‘Bells of Old Tokyo - Travels in Japanese Time’ isimli bir kitap okuyorum. Kitabın yazarı Anna Sherman harika bir fikir bulmuş; Tokyo’yu, yitip giden ya da pes etmeyip kalan, hâkim veya cılız ama illa hayatlara değen seslerin izini sürerek, onları takip ederek dolaşıyor.
Kitabın açılışında anlattığı ses… Var olduğunu hiç bilmediğim, artık öğrenmiş olsam da halen bir tür rüya, bir masal gibi gelen bir ses… Akşam üzeri saat tam beşte, sadece Tokyo’da değil, Japonya’nın dört bir tarafındaki şehirlerde, hoparlörlerden çıkıp, yaya geçitlerinin, trafik ışıklarının, hatta uzaktaki tarlaların üzerinden geçerek, evlerin, okulların, iş yerlerinin arasına dalga dalga yayılan ve nihayet şehrin tüm sakinleriyle birlikte okuldan çıkmış çocukların da kulağına ulaşan o ses…
Bir çocuk şarkısı. Yuyake Koyake.
Birkaç kaynaktan baktım; hepsi İngilizce’ye farklı farklı çevirmiş. İngilizce ara durağından da geçerek, tüm yorumları üç aşağı beş yukarı içine alan bir fazla serbest çeviri de benden…
Akşam oldu, gün batıyor
Dağlarda çanlar çalıyor
El ele tutuşup eve gitmenin vakti,
Bak kargalar yol gösteriyor
Bütün çocuklar dönünce eve
Kocaman, pırıl pırıl bir ay tırmanır göğe
Altından yıldızlar bize göz kırparken
Kuşlar rüya görmeye başlamış bile
Eski bir Japon halk şarkısı bu. Her akşam çalıyorlarmış. Şarkının melodisi de sözleri de çok güzel. Dedim ya, masalsı. Eve dönmek gibi değil de kocaman, hatta karanlık bir ormana girmek gibi…
İyi de bu çağda çocuklara eve gitmelerini söylemeye gerek var mı? Tokyo’da hangi çocuk, çantasını sürükleye sürükleye o muazzam kalabalıkların içinden geçer de evine gider? Mahalle aralarından, bahçelerden, kırlardan geçtiğimiz bir çağda değiliz ki. Şarkı evet o çağlardan ama biz orada değiliz. (Gerçi bu şarkıyla başlayan ve Tokyo gecesinin metrolarında, neon ışıklı caddelerinde, kavşaklarında geçen bir film de harika olurdu.)
Melodi belli ki büyükler için. İnsan zamanın akışını görmek istiyor. İnsan günün nihayete erdiğini hissetmek istiyor. Zaman geçerken, insan da akıp giden zamanın içinden geçmek istiyor. Biz akşam ezanlarıyla büyüdüğümüz için bunu belki fark etmiyoruzdur.
Bir mesele daha var.
Zamanı düzenlemek, gündüzü geceden ayırmak, geceyi mühürlemek yönetici kesimde bir saplantıdır. Zordur geceye hükmetmek. Sistem, herkesi evli evinde ister. (Ne güzel anlatır bunu Gündüz Vassaf ‘Cehenneme Övgü’de).
Yani aydede gökyüzüne tırmanınca, bir başka düzen başlıyor. Gecenin düzeni. Sadece sistem değil, masallar da çocukları geceleri evinde ister.
Ama bazı çocuklar yine de pencereleri açık uyur.
PS: Sonuna kadar izlerseniz, bu güzel videoda fazladan bir pandemi yorumu olduğunu da göreceksiniz.
Alttaki videoda ise Japonya taşrası...Yuyake Koyake hak ettiği karşılığı buluyor. Çok çok güzel.
Nefis.
YanıtlaSilJaponlar bana dünyaya hala bir kozanın içinden seslenebiliyorlarmış gibi gelir, kimbilir belki de Tokyo'da hiç birkaç gün ve gece geçirmediğimden:)
Daha birçok şey yanında Midnight Diner'a ışınlandım biraz. Biraz da Alexander Jansson'un hülyalı işlerine, geceleri pencereleri açık uyuyan çocuklar deyince "the key" ismindeki illüstrasyonuna.
Iyi ki yazıyorsunuz, nice yolculuklara vesile...
Midnight Diner evimizin demirbaşlarından :) Alexander Jansson'u bilmiyordum, tanımış oldum şimdi, çok teşekkür ederim. Evet, tam da o 'Key'dekini demek istemiştim. Tam isabet :)
SilSiz de iyi ki bunu görüp yanıtlamışsınız. Böyle böyle çoğalıyor hayat.