londra etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
londra etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

dünyanın merkezi burası

1.
Londra’da bir taksi şoförü, gazeteci olduğumu öğrenince, “Bir gün muhakkak gelip burada yaşamalısın” dedi. “Burası dünyanın merkezi; her şey buraya akar. Bütün haberler burada.” Orası doğru da, adına Londra dediğiniz arı kovanı çok yorucu be şoför abi.   

2.
Taksicilerden her yerde muhabbet çıkar da buradakiler büyük konuşmayı aşırı seviyor. Bir önceki gelişimde de Brexit'ten sohbet açılmıştı. Adam durdu durdu, "İngiltere zaten Avrupa'da değil; yerle gök bir araya gelene dek de yerinde kalacak" dedi. Eh, coğrafi olarak haksız değil. 

3.
Bizim ‘üst akıl’ komplocularının, ‘büyük resim’ için işaret ettikleri ülke hep İngiltere’dir. Gerçi İngiltere’nin bir hükmü yok; mevzu Londra’da dönüyor. İster bir kaşınızı kaldırıp “Üst akıl” diyip durun, ister bilmiş bilmiş “Sonuçta herkes burada abi” tespitinde bulunun, taksi şoförünün dediği gibi “bütün haberler burada” 

4.
Peki nerede bu üst akıl? Covent Garden’da dünyayı yöneten iki kişiyi gördüm sanırım. Yaşlılar, jantiler, eski usul çantaları var. Niye oradalardı; dünyaya tiyatro oyunları üzerinden mesaj vermek için görüşmeler mi yapıyorlardı, hiç bilmiyorum. Onlara biraz dik dik bakmışım; kibar adamlar, selam verdiler. Şu anda beni araştırıyor olabilirler.

huzursuz arıların kovanı londra


1. 
Londra’ya ne zaman gelsem, taşradan büyük şehre gelmiş gibi hissediyorum. Burada işler başka türlü yürüyor, belli. Bir arı kovanı. İstanbul daha da kaotik ama o arı kovanı hissi yok. Düzensiz bir makine İstanbul. Bir hedefe kitlenmiş gibi durmuyor. Sonuç üretmiyor. Londra’nın arıları ne yapmaları gerektiğini biliyor. 

2. 
Bu defa Amsterdam’dan geldim Londra’ya ve bu sayede daha önce fark etmediğim bir şeyle karşılaştım. Evvela şunu söylemeli ama: Bu seyahatte taşradan gelmiş olma hissi daha baskındı. Sonuçta İstanbul da dünyanın merkezlerinden biri; üstelik devasa bir merkez. 820 binlik nüfusuyla Amsterdam, bir Kadıköy bile değil. Ama İstanbul’dan Londra’ya gittiğimde, bizde de durum aynı olduğundan, hiç fark etmediğim vurucu mevzu şu: Londra’da insanlar mutsuz görünüyor. Huzursuz. Yüzleri gülmüyor. Hızlı hızlı, kaçar gibi yürüyorlar. Hava durumu da zaten hiç yardımcı olmuyor. 

3. 
Trenle geldim şehre. St. Pancras İstasyonu’nda indim ve anında insanların arasına karıştım. Uçakla tren arasındaki dev ‘medeniyet’ farkını bir daha idrak ettim. Bu heyecanı yaşayan milyarıncı (ne acayip ifade) kişi olarak tekrarlayayım madem. Tren, sizi havaalanı stresiyle üzmüyor, indi bindi meselesiyle yormuyor, seyahat ederken bir serüven yaşatıyor ve doğrudan dünyaya çıkarıyor. Demir ağlarla donatmışız dünyayı, tekrar o yıllara dönsek ya. 

4.
Londra’ya trenle gelmek bir vakaymış gerçekten. St. Pancras İstasyonu’nda, trenden iner inmez sizi karşılayan ‘sevgililerin vedası’ temalı heykel ne kadar zarif. Heathrow, Gatwick falan derken bu güzelliği görmemişiz. Bir yandan da düşündüm: İyiymiş heykel görerek girmek şehre. Şimdi ayakları yerden keselim biraz. Her büyük şehrin girişinde dev bir heykel olmalı. New York’taki ‘Özgürlük Heykeli’ gibi. Ya da ‘Game of Thrones’ta bazı şehirlerin girişinde olduğu gibi. Böylece, oraya vardığımızda bir ufak ürperelim, ayağımızı denk alalım, o şehirle hesaplaşacaksak, işe o dev heykelden başlayalım. Ankara’nın sabık belediye başkanı haklı mıydı acaba, şehrin dört girişine dört büyük heykel kondurmak istemekte? Bu hissi mi yaşamıştı? Neyse ne, Londra’nın dev heykele ihtiyacı var. Şimdi onlar düşünsün. 

howard jacobson'ı nasıl elimden kaçırdım?

Londra… Sabah treniyle gelmiş, sokaklarda fink atıyordum. İlk iş Foyles Kitabevi’ne gitmiş, rafları arasında epey dolanmış, kitap almadan kafesinde bir sandviç yiyip kahve içmekle yetinmiştim. Sonra yine caddeler, sokaklar, minik pasajlar… 

Yürüye yürüye Regent Street’e ulaştım. Neden oralara geldiğime dair hiçbir fikrim yok. Birden Howard Jacobson’ı gördüm. Yanında orta yaşlı, şık bir kadın vardı. Bir sanat galerisinden henüz çıkmış ya da birazdan o galeride olmaları gerekiyormuş gibi görünüyorlardı. 

Hiçbir kitabını okumadığım Jacobson’ı ilk gördüğümde nasıl tanıdığım benim için muamma. Peşlerine neden takıldığım da öyle. Saatlerce yürümüş yorulmuştum. Londra çok büyük ve yabancıydı. Tanıdık birini bulma duygusu beni ele geçirmişti sanırım. 

Mesafemi koruyarak seyirttim arkalarından. Jacobson, kadına hararetli hararetli bir şeyler anlatıyordu. Işıklarda durduk. Aramızda birkaç kişi vardı. İçimdeki şüphe kırıntısını gidermek için Google’a ‘Howard Jacobson’ yazdım. İmajlara tıkladım. Evet, doğru adamı takip ediyordum. Yalnız bir sorun vardı. Kafamı telefondan kaldırıp soluma doğru göz attığımda peşine düştüğüm ikiliyi göremedim. Yerlerinde yeller esiyordu. 

Yayalar için halen kırmızı yanıyordu. Sağa sola, ardıma baktım, bulamadım. Takip edildiklerini anlamış da beni ekmişler miydi? Canım sıkıldı. Hem acemiliğimden hem de Londra’da tanıdığım tek kişiyi kaybetmiş olmaktan. Nihayet yeşil yandığında karşıya geçtim. Yürümeye devam ettim. 

Bu bir işaretti belki de. Jacobson’ın Booker ödüllü kitabı ‘Finkler Question’ı işte bu yüzden aldım.  

ilk burdurlu

A. ile bir kafeden çıkmıştık ki, aceleyle dönüp bir şey unuttum mu diye masanın üzerine bir daha baktım. Unutmamışım. O sırada yanımızda bir...