en uzak sahilin keçileri

İmroz hakkında anlatacak daha çok şey var. Dünkü konudan devam edelim.

Yıllar sonra ilk defa araba kullandım İmroz’da. Geri dönmeye çalışırken biraz çizdim aracın arkasını ama olsun, özlemişim. Ada’nın inen çıkan, kıvrılan, köyden köye dolaşan yolları araba kullanmak için harika; üstelik ıssız, kimseler yok ortada. Daha da iyisi, biraz antrenman yapıp, bisikletle gitmek. 

Bisiklet demişken, Cumhurbaşkanlığı turunun bir etabı buraya da alınabilir belki. Önermiş olayım. Hasbelkader alınırsa, "Zamanında önermiştim" deyip caka satarım. 

İlk defa geldiğim bu adayı başka yerlere pek benzetemedim. Kendine özgü, dingin ama tuhaf bir yer. Uzak bir kumsala kapanıp (bir kumsala ne kadar kapanılırsa artık) dışarıyı unutmak için ideal; ama deniz ve güneş için değil. Uzak koylarda Bulgar ve Rumen plakaları görünce jeton düştü; buralar Karadeniz sahilleri gibi biraz ama onların ışıkla yıkanmışı… Seveni veya tanısa sevecek olanı çoktur elbette. Ben bir de kışını, fırtınasını, dalgasını görmek; arabalı vapur iptalleriyle mahsur kalmak isterdim. 

Adalar küçüktür, herkes birbirini tanır elbette ama peki ya Gökçeada Merkez'deki Atatürk heykelinin insana fazladan yakınlık hissi vermesi? Belki dev gibi olmamasından, belki yüksek bir kaidede durmamasından, belki arkasındaki duvarın mütevazılığından, geçerken heykele bir selam veresiniz geliyor. 


Bu arada, Ada’ya geldik çünkü buraya gelen başkalarını haberleştirmek istedik. 1960’lardaki Kıbrıs Krizi’nden itibaren evlerinden, barklarından edilen, türlü eziyetle Yunanistan'a, ABD’ye, Avustralya’ya, artık nereye gidebiliyorsa oralara göçmek zorunda bırakılan Rum nüfus geri dönüyor. Gidenlerin kendisi, çocukları, torunları… Çocuklar okuyabilsin diye, Ada’da yıllar önce kapatılmış olan okullar açılıyor. Devlet de destekliyor üstelik. AKP hükümetinin nadir olarak yaptığı iyi şeylerden biri bu (Bozuk saat bile günde iki defa doğruyu gösterir ya!). Güzelim çocuklar okul bahçesinde koşturup duruyor. Yetişkinlerse heyecanlı; biraz da tedirgin. Çünkü her haber onlara yeni bir saldırı olarak dönebilir. (Bu arada Levent Kulu'nun fotoğraflarıyla benim haber burada). 
Nitekim haberin yayımlanmasından sonra aldığım bir mailde, okur “Neden bunlara iyilik yapılıyor, ülkemizi bölme planının bir parçası mı bu da” diye hesap soruyordu benden. Bu ülkede yüreğimiz küçüle küçüle kayboluyor. Fark etmiyoruz bile. Varmış gibi yapıyoruz. 

Bir önceki post'ta da bahsetmiştim: Açık cezaevi meselesi… Geri dönenlerden, o dönemi yaşayan birçok kişi, İmroz’a birdenbire getirilip konan ‘gardiyansız’ cezaevinden ne kadar ürktüklerini anlattı. Can güvenlikleri kalmadığından Ada’dan ayrılmışlar. Yani topraklarının ellerinden alınması, kamu hizmetlerinde türlü zorluklar çıkarılmasının yanında bir büyük sebep de cezaeviydi. O dönem İmroz’da neler olmuş diye bakarken, siyasetbilimci Elçin Macar’ın bir konuşmasına denk geldim (Bianet’ten Özgür Kaymak, 2014’te çok derli toplu bir şekilde haberleştirmiş; bir bölümü buraya alıyorum): 

(…) Elçin Macar konuşmasının devamında MGK kararları içerisinde yer alan cezaevi meselesinin de 1966’da gündeme geldiğini hatırlattı. Bu cezaevi 30 bin dönümlük bir alanı kaplayacaktı, tam açık bir cezaevi hüviyetinde olacaktı, cezaevinde hiçbir jandarma bulunmayacak ve yalnız savcılar tarafından yönetilecekti.
Cezaevi yapılması kararının ardından altı ay içerisinde 1600 Dereköy sakininin 300’den fazlası İstanbul’a ve Avustralya’ya göç etti.
Adada cezaevi mahkumlarının Rumların evlerine girdiği, mallarını çaldığı, kadınlara tecavüz edildiği şeklinde haberlerin duyulması üzerine İstanbul Başkonsolosu Karandreas hükümetten aldığı izinle 6-11 Haziran 1966 tarihleri arasında iki adayı dolaştı.
Yunan Dışişleri Bakanlığı’na yazılan metin şöyleydi: ‘Dereköy’de cemaat komitesinin başkanı, papazlar ve iki senedir işsiz olan öğretmenler bıçaklı olarak dolaşan mahkumların yüzünden artık köylerinde yaşamanın imkansız olduğunun altını çizdi.
‘Hiçbir kadının evin dışında dolaşması mümkün değil, erkekler kadınları ve çocukları korumak için gece gündüz nöbet tutuyor. Sakinler Yunan hükümetine mübadele olsun dediklerini iletmemi istediler.
‘Köyden ayrılırken ‘bizi kurtarın, bizi kurtarın’ diye bağırdılar.’
(…)”

Unutmadan, Hikmet Hükümenoğlu'nun geçen sene yayımlanan ve çok iyi eleştiriler alan romanı 'Körburun', aynı konuyu, hayali bir Prens Adası kurgulayarak İstanbullu Rumlar açısından işliyordu. Henüz okumadıysanız, tavsiyemdir (Şuraya da Hükümenoğlu'yla 'Körburun' üzerine yaptığım röportajı iliştireyim). 
Bu acı izleri silmeye çalışıyor yeni gelenler. Unutmak mümkün değil tabii ama çok da hatırlamamaya çalışıyorlar. Bir de ayakta kalmaya. Ekonomik açıdan durumlar fena. Çoğunluğunun geldiği Yunanistan’da da fena. Burada da. Ne yapılabilir? Yapabilen bir kafe açıyor. En çok rağbet edilen iş bu. Ama sözbirliği etmişçesine herkes aynı sıkıntıdan (“Ada’nın sezonu sadece iki ay”) dem vururken bu iş ne kadar makul? Dayanmalarını umarım. Sadece yeni gelenlerin değil, tüm İmroz halkının. Fakirlik, kök salmasın orada; insanlar güneş, rüzgâr ve zeytinler içinde yaşayıp gitsin. 

Dönüşte elbette yine arabalı vapur... Çantamızda kekik, zeytinyağı, bal. Yol arkadaşı bu defa adanın keçileri. Onlarınki maalesef zorunlu bir yolculuk.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sen ne dersin?

ilk burdurlu

A. ile bir kafeden çıkmıştık ki, aceleyle dönüp bir şey unuttum mu diye masanın üzerine bir daha baktım. Unutmamışım. O sırada yanımızda bir...