan" diyor "gelir gelir..."

Seviniyoruz.

Derken geliyor tren...  Adam başıyla nazik bir selam veriyor, kapılara üşüşen kalabalığın içinde kayboluyor.


murakami'nin izinde



400 sayfa oldu. Daha da epey bir yolum var. Haruki Murakami'nin 1Q84'ünün yarısında bile değilim.

İlk okuduğum Zemberekkuşunun Güncesi'ni çok severim. Elephant Vanishes'teki öyküleri de. What I Talk About When I Talk About Running hâlâ ilham verir. Diğer birçok kitabını, bu saydıklarımla aynı düzeyde bulmasam da okudum. Severek demeyeyim ama ilgiyle... Murakami'nin kolaylığından, teklifsizliğinden, gizemciliğinden hoşnutum.

Hep aynı kapıya çıkan ve artık fena halde tanıdık gelen formülünü de benimserim. Şöyle ki: Kara kedi nerede? Suya düştü? Su nerede? İnek içti. İnek nerede? Dağa kaçtı? Dağ nerede? Yandı bitti kül oldu...

Kim sevmez ki bunu? 

Ama IQ84... Bitmek bilmez tekrarlar, sürekli aynı cümleler, aynı düşünceler, aynı sıkıntılar, aynı klişeler... Bir türlü tam anlamıyla başlamayan olaylar. Gereksiz ayrıntılar... 500 sayfa daha yolum var.  Güzel günlerimizin hatırına, kalan kısmı da okuyacağım.

Yine de şu soruyu unutmam mümkün değil: 1Q84 niye bu kadar uzun yazılmış? Aklıma maalesef sadece ticari cevaplar geliyor.

Kitap bittiğinde söylediklerimden pişman olursam, size de haber veririm.

Yukarıda gördüğünüz bağımsız bir Murakami belgeseli. In Search of Murakami... Çok iyi sayılmaz ama çaba takdire değer. Yazarı seviyorsanız bir göz atın derim.

göstermeden göstermek

On sekiz bin vuruşluk bir köşe yazısı... Bir günlük gazetenin yazarı üşenmemiş, oturup yazmış. Editörler "bu nedir kardeşim" dememiş, basmış. Bizden okumamamız bekleniyor.

Ben başka bir şey yaptım; gazetenin web sayfasından yazıyı kopyalayıp bir word dosyasına yerleştirdim. Vuruşları saydım: 18319.

Bu bir haber dosyası değil. Güncel bir mesele değil. Sadece çalakalem görüşler...

Bir insan neden bu kadar uzun yazar? Neden her şeyi ama her şeyi bildiğini (en azından böyle düşündüğünü) gözümüze sokmak ister?

Hafta sonu Akşam'ın pazar ekinde, tasarımcı Bülent Erkmen'le bir söyleşi vardı. Eyüp Tatlıpınar yazmış. Okursanız, Erkmen'in genç tasarımcılara öğütlerini öğrenirsiniz. 

Bir tanesi benim özellikle ilgimi çekti. Göstermeden gösterin, diyor Erkmen. Yazı için de geçerlidir. Fazlalık, yazanı da okuyanı da yorar. Yazıya her şeyi koymak yerine, yapılabiliyorsa, sezdirmek yeterli. İyi yazar, kanaatimce, okura elzem olanı verir ama onu daha fazlasını bildiğine de ikna eder.

18 bin vuruşluk köşe yazısı beni ikna etmiyor. Okumuyorum bile. Aklına gelen yazmak isteyen buyursun defterine (bloguna da değil) yazsın. Gazeteleri işgal etmesin.

Erkmen'in çok zaman önceki bir başka uyarısını hatırlıyorum: "Bir işi bitirdikten sonra teslim etmeden evvel en az 24 saat soğutun" diyordu.

O köşe yazısı soğusa, geriye sadece çerçevesi kalırdı.

Akşam'daki söyleşi Bülent Erkmen'in Milli Reasürans'taki "Son İşler 2" sergisi şerefine. Üstteki fotoğraftaki işi de İstanbullular tanır. Sokak tabelaları Erkmen tasarımı.

çocuklar zalim

Hollanda gazetelerinde acı bir haber... Birkaç gündür dönüp duruyor. Küçücük Pijnacker kasabasında 13 yaşında bir kız çocuğu intihar etmiş.

Çocuklar zalim oluyor bazen. Çok zalim hem de. Daha ortaokuldaki çocuklar bir liste yapıyorlarmış. Banga List... Tam tabiri söylemeyeyim; bir tür "kolay kızlar" listesi.

Elden ele dolaşmıyor, kulaktan kulağa fısıldanmıyor bu liste. Facebook'ta 'share' ediliyor, Twitter'da RT... İntihar eden çocuğun adı da bu listedeymiş. Dayanamamış, canına kıymış. Okulun müdürü habersiz. "Twitter'da dolaşan bir liste mi neymiş, öyle bir şey" diyor.

Banga List, o okula ya da Hollanda'ya özgü değil. Yürüyüp giden bir fenomen. Dergilerde, forumlarda, sosyal medyada dolaşıyor.

Social Network filmini izlediniz mi? Facebook'un hangi amaçla başladığını hatırlıyor musunuz?

Nereye koyacağız şimdi bu intiharı?

cam siliciler

Sabah... Evden çıkmak üzereyim. Televizyon açık. Kumandadan Felemenkçe kanallar akıp gidiyor.

İrkiliyorum birden...

Camda bir fırça. Fırçaya bağlı bir hortum, su püskürtüyor. Acelesiz, bir aşağı bir yukarı fırçalanıyor penceremiz. İkinci kattayız ve birisi camlarımızı temizliyor.

Çantamı alıp dışarıya çıkıyorum (itiraf ediyorum, hep bu cümleyi yazmak istemiştim.)

Sokakta, evin karşısında küçük bir araba. Arabadan bir hortum çıkıyor. Hortumun ucunda elinde upuzun fırçasıyla bir adam duruyor. Keyfi yerinde; şarkı söyleyerek işini yapıyor.

İşini yaptığı yere, bizim evin penceresine bakıyorum. O da bana bakıyor. "Ne güzel hava, değil mi" diyor. "Evet, güzel" diyorum. Camları işaret ediyor. "Şimdi biter, az kaldı."

"Peki"  diyip uzaklaşıyorum evden. Diğer sokaklarda da aynı görüntü. Camlar yıkanıp siliniyor. Amsterdam'da bazı evlerin pencereleri çok büyük ve içeriden temizlenmesi imkânsız. Bu yüzden güzel havalarda, dördüncü kata kadar uzanan fırçalarıyla profesyoneller yapıyor bu işi. Demek ki, yeni taşındığımız bu ev de onların kapsama alanındaymış.

Bir saat sonra geri döndüğümde camı çerçeveyi temiz, faturayı kapıda buluyorum. 25 euro...


fotoğrafçının sorusu

Yarın bir röportaja gideceğim. Tuhaf bir konu, bilmediğim bir dünya...

Buralı bir fotoğrafçıyla çalışacağım. İşinin ehli bir adam. İyi bir iş çıkartacak, eminim. 

Dergilerde bugüne dek birçok fotoğrafçıyla tanıştım. Beceriklilerdi, iyi habercilerdi; dahası iyi sanatçılardı. Habere gitmeden önce uzun uzun konuşurduk. Planlar yapardık - ki bazısı elimizde patlardı. Kavga da ederdik bazen. Ego meselesi...

Sonuçta çok şey öğrendim onlardan.

Ama bugün ilk defa bir fotoğrafçı bana farklı bir şey sordu: "Bu röportajı ne tonda yazacaksın?"  Hüzünlü mü, eğlenceli mi, ciddi mi, hafif mi? Ona göre çekecekmiş fotoğrafları.

Öğrenmenin sonu yok.

mühendislerimiz halleder vol.II

İşçilerin hayatını kaybettiği yangından sonra "güven" üzerine yazmıştım; "mühendislerimiz halleder" başlığıyla. İki yorum geldi. İkisi de benim yazdıklarımdan daha dolu. Deryik ve İsmail'den. Kutucuklarda kaybolup gitmesin diye, buraya taşıyorum. Vakit ayırıp yazdıkları için de çok teşekkür ediyorum. 

Deryik

Hollanda'da Hollandalılar, Hollanda için her şeyi halleder genelde. Koca Avrupa'nın en küçük ülkelerinden biri; ama en çok global kaynak tüketen ülkesi. Neden? Çünkü Hollandalı mühendislerin çözümü çok. Her şey büyük bir makine gibi görülüyor; makinenin adı da Hollanda. Mesela çevreyi kirleten teknolojileri / madenleri vb üretim tesislerini gelişmekte olan ülkelere kaydırıyorlar. Hollanda Çevre Bakanlığı yetkilisi büyük bir gururla, "kirleten sanayilerin ihracatını yaparak hem ülkeyi temiz tutuyoruz hem de ihracat geliri yaratıyoruz" diye anlatmıştı ben orada okurken: mesela X maden Brezilya'da kuruluyor, ham ürün Hollandada işlenip son hali yine Brezilyalılara satılıyor. Benzer şekilde, gemi sökümü için asbestli gemiyi de Türkiye'ye yolluyor mesela, en verimli çözüm bu. "parasıyla değil mi?" sistemiyle sağlanan bir verim. Yetkilinin bunları anlattığı kişiler tam da bu ülkelerden geliyordu bu arada, ama o gururluydu.

Yani Hollanda mühendislerine güvenmekte çok haklı; her şeyi en "optimum" şekilde yapmayı, verimliliği vs iyi biliyorlar. Sınırlarını kendileri çizdikleri sistemin, "makinanın" en iyi şekilde işlediğinden eminler.

Öte yandan, o yemyeşil ülkenin ne pahasına yeşil kaldığını sorgulayan bir mühendis çıkarsa, işte o zaman belki siz "iklim" dediğinizde, "mühendisler halleder" demeyi bırakırlar; çünkü iklim denen şey harita üstündeki sınırları tanımıyor, tüm gezegeni ilgilendiriyor sonuçta.

Özetle tüm bu muhteşemlik, bir yerde fazlasıyla bencilce geliyor bana. Mühendislerinin bir şeyi hallettiği de yok aslında; kendi evlerini temiz tutmaktan başka.

İsmail Pelit

rahatlatıcı güven duygusuna hiçbir zaman sahip olmadık ki, onu kaybetmeye fırsatımız olsun. en temele bakalım: bu ülkede bir insanın kendine güvenmesi yadırganır. hep söylenen sözü hatırla: "babana bile güvenme!"

güvenmek, neredeyse bir zayıflık alametidir. peki neden böyle? insan kusurlu olduğu için mi? daha derin bir şey bana kalırsa: güvendiğinde, güvendiğin kişiye/ kuruma/ meslek grubuna teslim olursun. bu ülkede insanlar sözde teslimiyeti sevmez, hiç merak ettin mi? avrupa'da kaç şahsın doğrudan kendisine ait şirketi var? genellikle orada güçlerini birleştir insanlar. şirketler tek bir kişinin borusunun öttüğü yerler değildir. ama bu ülkede neredeyse sadece şu vardır "az olsun ama benim olsun" kardeşler bile ortaklık kurmayı, yürütmeyi zor becerir; güvenemezler birbirlerine.

cemaatin, arkasında namaz kıldığı imama güvenmediğini, adamın dedikodusunu ettiğini bile gördüm. neden? çok mu ince düşünüp güvenmemeyi tercih ediyor insanlar? hayır, karşılarındakinin her şeyden önce kendi menfaatini kollayacağına inanıyorlar. herkesin kendini düşündüğü bir dünyada, neden mühendisler insanların/ halkın lehine bir işin ucundan tutsun? herkes kendi kesesini dolduruyor; böyle düşünen insanlar, hiç kimseye güvenmez.

demek ki, temelde bir güven sorunu var bu memlekette. ben kendime güvenerek, lisede müfredatı eleştirdim. edebiyat tarihi hocam, beyninden vurulmuşa döndü, beni sınıfta bıraktı. bana "neyine güveniyorsun sen?" dediğinde, "kendime" deyince; "ben sana hiçbir şey öğretememişim" dedi. demek ki itaat bekliyor. bak bu çok ilginç: bu ülkede her kurum/ her erk sahibi kişi kendine itaat edilmesini, güvenilmesini ister, ne var ki kurumlar/ erk sahibi kişiler hiç kimseye güvenmedikleri gibi; kendine güvenen birini görünce de onu tehlikeli bulup engellemek isterler.

içerideki gazetecilerin orada olması, iktidara değil kendilerine güvenmelerinden kaynaklanıyor. ya da iktidar dışındaki başka bir güce güvenmelerinden. iktidar hiç kimseye güvenmez bu ülkede (bilim adamları,mühendisler de dahil); iktidarın ideolojisi de önemli değildir. cumhuriyet tarihi; baştan uca halkına güvenmeyen bir devletin mesaisini içeriyor. halkına güvenen onu fişler mi? onların arasındaki ayrılıkları gözetip, kamplaşmaya zemin hazırlar mı? mezhep ya da siyasi görüş farklılıkları bu ülkede kitleleri kontrol etmek için kullanılıyor: devlet halkına güvenmediği gibi, halkının da kendi içinde güvensizlik duygusuyla huzursuz olmasını istiyor. neden? halk, eğer diğerine güvenemezse devlete güvenir. türkler kürtlere, aleviler sünnilere, solcular sağcılara güvenemediğinde herkesin güveneceği bir devlet kendiliğinden ortaya çıkıyor. bugün bir rezalet olduğu söylenen 80 anayasası nasıl o kadar oy alıp kabul edildi? birbirlerine güvenemeyen kitleler devlete güvenmeye mecbur bırakıldı.

insan mecburen güvenir mi? bu ülkede kişinin kendi iradesinin anlamsızlığına vurgu yapan bir yığın söz var. ( en çok işittiğim: "ya seve yaparsın ya da ...")

hollanda'ya gelince orada devlet bir çamaşır makinesine benziyor; bir iktidar aygıtı değil, daha çok insanların hayatını kolaylaştırmak üzere imkanları organize eden bir cihaz. aynı bir çamaşır makinesi gibi çalışıyor devlet orada: vatandaşların hayatını kolaylaştırıyor. sen kirlet ben temizlerim.

buraya gelince; burada devlet kirletmeyi seviyor; başkasını kirletmeden kendini gösteremiyor; her iktidar birilerine çamur atarak kendi gücünü gösteriyor. sadece içeride değil. dışarıda da; düşman üretmeye muhtaç bir devlet; hiç kimsenin, hiçbir insanın dostu olamaz.

avokado seven adam

Avokado rafının önündeyim. İki tane alıp gideceğim; iyisini seçmeye çalışıyorum.

Buraya gelene kadar, bazı soslar hariç, avokado yemişliğim yok. Şimdi şimdi alışıyorum. Seçmesi de zor. Açık yeşili var, neftisi var, koyu kahverengisi var; taş gibi serti, yumuşağı var. Hangisini almalıyım?

Ben meyveleri tek tek ellerken, yanımda dikilen bir adam "seçemiyor musun" diye giriyor devreye. Biraz mahcup, "hayır" diyorum, "anlamıyorum bu işten."

Sade giyimli, güleryüzlü, siyah bir adam... "Ne zaman yiyeceksin" diye soruyor. "Hemen mi, yarın mı, beş gün sonra mı?"

"Yarın" diyorum. Aslında bir planım yok. Öylesine alıyorum işte. Plansızlığımdan nedense utanıyorum.

O da tek tek yoklamaya girişiyor avokadoları. Nihayet bir tane bulup tutuşturuyor elime. Koyu yeşil kabuğu kahverengiye döndü dönecek. "Bak" diyor, "bu yarın için." Bir tane daha... Parlak yeşil, sert... "Bu beş gün sonra." Yumuşacık bir tane, üstelik kahverengi de değil. "Bu hemen, eve gider gitmez."

Sonra renk ve yumuşaklık skalasını anlatıyor sabırla.

"Ben çiftlikte büyüdüm" diyor. "Sabah akşam avokado yerdik."

"Şimdi de çok yiyor musunuz" diye soruyorum. Berideki bir rafın yanında duran alışveriş sepetini gösteriyor. İçi tepeleme avokado dolu. Her renkten... "Sence" diyip gülüyor. Yine güleryüzle "günde yaklaşık on beş tane yerim" diyor.

Beş kahvaltıda, beş öğleden sonra, beş de akşam... Öyle diyor yani.

Şaka mı yapıyor, bilemiyorum. Sormuyorum da. İnanmak daha güzel. 

newroz

Uzaktan uzağa davul zurna sesleri... Leidseplein'den geliyor. Ama fena. Uyumsuz bir ekip. "Hollandalılar mı çalıyor acaba" diyoruz.

Meydana yürüyoruz. Buralı Kürtler, Newroz'u kutluyor. Ateşler yakılmış, halaylar kurulmuş. Kürtçe, Türkçe, Felemenkçe karışık konuşmalar... Sağda solda Öcalan pankartları. Delilo'yu çaldığını ancak çıkarttığım davulla zurnayı kalabalıktan göremiyorum.

Birkaç dakika dikilip ayrılıyoruz. Uzaklaştıkça müzik sönüyor. Davulun sesi ama uzaktan bile hoş gelmiyor.

Koca şehirden iki müzisyen çıkamamış diye düşünüp üzülüyoruz.

karşı pencere

Amsterdam'da perde kapatmayı pek sevmiyorlar. Biz de yavaş yavaş ayak uyduruyoruz onlara. Roma'da Romalı gibi, derler ya...

Ama karşı pencerede bir adam var.

Göbeğini kaşıyan adam kimdir, sorusuna cevap gibi bir adam. Gündüzleri sadece donuyla gezmeyi seviyor. Geceleri nedense bir zahmet giyiniyor.

Pencereden dışarıya uzun uzun bakıyor. Boş gözlerle... Depresyonda olabilir. 

Kendi penceremize yaklaştığımda göz göze geliyoruz bazen. Birkaç saniye birbirimize bakıyoruz. Aramızda sanırım şuna benzer bir diyalog geçiyor:

- Ne haber?
- Aynı. Senden?
- Ee görüyorsun işte.
-  Ben bir çay koyayım o zaman.

Üzülüyorum da haline.

Tabii bir de onun versiyonunu dinlemek lazım. 

mühendislerimiz halleder

Mesaj kaygılı bir küçük hikayem var.

Yıllar önce Paris'ten Amsterdam'a giden bir trende yaşlı bir Hollandalı çiftin karşısında oturuyordum

İkisi de emekli öğretmendi. Dünyayı gezmiş dolaşmışlardı. Aklı başında, aydın insanlardı. Konuşmaya da heveslilerdi. Havadan sudan sohbet ettik. Hollanda'ya ilk defa gittiğimi duyunca, bana ülkelerini anlattılar. İyi yönlerinden de eksiklerinden de, tipik bir Hollandalı gibi, gayet objektif  biçimde bahsettiler.

Bir ara söz iklim değişikliğine geldi. Daha o hafta gazetelerde "Hollanda sular altında kalabilir" diye bir haber çıkmıştı; hatırlattım.

Adam güldü. Bir şey olmaz, mühendislerimiz çalışıyor, dedi.

İyi de, mühendislik bir şey değil ki bu, dedim. "İklimden bahsediyoruz sonuçta."

Kadın sözü aldı bu defa. Üniversiteler bunun için var, dedi. "Eğitimi veriliyor. Nereye kadar direnebilirlerse, oraya kadar gidecek mühendislerimiz. Belki daha da ötesine."

Kocası tekrar karıştı lafa. Son kararı bizde mühendisler verir, dedi. "Yakında havanın nasıl olması gerektiğine de karar verirlerse şaşırma." Keyiflenmişti iyice.  

Böylesini hiç görmemiştim. Güven duygusu o gün dördüncü bir yolcu gibi yanımızda seyahat ediyordu. Sonraki yıllarda bu sohbet başka Hollandalılar'la da açıldı. Ülkesinden en hazzetmeyeni bile "sorun yok" diyordu. "Mühendislerimiz halleder."

Şimdi gelelim mesaja. Esenyurt yangını ve ölen işçilere ilişkin haberlerden önce Twitter'daki öfkeli yorumları okudum. Siz de okumuşsunuzdur. Kimsenin inşaat firmalarına da onların denetçilerine de güven duymadığını görmüşsünüzdür. Haklılar.

"Batı çok medeni, gelişmiş, insanı öyle, devleti böyle" laflarını duyunca hızla kaçarım. Ama bir halkın bir meslek grubuna böylesi güven duymasına o Amsterdam seyahatinde doğrusu imrenmiştim. Halen de imreniyorum.

Biz esas bu rahatlatıcı duyguyu kaybettik. Üstüne ne söylesek boşuna. 

illa içeceksin!

Türk mahallesinin kıyısında bir kasap dükkânı... İçeriye, henüz ahbap olduğum, mal dağıtan delikanlıyla beraber girdik. O depoya gitti, ben tezgahın önünde dikildim. Yapacak başka bir şey yoktu.

Kasap, Hollandalı bir müşteriyle ilgileniyordu. Onunla işini bitirince, nasıl yardımcı olabilirim, diye sordu. Felemenkçe... Arkadaşı bekliyorum, dedim ben de, gayet renksiz Türkçemle.

Beni ilk defa gördüğünden midir bilmem, sevindi. "Bir kola ikram edeyim, hoşgeldin."

Evet, kasap dükkânı ama Türkiye'dekilerden biraz farklı. İçeride bir meşrubat dolabı duruyor; hatta şekerlemeler bile var.

Yok, dedim. "Eksik olmayın, içmiş kadar oldum."

Abdullah (yeni arkadaşım hani) depodan çıkıp gelmişti bu sırada. Kasap bu defa ona hamle etti: "Abicim, al o dolaptan iki kola, hadi durma."

Yeniden girdim devreye. "Yok hocam sağolasın, bir sonraki sefere diyelim."

Peki, dedi kasap. "Bir sonraki sefere." Sonra yazarkasayı açtı. İçinden bir euro çıkarıp bana uzattı. "Bari şunu al, şu adamdan iki meşrubat içersiniz." Yaşlı bir Hollandalı'nın, dükkanın hemen önünde duran tezgâhını gösteriyordu.

Aldım parayı. Teşekkür ettim. Bugün Cuma, dedi kasap. "İçimden geldi yahu, illa benden bir şey içeceksin. Öyle ya da böyle."

Yaşlı Hollandalı'dan iki gazoz aldık. Ben içtim, Abdullah içmedi.

nerd saçı

Berberde sıra bekliyorum. Kadın erkek karışık bir dükkân... Üç kadın bir gay berber çalışıyor; seçme hakkınız yok, kim boştaysa saçınızı o kesiyor.

Önümdeki koltuk gay berberin. Saçları halihazırda kısacık olan bir delikanlıyı traş ediyor. Başlamadan önce çocuğa, nerd saçı mı istiyorsun, diye soruyor. Çocuk, yüzünü buruşturarak, tabii ki hayır, diyor. Omuzunu silkiyor berber de. Çok büyük bir şey kaçırdığını ima ediyor gibi.

Traşı hızlı bitiyor çocuğun. Sıra bende. Berber, başlamadan önce bana da, nerd saçı mı istiyorsun, diye soruyor. Tabii ki evet, diyorum. Gülüyor. Makasını şıklatıyor hevesle.

Sonra da, hayır istemiyorsun, sadece merak ediyorsun, deyip, kafasına göre kesiyor saçlarımı.

köprüde bir karşılaşma

Keisergracht'ın üzerinde bir köprüde beni durdurdu. Üstü başı perişandı, fena halde akşamdan kalma görünüyordu. Üstelik sadece dün akşamdan da değil. Sigara istedi, verdim. Teşekkür edip uzaklamıştı ki, dönüp, nerelisin, diye seslendi.

Türkiye, dedim. Koşarak geldi. Ben Belçikalı'yım, dedi. "Ama çok seviyorum Türkiye'yi."

İyi de, neden 'ama' diye sordum. Güldü. "Aması yok aslında, seviyorum Türkiye'yi, sevmeyeni de sevmiyorum."

Peki, dedim. "Bence sorun değil zaten."

"Bence sorun. O gıcık siyasetçiyi de dert etme ayrıca." İsmini aramış, bulamamıştı.

Eh, etmiyordum zaten. Peki, dedim yine. Uzanıp elimi sıktı. "Ben sizin yanınızdayım, o deli adamla da ilgilenirim."

Yok, dedim. "Aman, boşver."

Tamam o halde, diyip gitti.

sofraya doğru yol alıyorum

Yazar İsmail Pelit, bir önceki "Sarkozy Mezbahada" post'una uzun ve derin bir yorum bıraktı. Ufarak yorum linkinin içinde kaybolup gitmesin diye, buraya alıyorum. Benim bloga yorum bırakan pek yoktur (varın popülaritemi siz düşünün), ama işte bazen böyle güzel paslaşmalar da oluyor. Benim yazdığımın üstüne daha iyisini koyduğu için, İsmail'e de buradan teşekkür edeyim. İsmail Pelit'in güzel blogunu buradan takip edebilirsiniz. 


"siyasetçi mezbahada" diye okumuyorum bu fotoğrafı. daha derin bir tarafı var: mezbaha, mutfağın öncesi aslında. şık sofraların, bilmem ne marka çatal bıçakların, porselenlerin işe koşulacağı zarif yemekler, davetler; güzel giyimli, şık konuklar, herkesin lezizliğinde birleştiği yemekler:

öbür tarafta etin çıplaklığına, kanla et arasındaki hayatı değil ölümü diri tutan ilişkiye bak: bunlar ölülerin etleri: öldürülmüş hayvanlar, askılarda bekliyor, öldüklerini iyice anlasınlar diye derileri yüzülüyor. çıplaklığın kokusu da var: mezbahada burnu alışık olmayan birini etten soğutacak o havaya yapışık cansızlık kokusu: siyasetçi o kokuyu alıyor: kendisinden soğuyor, oysa biraz önce leziz bir biftekle karnını doyurduğu için mutlu olmuştu: ama bifteğin öncesi; ölüm kokuyor.

siyasetini yaşatmak için ülkenin damarlarını türlü çeşitli kanla doldurup, vatanın kalbinin atması için çalışanlar, atmayan kalplerin arasında kendi kalpsizliklerini görüyorlar. siyasetçi, o askıdaki sığırla kendisi arasındaki ortak noktayı kalpsizliği keşfettiği an, şunu da anlıyor: birileri yiyecek beni; sofraya doğru yol alıyorum.

sarkozy mezbahada


Harika bir an... Absürdün zirvesi. Sarkozy, The Office'teki Michael Scott dakikasını yaşıyor. Yüzünde iki ifade birden var. "Aman tanrım, ben neden burdayım" sorusuyla, "şimdi öyle bir konuşma patlatayım ki, millet dağılsın" kararlılığı...
 
Bir de şu: İki ay sonra seçim var. Sarkozy, anketlerde Sosyalist aday Hollande'ın arkasında. Şimdi bunca mevzu bir araya gelmişken o klişeye başvurmaktan kendimi alamıyorum. Ne demişler, kasap et derdinde, koyun can derdinde.

Fotoğraf: AFP

anthony shadid'den gazetecilik dersleri


Libya’da kaçırıldı; Filistin’de vuruldu. New York Times muhabiri Anthony Shadid’in astım kriziyle ölmesi insanın aklına gelecek bir şey değildi. Sahadaydı elbette; işini yapıyordu. Gazetecilere yasak Suriye’ye kaçak girmiş, at sırtında Türkiye’ye dönmeye çalışıyordu.
Buradaki gazeteci titri taşıyan bazı lüzumsuz insanlar, Shadid’in ardından ilk olarak, “AKP’ye yakın bir gazeteci öldü” buyurdu. Sanki Shadid’in öne çıkan herhangi bir özelliği yokmuş gibi… Türkiye o kadar içine çöktü ki, işini yaparken hayatını kaybeden bir gazeteciyi bile kendi siyasi dünyamıza göre tasnif ediyoruz. Bize dokunan bir yanı yoksa, zaten umurumuzda bile değil.  
Her neyse, araya kimseyi sokmadan, kendi sözleriyle Anthony Shadid:
Irak’ın işgalinin daha ilk ya da ikinci sabahından itibaren çok yorgundum. AP’de geçirdiğim yıllar boyunca, hikâyeyle aramızdaki mesafeyi korumamız gerektiği öğretilmişti. Ama artık nasıl görüyorsam öyle yazmaya karar vermiştim. Adil olabilmeniz için, yazdığınız hikayeleri gerçekten dikkate almanız gerekir. Ben de aldım. Ortadoğu’yu önemsiyordum.
Mısır’da veya Irak’ta haber yapmayı değerli kılan bir şey var. Sadece insanların hikâyesini anlatırsanız, bu haberler, duyguların, düşüncelerin aracına dönüşebiliyor. Kesinlikle daha gerçekçi bir hale bürünüyor. Daha dürüst bir hale…
Dış muhabirlerde sıklıkla fark ettiğim şu: Bu işi sürdürdükçe, kendi hikâyelerini anlatmaya başlıyorlar. Bir yerlerde uzun süre kalan bazı insanlar için sanırım kaçınılmaz bir şey bu. Öyle çok şey görüp yaşıyorlar, öyle çok insanla konuşuyorlar ki, bir süre sonra her şeyin tekrardan ibaret olduğu hissine kapılıyorlar. Kendi yaşadıklarının çok daha ilginç ve zorlu olduğunu düşünmeye başlıyorlar. İşte bu bir felaket. Bu, dış muhabirler olarak ne yapmamız gerektiğinin tam bir antitezi. Haberler insanlar hakkında olmalı. Ama işte, ne biliyorsak zaman içinde kaybolup gidiyor.

Röportajın tamamını şu ColumbiaJournalism Review linkinden okuyabilirsiniz.

oyalanmanın bilimi ve sanatı


Çok sevdiğim, bizim gazeteci milletine de (hele dergicilere) cuk oturduğunu düşündüğüm bir Yunan atasözü var: Hamur yoğurmak istemeyen beş gün un elermiş.

Akademisyenlere, yayınevi editörlerine, bitirme teziyle uğraşan öğrencilere de uyar.

İş elime yapıştı, deriz. Teslim tarihi geldikçe canımız sıkılır, tadımız kaçar. Teslim tarihi geçip gider; iş bitmez. Ama bu bizi oyalanmaktan alıkoyar mı? Hayır; birkaç bölüm daha dizi izleriz, bıraktığımız bir kitaba yeniden başlarız, önceden yarım bıraktığımız başka bir işe sarılırız. Bazen sadece boş boş pencereden dışarıya bakarız. Kafamızı topladığımızı düşünürüz. Bu bile daha anlamlı, daha heyecanlı gelir. Oyalanırız. İsim vermeyeceğim ama bunu sanata dönüştürenlerimiz var aramızda.

Ne var ki, elin oğlu “oyalanma”yı bilime dönüştürmüş, bir de üzerine Nobel alıyor. Oyalanmanın, ertelemenin, ağırdan almanın ya da geciktirmenin, dışarıda “procrastination” sözcüğü üzerinden epey popüler olduğunu biliyordum ama John Perry adında bir felsefe profesörünün “yapılandırılmış oyalanma” diye muzip bir kavramla çıktığından, epey de taraftar topladığından haberim yoktu.

Bir işin teslim tarihi, üzerimde ağır bir baskı kurmuşken ve çaresiz oyalanıyorken nihayet öğrendim.

Perry, daha 1996’da The Chronicle için “Nasıl Hem Oyalanıp Hem de İşlerimizi Bitirebiliriz?” başlıklı sağlam bir makale yazmış (şuradan okuyabilirsiniz.) Sonra da almış yürümüş. Ama Nobel komitesi seçim yapmak için epey oyalanmış olacak ki, ödülü Perry’ye ancak geçen yıl layık görmüş.

Tamam Nobel dediğim bir Ig Nobel. Hani en alışılmadık, en ıvır zıvır ama bir yandan da yaratıcı buluşlara, fikirlere giden, ABD merkezli ödül.O kadar olsun artık.

Aslında ben de ödülden verildiği tarihte yani 2011 Eylül’ünde haberdar oldum. Ama takdir edersiniz, yazana kadar biraz oyalanmam gerekiyordu.

Her neyse, ne diyor bize Perry? Anafikir şu: Her işi zamanında bitirebilirsiniz; üstelik dilediğiniz kadar oyalanabilirsiniz de. Teslim etmeniz gereken işin üzerine daha da önemli bir iş koymanız yeter.

Bundan sonrasını Perry’den özetleyerek aktarıyorum:

Oyalanan kişi “hiçbir şey yapmıyor” sayılmaz. Genelde bir işi bitirmemek adına, başka ıvır zıvır işleri de hallediyordur. Bahçesiyle ilgilenir, kalemlerini sivriltir, dahası, ilk fırsatta işlerini nasıl düzene sokacağı hakkında şemalar hazırlar.

Siz de böyleyseniz, ‘yapılandırılmış oyalanma’yı kullanabilirsiniz. Ama önce bir liste hazırlamanız gerekir. Görevlerinizi en önemliden en önemsizine doğru sıralayın. En üste çok mühim işler koyun ama altlarda da sizi tatmin edecek maddeler kalsın İşte, en mühim olanları yapmamak adına, o alttakileri yapacaksınız.

Oyalananlar genelde yanlış bir kanıya sahiptir. Ellerinde daha az iş olsa, oyalanmayıp hepsini bitireceklerini düşünürler. Sakın ha! Oyalanan kişinin zihni böyle işlemez. O az sayıdaki işlerin tümü, doğal olarak, önemlidir. Oyalanan kişi de yine oyalanacağından, onları da yapmaz. Bu yüzden hiçbir işini bitiremez.

Peki en üstteki iş nasıl halledilecek? Evet bu bir sorun, ama üstesinden gelinir. En tepeye teslim tarihi net görünenlerle (aslında net değildirler) çok önemli zannedilenleri (ama gerçekte abartılmışlardır) yazın. Neyse ki, hayat böyle işlerle dolu.

Bu noktada, kişi “iyi de, bu kendini kandırmak sayılmaz mı” diye sorabilir. Sorsun. Böylece hangi teslim tarihlerinin geçersiz, hangi işlerin de fazlaca büyütülmüş olduğunu görebilir. Hem oyalanan kişi, kendini kandırmak konusunda bir numaradır. Böylece bu özelliği de işe yaramış olur.

Evet, Perry’nin anlattıkları bunlar. Kullanıp kullanamayacağınızı siz düşünün. Bizdeki bir atasözünün çok etkili olduğunu unutmayın yine de; biliyorsunuz; “demir tavında dövülür.” Bana gelince… Bununla uğraşırken, daha önemli bir başka işimi halledememiş oldum ama hiç değilse bu uzun post’u yazdım.

Az şey mi?

Oyalanma teknikleri için buraya.

John Perry’nin blogu için buraya.

yazınızı new york times'da nasıl yayımlatırsınız?


Ya da Washington Post’ta, Guardian’da, Foreign Policy’de?

İyi yazarsanız, doğru zamanda, doğru ve ihtiyaç duyulan şeyleri söylerseniz, ne söylediğinizi biliyorsanız; yayımlarlar. Tabii gereken kanallardan da haberdar olmanız lazım.

Ne yazık ki, bir ikinci şık daha var. Bir çatışma, bir savaş ihtimalinden bahsederseniz yayımlanma şansınız artar. Hele de Batılılar’ın halihazırdaki paranoyasını, İran’ı konu ediyorsanız.

Washington Institute for Near East Policy’den Soner Çağaptay’ın yazısı 15 Şubat’ta International Herald Tribune’de yayımlandı (bir versiyonu da New York Times’ın web sayfasında mevcut; buradan okuyabilirsiniz.) Yazının başlığı şöyle: “Sıradaki: Türkiye ve İran karşı karşıya.”

Çağaptay, okurlarına “Türkiye ile İran arasındaki rekabetin yüzlerce yıllık mazisi vardır; ta Osmanlı sultanları ve Safevi şahlarına kadar gider dayanır,” diyor. Bu önermenin üzerinden de yazısını çatıyor. Son günlerde İran’ın Türkiye’yi tehdit etmediği tek bir gün bile yokmuş; Ankara ile Tahran arasında sular ısınıyormuş; İran Nato kalkanı’na gıcık olmuş; artık her şeyi bekleyebilirmişiz… Mış mış mış mış…

Yani, daha geçen seneye kadar “Türkiye’nin ekseni” tartışmaları yapıldığını at bir kenara gitsin. Ahmedinecad ile Erdoğan’ın tüm dünyaya nispet yaparcasına kucaklaşmalarından da bahsetme. Birbirlerine “kardeşim” diye hitap etmelerinden de... Bunların yerine Arap Baharı’nın her şeyi değiştirdiğinden bahset.

Hele “yüzlerce yıldır bunlar sürtüşür dururlar” de ama; Ortadoğu’nun bozulmayan tek sınırının ta 1639’daki Kasrışirin Antlaşması’ndan beri İran ile Türkiye arasında olduğundan hiç söz etme.

Çünkü söz edersen, yazını üzerine kurduğun önerme çöker. New York Times da onu basmaz.  

Sen de okurlarına “bir şah ile bir sultan o bölgeye hâlâ sığmıyor” deme zevkinden mahrum kalırsın. Ne denli uyduruk bir cümle de olsa…

PS: Türkiye ile İran arasında bugün bir gerilim mevcut olabilir elbette. Her daim de vardır; doğru. Sağlam bir yazı yazılsa zevkle okurum.

türkiye için kısa bir haber

Başkalarının hakkımızda ne konuştuğunu deli gibi merak ediyoruz. Sokaktaki adamla başbakan farklı değil.

Hatta devlet adamları bu konuda bizden daha hassas. İlgili müşavirler dış basını sürekli tarar, etkili gazetelerdeki köşe yazarlarının yorumlarını götürüp başbakanların, bakanların önüne koyar.

Başyazılar daha da dikkat çeker, doğal olarak. New York Times ne demiş, Washington Post ne demiş, Guardian, Le Monde ne demiş?

Bizim devletliler eskiden de meraklıydı bunlara, şimdi de öyleler. Tavsiyem, küçük haberlere daha çok bakmaları. Çünkü o kadar çekindikleri şeytan hakikaten ayrıntıda gizli.

Bugünkü International  Herald Tribune'de (NY Times'ın dünyaya yayın yapan kardeşi) dünkü KCK gözaltıları üzerine kısacık bir haber... Haber ajansı Associated Press'ten almışlar. Kaç kişinin, hangi iddiayla tutuklandığını özetle anlatıyor.

Son paragrafta da kimin kim olduğunu anlatıyor.

"The detentions were related to an investigation into a Kurdish group that prosecutors accuse of links to the Kurdistan Workers' Party, an organization it considers terroristic. It's fighting for the autonomy of the largely Kurdish southeast."

"Otoritelerin terörist olarak gördüğü bir organizasyon."
 "Özerklik için mücadele veriyor."
  
Bu kısacık haberler, uluslararası medyanın yapıtaşlarıdır. Belli ki dışarıda algı değişmiş. Doğal olarak, dil de değişmiş. Yakın döneme kadar PKK için bu denli nötr cümleler kurulmazdı.

Türkiye, dışarısı için artık ilk planda gazetecilerini hapseden bir ülke. Haberler öncelikle buna göre yazılıyor. Nabız ölçmek isteyen müşavir varsa, herkesin ağzına bir parmak bal çalan, ölçülü başyazılara bakmasın boşuna. 




taşrada ölüm dirim hazırlıkları

Memleket yine kritik dönemeçte. Bu kadar dönüp durunca en başa gelmek kaçınılmaz, mevcut hal de zaten bu.

Sıkıcı köşe yazarı stili yukarıdaki girişten sonra, iş bu post’un nedenini nasılını anlatayım. Şöyle ki: Notlarımı kıyıda köşede unutmaktan yoruldum. Bir konuya dönüp bakmak gerekince, sanki fazlasına sahipmişim ki, epey bir vakit israf ediyorum. Bu yüzden, böyle "kritik dönemeçli" meselelerde (belki başkalarında da) link notlarımı buraya almaya karar verdim. Belki sizin de işinize yarar. Umarım yarar.

Bir de şu var: Memlekette “Kritik dönemlerden geçiyoruz” bağrışmaları bir türlü bitmiyor. Bu yaygaranın en az yarısını zaten kafadan elemek lazım; zira çoğu, gazetecilerin kendisini önemli gösterme çabasından kaynaklanıyor. Kimin, hangi olaya, ne kadar hakim olduğu gündem soğuyunca daha iyi anlaşılıyor. Bu linkler bir arada dursun ki, aradan zaman geçince işlerin ne kadarının yaygara ne kadarının gerçekten mühim olduğunu görebilelim.

Sözün özü: Aşağıda, bir haftadır Türkiye’yi sallayan ve devletin en üst kademelerini kafa kafaya getiren Mit meselesine dair önemli bulduğum yazıların linkleri var. Bazıları gerçekten iyi analizler, bazıları ise sadece söyleyenin kimliği ve duruşu itibariyle önem arzediyor. 

Sürece dair en iyi yazıyı bence Ruşen Çakır yazdı. Vatan Gazetesi’nde ve "Bumerang" başlığıyla.  "... Bumerang, yani gelip sahibini vuran silah. Evet, özel yetkili mahkemeler başta olmak üzere bu yeni yargı düzeni AKP’nin ürünüdür. Ve 'yeni Türkiye'nin 'yeni yargısı'ndan şikayet edenlerin oluşturduğu o uzun kuyruğa siyasi iktidar da dahil olmak üzeredir..."   Linki burada.

Star’da Taha Kıvanç (Fehmi Koru) kazanan kim, kaybeden kim diye soruyor ve  'cemaat'in de bu işten zararlı çıktığını söylüyor. "...Çoğu kişi olan-biteni ‘hükümete karşı’ ve ‘Tayyip Bey’e karşı’ olarak görüyor; hiç kuşkusuz öyle. Ancak benim baktığım pencereden aynı oranda ‘Cemaat’e de karşı’ bir girişim bu." Link için.



Kadri Gürsel’den (Milliyet) konu hakkında 'bir yandaş medya okuma kılavuzu': "...Türkiye düne kadar 'Gülen Hareketi-AKP' fiili koalisyonu tarafından yönetilmekteydi. Artık yönetilebildiğinden söz edemeyiz. Ortaklar arasında bir savaş hali söz konusudur..."
Linki burada.  
 
Yurt’ta yazmaya başlayan Cüneyt Ülsever, ABD’ye işaret ediyor ve artık dengelerin değiştiğini söylüyor. "...Erdoğan başarılı bir çıkış yaparak Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’nı 2014’e uzatmış ve Gül’ü devreden çıkarmıştı ki; 'MİT Müsteşarı' üzerinden karşı ve muazzam atak geldi..."
Linki burada.

Mehmet Baransu’dan Taraf’ta (yine) bir torba dolusu iddia."..Bu süreç aslında Mit içindeki derin yapıların temizlenmesinden başka bir şey değil..." Linki burada.


Odatv'den eski bir habere referans: "...Kısacası Fidan'ın PKK'lı olmakla suçlandığını ilk kez Odatv gündeme getirdi. Fidan, bir süre sonra KCK Davası'ndan şüpheli sıfatıyla ifadeye çağırıldı..." Linki burada.

Kürşat Bumin Yeni Şafak’ta, ‘istihbarat’ın en makul konu olduğu bir ülkeye dönüştük, diyor: "...özetle, eskinin 'siyasi şube'sinin yerine geçen terörle mücadele şubesi ve istihbarat şubesinin gayretleriyle biçimlenen ve yürüyen bir 'kamusal hayat' ve de yargı düzeni..." Linki burada. 


Yine Yeni Şafak’tan Abdülkadir Selvi, taşlar yerine böyle böyle oturacak, diyor. "... KCK soruşturmasını yürüten cepheden, MİT mensuplarının PKK-KCK ile ilişkilerini ortaya koyan ve karar alıcılarda, 'İşte savunduğunuz MİT'çilerin yaptığı bu' dedirtecek girişimler bekleniyor..." Linki burada.
  
Avni Özgürel, Taraf’tan Neşe Düzel’e verdiği mülakatta, "Başbakan'ın Kandil'i hedef alan bir balkon konuşması yapması söz konusuydu" diye görüş bildiriyor. Linki burada. 


Eski Mit'çi Cevat Öneş, Ruşen Çakır’la yaptığı söyleşide, meseleyi "ikinci Uludere faciası" olarak adlandırıyor.Linki burada.


PS: Bunları fırsat buldukça güncelleyeceğim. Linklerdeki görüşleri paylaşmak durumunda olmadığımı herhalde söylememe gerek yoktur.

PS2: Blogger bazen böyle saçmalıyor. Font karışıklığı ve dağınıklık için kusura bakmayın. 

ofiste bir gün



Gazetenin, derginin ofisindeki hal üç aşağı beş yukarı budur. Evden çalışan gazeteciyi merak edenler, videodan sadece kahve makinasını çıkarsın.

paul auster ve dalgaların sesi

Bir başbakan danışmanı ne iş yapar? Konuşmasını hazırlarken başbakanını bilgilendirir herhalde. Hürriyet röportajının gürültü koparmasından sonra, Paul Auster hakkında Ankara'da belli ki bir araştırma yapılmış. Peki o çalışma şu cümleyle mi sınırlı: Auster 2010'da İsrail'e gitti.

Bu kadar mı? Gol mü oldu şimdi?

Başbakanın danışmanı (ve de kendisi) Auster'ın İsrail'e neden gittiğini, orada ne yaptığını, ne konuştuğunu merak etmiş midir acaba? Ben ettim, sonucu Haaretz’den aktarıyorum:  

Kudüs’te düzenlenen Uluslararası Yazarlar Festivali’nin ikincisi 2 Mayıs 2010 akşamı başladı. Paul Auster gibi davetli yabancı yazarların yanı sıra Devlet Başkanı Şimon Perez ile Kültür Bakanı Limor Livnat da açılış seremonisinde yerini almıştı. İsrailli genç yazar Nir Baram, programın hemen başında yer alan konuşmasında orada hazır bulunanlara şunları söylüyordu:

“Bir yazar buluşması ne zaman başarısız olur? Anlaşmazlıkları sakladığınız zaman. Genç bir yazar olarak, festivalin ve kokteyl partilerinin aramızdaki sürtüşmeleri maskeleyip, hadiseyi fazlaca kültürel bir hale sokup sokmadığını merak ediyorum. Kafka, bir kitabın, içimizdeki donmuş denizi parçalayacak bir balta hizmeti görmesi gerektiğini söylerdi. Konuşmadığımız öyle çok şey var ki. Buradan sadece birkaç kilometre ötede bariyerler bulunuyor. Son yıllarda, Yahudi olmayanların haklarına ve topraklarına sistematik bir şekilde el konduğunu görüyoruz.”

Baram konuşmasının bu noktasında yabancı yazarlara döndü ve artık zorlu ve dürüst bir sohbete ihtiyaç duyulduğunu anlattı. “Biz, yabancı yazarların hem yapıcı hem de eleştirel olmalarını bekliyoruz. Çünkü bazen denizin kenarında yaşasanız bile dalgaların sesini duyamazsınız.”

Başbakan ilgilenirse, bunlar da Auster’in İsrail hakkındaki düşüncelerinden parçalar. Geçen seneki bir röportajından: “İsrail hakkında duygularım karışık. Ülkede birçok fanatik dini kurum var. İsrail’in kurucularının, dinin, ileriki yıllarda bu kadar merkezi ve hayati bir işlev göreceğini düşündüğünü sanmıyorum.”

İsrail’de katıldığım festival çok iyi organize edilmişti. Sanat ve düşünce dolu bir hayata yönelik ciddi bir açlık gözlemledim. Ama siyasi bir noktadan bakınca, insanların artık ne düşüneceklerini bilmediklerini ve ufukta hiçbir umut görmediklerini de anlıyorsunuz.

Festivale katılan yazarlardan biri bana İsrail’in iki duygu arasında yaşadığını anlattı. Sol’un ümitsizliği ile Sağ’ın inkârcılığı. Arada ise çok az şey var.”

Ben Auster’ın samimiyetinden kuşku duymuyorum. Ama dalgaların sesini de duymuyorum, mesele o.


hunlar


Birkaç hafta öncesinden bir anı...

D&R'da kitap karıştırıyorum. Üzerinde "Tarih" yazan rafların önünde iki delikanlı konuşuyor, benimkisi zoraki kulak misafirliği:

- Abi, ben hiç kitap okumam. Uyduruk uyduruk şeyler hepsi.
- Ben de en son ortaokulda okumuştum, ne gerek var, boşver.
- Abi, okumak istesem ne olacak. Doğru dürüst bir şey anlatmıyorlar. Boşu boşuna vakit mi harcayayım?
- Tabii abi, hiç işe yarar bir şey yok, olsa okurdum zaten. Mesela şu kitap...

(Eline yaklaşık bin sayfalık bir kitap alıyor, ismi 'Hunlar')

- Bak işte bunu okurdum işte, ne güzel, atalarımızı anlatıyor, belli abi, güzel bu. Böyle şeyler anlatsınlar işte.
- Bunu ben de okurdum, Hunlar... Hunlar'ı okurdum abi.
  
Sonra kitabı yerine koyup uzaklaşıyorlar.

Peki. 

Graffiti Valencia sokaklarından...

ay sarayında