günlerin köpüğü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
günlerin köpüğü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

trafikte bir şövalye

Bugün A. ile birlikte trafik ışıklarında beklerken yolun karşısında tuhaf bir bisikletli adamı fark ettik. Tuhaftı, çünkü yüzünün tümü camla kaplıydı. Kaskla güneş gözlüğü arası bir ‘şey’. Işığı kırıyor, yansıtıyor. Üzerinde renklerin oynaştığı bir cam. Ama ne?

Saniyeler sonra yan yana geçerken kendimi tutamayıp adama baktım. O da bana baktı. Gün ortasında, demir maskeli adamla, atının üstünde bir şövalyeyle karşılaşmak gibi bir his. Benim yüzümde ne de olsa bir ufak şaşkınlık ifadesi vardı; adam bunu herhalde görmüştür. Ben onun ifadesini göremedim. Dedim ya, cam… Arabalara çekilen bantlar gibi, koyu bir engel. Ürpertici, tedirgin edici.


A. da daha önce böyle bir maske görmemiş. Ya da böyle bir gözlük… Ya da her ikisi birden. Düşündük: Pandemiye özel mi acaba? Bir tür kask olabilir mi? Ben biraz uçtum: Robocop’unki gibi bir donanım bu, camın gerisinde bir ekran vardır kesin. Adam biraz önce belki beni bir hedefe oturtmuştu. Sonra da ateş etmeye üşenmişti belki. Neyse ki… 


Bu soruları sormak için bir sene gecikmişim. 


İnternette “tüm yüz gözlük” “ayna” vs. gibi anahtar sözcüklerle arayınca buldum. Bu bir güneş gözlüğü. Fonksiyonu, eh işte, güneşten korumak. Sadece gözleri değil bütün yüzü koruyor. Bulduğum ürünler bir sene önce piyasaya çıkmıştı. Belki evveli de vardır. 


Kafamda kurduğum gibi çıkmadı ama. Hayal kırıklığı…


Bir şövalyeyle karşılaşmak gibi değil. Gizemli değil. Beleşten tedirgin ediyor. 


İnsanları saklıyor.


insan kendini özler mi?

  

Gri, soğuk kış günü… Dino Bey bisikletle okul yolundayken, durup dururken şunu sordu:


“Baba, insan kendini özler mi?”


“Özler herhalde” dedim. “Sen kendini mi özlüyorsun?”


Evet, öyleymiş. Tatilleri, güneşleri, kuzenleri, seyahatleri özlüyormuş ama esas o anlardaki, o insanlarlaykenki kendini özlüyormuş. 


Düşündüm. Haklı. Hele soğuk ve griyken…


Biraz daha düşündüm. Nostalji de bu değil mi aslında? En basit ve yalın haliyle…


Resim Amerikan ressam Edward Henry Potthast'ın. Summer Day, Brighton Beach. 

belki başka bir hayatta

 A. ile yürürken, yanımızdan biz yaşlarda bir kadın geçti, bisikletiyle. İnsanların bazen gözleri karşılaşır ve bir süre karşılaştıkları yerde kalır. Öyle oldu.


Bize baktı kadın ama daha çok A’ya. Baktı ve sıcacık gülümsedi. Biz de ona gülümsedik. Yollarımıza gittik. Dönüp A.’ya baktım ben de; gülümsüyordu halen. “Arkadaşın mı” diye sordum; ben kadını tanımıyordum çünkü. “Yoo” dedi A, halinden memnun. “O kadar içten güldü ki arkadaşın zannettim” dedim. “Evet, çok içtendi, değil mi? Tanışsaydık, iyi arkadaş olurmuşuz gibi.”


Belki de başka bir hayatta, paralel evrende arkadaştık. Kahvelerimizi içmiş, ayrılmıştık. Belki bir sıcak gülüş, evrenden evrene hiç silinmeden dolaşıp duruyordu.


Resim, Chagall'in. La Vie, 1964.

leoparın evinde

Dino Bey’in havuzundan ‘önlemleri sıkılaştırdık’ maili geldi. “Kapıda QR kodu bir de kimlik soracağız, personelimize ne olur zorluk çıkarmayın, kuralı biz koymadık ama uygulamak zorundayız.”

Bu notu yazmak zorunda hissediyorlar. Çünkü illa kızıp köpüren, hatta hakaret eden birileri çıkıyor. Çünkü asabı bozulmuş birçok insan, asap bozmayı görev sayıyor.


Sıra olur diye, havuza biraz erken gittik bu defa. Ağırkanlı Hollandalılar, bürokrasi işi oldu mu insanı canından bezdirir. Kimse gelmemişti. 


QR kodumuza bakmak için birisi girişte belirdi. Olabilecek en tatlı eleman; altmış yaşlarında, dünyanın en güler yüzlü adamı… Çıkışmak da kızmak da mümkün değil. Kimliğimize bakmak yerine doğrudan doğum tarihimizi sordu. “Bu taktiği geliştirdim, afallayan olursa içeri almam” deyip güldü. Henüz afallayan olmamış. Olursa ne yapacağı konusunda bir fikri var mıydı acaba? Gözlerinin içi o kadar gülüyordu ki anlayamadım.


“Kuyruk olur diye erken geldik” dedim. “Burada olmadı ama geçen Arnhem’de maçta sağlam bir kuyruğa girdim” diye cevap verdi. 


Arnhem’de bildiğim Vitesse kulübü var. “Ajax taraftarı mısınız Vitesse taraftarı mı” diye sordum.


“İkisi de değil. Feyenoord’luyum ben.” Gülüverdi yine. “Gururlu bir Rotterdamlıyım.” Biraz durup düşündü, arayıp buldu: “Leoparın evinde bir antilop.” Tanımından da memnun ve gururluydu.


“An Englishman in New York” diye ekledim. “Bak o da olur” deyip güldü yine.


Selamlaşıp ayrıldık. Yeni gelen gruba yöneldi neşeyle. O gün kimsenin ona zorluk çıkardığını, hiddetlendiğini sanmıyorum. Hem sıkıntı çıksa bile leoparın evinde yaşamaya alışmış bir antilopa kim ne yapabilir? 


Fotoğraf: Feyenoord'un stadı 'de Kuip'in ışık kulesi...

aynı kırlangıç

Yazdan kalan:

Her gün bir kırlangıç giriyor içeri. Aynı kırlangıç mı? Öyle olduğunu hayal ediyorum. Hem olmasa da ne çıkar? İnsan sevdiklerini hep birbirine benzetir. Gönülden gönüle yol gizlidir. 

Resim, Utagawa Hiroshige

dergi yapıyorum

Dino Bey’i sekiz on A4 kağıdı üstüste koymuş birbirine yapıştırırken buldum. Hepsinin üstüne resimler çizmiş, boyamış, bir şeyler yazar gibi yapmış. 

Ne yapıyorsun, diye sorunca, omuz silkti, en normal cevap zaten buymuş gibi sakince, dergi yapıyorum, dedi. 


Gurur böyle bir şeymiş…


*

Resim Renoir'ın.

bildiğim bir canavar


Bir kutu daha getirip, dikkatlice diğerlerinin yanına koydu. Oflaya puflaya şezlonguna oturdu, hepsinin de üstünde kocaman harflerle XL yazan kutulardan birini önüne çekti, belli bir şey arıyormuş gibi içini karıştırmaya başladı.


Artık kutuda ne varsa şıngır şıngır sesleri kulağıma kadar geldi. Hazine sandığı mı? Gümüş zincirler, şamdanlar, elmaslar, çil çil altın paralar… Korsan filmlerinde gördüğümüz, belalı yerlere gömülü o sandıkların içindeki türlü ıvır zıvır… Neticede Karayiplerden bu kadın, neden olmasın?


Tık diye kaldırdı kafasını. Onu düşündüğümü anladı sanırım. Var böyle bir becerisi. Her defasında yakalıyor beni. 


Neyse, güldü geçti bu defa, el salladı: “Var mı biran?”


“Yok” dedim. “Kahve içiyorum.” Termosumu hafifçe kaldırdım, görsün diye. 


Yüzünü ekşitti. “Eh, o da olur, getir.” 


Bu defa ben güldüm. Olur tabii. Mis gibi kahve. Banktan hevesle kalktım. Nelerle uğraştığını merak ediyordum. Bugün eline ne geçmişti kimbilir. Kestane Meydanı’nın ortasına, kutuları ve şezlonguyla kurduğu derme çatma sergisine yirmi adımda ulaştım.  


Şezlongun yanındaki kupasına uzandı, içine hiç bakmadan dibinde kalanları göğümüzü kaplayan dev kestanenin toprağına savurdu. Şaraptı galiba. 


“Dök” diye neşeyle emretti. Havası hep böyle zaten, buyurgan ve keyifli. Garip bir karışım. Termosumdan onun kupasına kalan kahveyi döktüm. 


Kutunun kapağını kapatmıştı arada. Beni merakta bırakmak istiyor gibiydi. Kutuya baktığımı görünce, kıs kıs güldü. Gibisi fazla, düpedüz biliyordu. Gülerken yaşlı yüzü daha da kırıştı, sanki birdenbire bin yaşına ulaştı. Belki zaten bin yaşındaydı.


Soracak oldum, şşşt deyip susturdu. “Sorma, tahmin et”.


İlk aklıma geleni söyledim. “Hazine sandığı.” 

“Bendeki her şey hazine sandığı zaten. Başka bir şey söyle.”


Haklıydı bir bakıma. Nerelerden bulup getirdiğine akıl sır erdiremediğim öteberinin tümü aslında birileri için hazine değerindeydi. En azından bir süreliğine öyle olmuştu. 


Düşündüm… “Vazo, bardak, cam şeyler.” Kristal bardak demek istiyordum ama o da söylemek için fazla komik gelmişti.

“Peehhh” diye elini salladı. Güldü yine. “Renkli bunlar” dedi. “Yaramaz bunlar.”


Yaramazlar, renkliler, şıngır şıngır sesliler… 


“Bilirsen sana da vereceğim, bir hakkın var ama” deyip hafifçe tekmeledi kutuyu.


Sesi bu defa apaçık duydum. Birbirine çarpan, küçük küçük… Sanki çok uzaklardan, çok geçmişten, eski bahçelerden, avlulardan, sokaklardan kopup gelen tanıdık bir uğultu. Belki oralarda halen esen bir rüzgâr… Bildiğim bir canavar. 


“Bir dakika” dedim. “Bu büyükler için değil, di mi?”


Güldü. Yine bin yaşında. Ama kısık gözlerinde hâlâ çok eski, çok yaramaz, çok çocuk bir ışıltı dolaşıyor. 


“Aferin, fena değilsin, hak ettin.”  


İşin dramasını arttıracak ya, kahvesinden ağır ağır bir yudum aldı. Sonra kutuyu bana doğru çevirdi, kapağı hızla kaldırdı. 


O eski, o tanıdık uğultu birden tüm meydanı doldurdu, kestane ağaçlarının üstüne yükseldi, uzaklaştı. Niyeyse gözlerimi kapadım. Birazcık da korkuyla rüzgârı dinledim. Neden korktuğumu bilemiyordum ama iyi bir histi bu. Çocukların heyecanlı korkusu.


Gözlerimi açtım. Gördüm. Renk... Renk, sesten sonra geldi ama hiçbir yere gitmedi. 


Bir hazine sandığı ancak bunca hazineyle dolardı. O rüzgârın içinden çıkıp gelmiş, bildiğim tüm eski çocuklarla beraber sandığa baktık da baktık.


Gözlerimiz kamaştı.  



*

PS: Resim, Jules René Hervé (1960).

parkta bir korsan


Dev vincin kolu iniyor kalkıyor, iniyor kalkıyor. Oturmuş, hipnotize olmuş gibi onu seyrediyorum. Küçük park bu saatte sessiz; biraz ötede, güneşin azıcık değdiği bir banktaki genç bir anne, çocuğunu arabasında uyutmuş, elinde bir karton bardak (kahve içiyor olmalı) on beş dakikalık bir huzur aralığı yakalamış, kitabını okuyor. Arada bir arkamdan, parkı bir uçtan bir uca yürüyüp yürüyüp dönen iki adamın hararetli sohbetini işitiyorum. İş konuşuyorlar. Kanalın öbür tarafındaki inşaatla ve dev vinçle benden başka ilgilenen yok. Ulusumu başarıyla temsil ediyorum. Parkta bile milli mesaideyim.
 

İnşaatlar bizi neden büyülüyor, hiç bilmiyorum. Hep inşa halinde bir toplum olduğumuz için mi? Kendimizi hep eksik mi hissediyoruz? Hiç tamamlanmıyor muyuz? 


Düşüncelerimin akışını sağımdaki banka oturan adam bozuyor. Yan yan bana baktığını hissediyorum. Ben de dönüp ona bakıyorum. Hayır, o da inşaatı seyrediyor. Yoksa o da? Mümkün değil; artık beyaza kesmiş bir zamanlar sarı saçları, uzun suratı, daha da uzun kolları ve bacaklarıyla fazla buralı bir adam. Yüzünde kara bir maske var. Parkta oturuyoruz işte, hepi topu beş kişiyiz. Niye takmış ki? Bir yandan -nedense- maskenin ona yakıştığını düşünüyorum. Profilini belirginleştirmiş. 


Birden bana dönüyor adam. Gafil avlıyor beni, bakışımı kaçıramıyorum. Gözlerindeki memnuniyetsiz bakışla, maskenin üzerindeki korsan bayrağı kuru kafasını aynı anda görüyorum. 


“Neden maske takmıyorsun?” diye soruyor. Sesinde de aynı memnuniyetsiz ifade. Beklediğimden daha yaşlı bir adam, altmışını geçmiş olmalı. Ama olduğundan da yaşlı, çok eski zamanlarda yaşamış insanlara benziyor. Kuru kafalı maskeyi, hayalimde bir bandana yapıp kafasına yerleştiriyorum. Eski bir korsan mı acaba?  


Adama bir cevap veresim gelmiyor. Ellerimi iki yana açıyorum, gözlerimle bir parkta oturduğumuzu söylemeye çalışıyorum. Ne kadar söylenebilirse artık… 


Omuz silkiyor. İkimiz de önümüze bakıyoruz. Vincin kolu çok çok ağır, dikkatle aşağı iniyor. Biz de onu aynı dikkatle izliyoruz.


Vinci izlerken adamın üslupsuzluğuna canımın sıkılmadığını fark ediyorum. Genelde tersi olur. Bu adam niye canımı sıkmadı? Eski zamanlardan, eski denizlerden gelen bir korsan olduğu için mi? 


Bu defa ben dönüyorum adama. “Siz niye maske takıyorsunuz” diye soruyorum. “Açık havadayız.” Aramızda böyle teklifsiz bir ilişki var.

Cevap vermiyor. Duymamış gibi vinci izlemeye devam ediyor. Bir ufacık ayrıntıyı kaçırması hayati bir hataya mal olacakmış gibi… Eğri büğrü bildiğim dilde, yanlış bir kelime mi kullandım acaba? Amaaan, önemsemiyorum, cevap gelmeyince adamla ilgimi kesiyorum. 


Öteden bir bebek ağlaması yükseliyor. Genç annenin huzurlu on beş dakikası bitti. Kahvesinden sağlam bir yudum alıyor. Eh, bu da bir tür hazırlık. Arkama dönüp bakıyorum, iş konuşan adamlar gitmiş. Onların yerinde karşılıklı ötüşen kuşlar… Bir ihtimal, kuşa dönmüştür adamlar. Hayatta hayallere de yer lazım. 


Birden yanımdaki adamın sesiyle irkiliyorum.


“Ben artık maskeyi çıkaramıyorum.” 


Cevap, yüzlerce yıl öncesinden gelmiş gibi ağır, ağdalı. 


Sonra bir daha, usul usul, kendisiyle konuşur gibi tekrarlıyor: “Çıkaramıyorum bu maskeyi artık.”


Adama bakmaya cesaret edemiyorum. Bakarsam aramızdaki bir anlaşmayı bozacakmışım gibi geliyor. Dönüp inşaata bakıyorum. 


Vincin kolu yavaş yavaş yukarı çıkıyor. Elimle cebimdeki maskeyi yokluyorum.


Biz niye hep böyle eksiğiz sahi?



Resim Edward Hopper'ın (1960)

beyaz limuzin

Gece… Bomboş, geniş bulvarda yürürken, yanımdan beyaz bir limuzin geçti. Ağır çekimde, bir ağırlığı yokmuş gibi. Tekinsiz. O kadar sessizdi ki, sanki ayın yüzünde bir başımızaydık. Sürreal bir an. Sevdiğim bir an. Limuzinin kapkara camlarına baktım. Camların ardından bana bakan var mıydı? 

Elimi cebime götürdüm. Gayrıihtiyari. Karanlık gecede silaha davranırcasına, telefonumu aradım. Buldum. Bir fotoğraf çekecektim. Belgelersem bu an gerçek olacaktı. Benim olacaktı.


Vazgeçtim. “Ne yapıyorum ben” diye düşündüm. Neden illa kendime bir kanıt üretmeye çalışıyorum? Neden bir şeyin fotoğrafını çekmezsem gerçek sayılmazmış gibi geliyor? Ne ara kapıldım bu fikre de, ıssız bulvarda, kayıp giden bir limuzinin arkasından bile elimi cebime atıyorum. 


Hayattaki bir minik karşılaşma. Önemsiz ama kendi içinde görkemli bir an. Unutur giderdim. Yaşanmış kalırdı.


Şimdi bunu yazdım. Yine yaşanmış kalacak. Fotoğrafsız da. 



* Resim, Edward Hopper’dan bir ‘gece’si (1921). 

duvarlar arasında

Caddelerde, bulvarlarda dolaşıyorum. Geceleri sessiz, kimsesiz artık.  

Geçen aya kadar, sokaklar virüsü umursamıyor görünen genç insanlarla doluydu. Sarılıyor, kucaklaşıyor, hayatlarına devam ediyorlardı. Ayrıcalıklı bir sınıf gibilerdi. Virüsün ve diğer insanların üzerinde, sağlıklı, dokunulmaz bir sınıf. 


Derken barların, restoranların en geç onda kapanmasına karar verildi. İlk hafta sonu, kendilerini kapı önlerinde, ne yapacaklarını bilmeden bulanlar oldu. Öbek öbek toplandılar, karar vermeye çalıştılar. The night was young. Evlere dağıldılar. Belki birbirlerinin evlerine de. 


Şimdi her yer kapalı. İki haftadır. İlk günlerde açık pencerelerden sigara dumanlarıyla beraber neşeli, sarhoş şarkılar sızardı. Artık o da yok. 


Perdeler çekildi. Her sınıftan insanlar; genç ve yaşlı, sağlıklı ve sağlıksız, gamlı ve gamsız, herkes duvarların arasında. 


Sokaklar boş. Evler dolu. Gece uzun. 



PS: Resim, ağır zamanın ustası David Hopper'ın. 


zorba balkonda



Yürürken kafamı kaldırdım. Koca Amsterdam’ın en Akdeniz apartmanı. “Al, zaten bunu sen hak ediyorsun” diye güneş üstüne yağmış binanın. En ışıklı balkondan bir el sarkıyor. Esmer bir el. Cemal Süreya’nın zurnanın ucunda yeni bir Çingene bulması gibi takip ettim elin bitiştiği yeri. Zorba… Bildiğin Zorba. Kemiklerini ısıta ısıta, güle oynaya, gerçek vatanını bulmuş gibi uyukluyor. 

defter


Çok hızlı bitti bu defter. Kalem de. Uzun yürüyüşlerle birlikte. İçine yazdıklarımdan memnunum. 

keşke iki küçük köpek olsaydım


Amsterdam'da işlek bir cadde. Şehrin güzel sineması Kriterion'un hemen üstünde bir apartman dairesi. Kafamı kaldırınca, koca bez pankartı gördüm. Zaten görmemek mümkün değildi. 

"Pencerenin önünde öyle çok sıkılıyorum ki... Keşke birbiriyle oynayabilen iki küçük köpek olsaydım." 

Eve hayat sığdırmak çok zor ama bu pankarta ne çok hikâye sığar. 

kanat alıştırmaları

Okulların önünde küçük kuyruklar var. Anneler babalar, elleri çocuklarının elinde öğretmenlerin kapıyı açmasını bekliyor. Az konuşuluyor. Her zamanki cıvıltı yok. Bir iki kıvılcım şimdilik. 
Esnaf habire temizliyor dükkânını. Kapının önüne çıkıyor, tekrar içeri giriyor, yapacak bir iş arıyor kendine. Kafe-restoran sahipleri, kahve vermek için kurdukları minik tezgâhların ardına geçmiş eski kalabalıkları düşünüyor. Özlemle. 

Sokaklarda parklarda, bir göz karşıdan gelende, tedirginlikle ama hak etmişlerin, sabretmişlerin gururuyla yürüyor insanlar. 


İki tanıdık karşılaşınca bir başka tuhaflık… Eller kollar nereye konacak? Bir şaşkınlık. Çok sevilen, özlenen biri evet karşıdaki ama ne yapmalı? Bir iki saniyelik bocalama… Öpüşürken kafaları aynı tarafa eğip çarpışırkenki gibi bir sersemlik… Bir buçuk metre kendini dayatıyor. Hayatlar artık hep bir buçuk metre. 

Trafik ışıklarında, sokak köşelerinde kafalar ayrı karışıyor. Nerede beklenecek, kim nerede duracak, geçiş üstünlüğü kimde? Yaşlılarda mı gençlerde mi çocuklularda mı? Yeni sorular. 

Üzerinde çalışıyoruz bunların. 

Kendimizi geliştiriyoruz. 

Toplum olmayı, beraber yaşamayı hiç bilmemiş gibi acemiyiz. Öğrenmeye çalışıyoruz. Tedirginiz ama sabırsızız da. Aksın hayat, çağlayıp gitsin istiyoruz. Ritmini bulsun. 

Binlerce yıl yaşayıp buraya gelmek ne garip. Şimdi kanatlarımızı alıştırıyoruz tekrar uçmaya. 

burdur soğuğu


Dikkat, askerlik anısı içerir


Acemi birliğim Burdur’daydı. Aralık ayını orada geçirdim. Soğuktu, çok soğuktu da o ay içinde bir dört gün var ki soğukları bana yeniden tarif etmişti. 


Kurban Bayramı, o sene Aralık’taydı. İki hafta askerlik yaptıktan sonra, “Tamam, dört gün tatilsiniz” dediler. Bunalmıştık, yorulmuştuk, sevindik. Hem komutanlar da tatile çıkacak, evlerine gideceklerdi. Serbest kalacaktık. 


Gerçekten de serbest kaldık. Ama hesaplayamadığımız bir şey vardı. Yapacak hiçbir şey kalmamıştı. Sabah altıda yatakhaneden çıkıyor, akşam altıda dönüyorduk. Yemekhane harici, içeriye girmemiz yasaktı. O kadar soğuktu ki… Dört gün boyunca, yemek saati gelsin de ısınalım diye bekleyerek, kışlada dört döndük. Konuştuk, sustuk, sıkıldık, sonra hep sustuk, bekledik. Üşümekle ve ısınmakla uğraştık. 


Bugün şehirde dolaşırken o hisse kapıldım. Yapacak hiçbir şey yok. Girmek isteyeceğim yerler kapalı (Berberlerle alışveriş mekânları açık ama durup dururken de girilmez ki onlara). Hava da epey soğuktu. Amsterdam bugün, Burdur’u hatırlattı bana. 


Yine de saatlerce yürümek iyi geldi. 


Askerli resim Chagall'in.

eli sopalı kadınlar


Dino ve Aslıhan’la akşama doğru yürüyüşe çıkarken görüyoruz onları. Her defasında parktan yeni çıkmış oluyorlar. Sokağın köşesinde vedalaşıp evlerine gidiyorlar. 


Altmışlarında iki kadın. Güleryüzlü, şen şakraklar. Rutinlerine sadıklar. 


Ellerinde birer sopa var. Baston değil, şemsiye değil, sopa. Ucuna çiçekler iliştirmişler sopaların. 


İlkin anlam verememiştik, üzerinde durmamıştık. Zaten tedirgin tedirgin yürümekten, diğer insanlarla aramıza mesafe koymaya çalışmaktan başka bir şey düşünemiyorduk. Bir tek Dino Bey kendi havasında; scooter’la bütün parkı harmanlıyor; bir şey düşündüğü yok. .


Onları ikinci defa gördüğümüzde jeton düştü. Sopalar bir buçuk metre!


Nasıl yani? Yaklaşanı sopayla mı dürtüklüyorlar? Ama ‘niyetimiz de kötü değil’ dercesine mi iliştirmişler çiçekleri? Aklımıza başka bir şey gelmedi. 


İş üzerinde de göremedik ki, ne acayip huylar gelişti, diyeyim. 


Ama iz üstündeyiz. 


PS: Resim, Henri Matisse'in 'kesik'leri.

pencere önü muharebeleri


İnsanlar sokaklardan çekilince martılar geldi. Öyle efendi efendi de gelmediler. Etrafta çete olarak dolaşıyorlar. 

Pencerenin önünden martıların güvercinleri kovalamasını izliyorum. Birisi bir ağaç dibine, çöpün kenarına ekmek mi bıraktı, cümbüş başlıyor. İlginçtir, martılar yarım dakika avans veriyor güvercinlere, onlar ekmekleri eşelerken, yıldırım gibi iniyorlar. 

İstanbul’daki pencerelerin önünden de bilgiler tarafımıza ulaştı. Martılar bu ara orada da zalimmiş. Doğa bu sonuçta. Öyle suda zıplayan yunuslar gibi davranmıyor her zaman. 

Martıların ilacı kargalar. Onlar çok güzel başa çıkıyor martılarla. Hiç de tınmıyorlar. Taktikleri var, strateji geliştiriyorlar. Sonuçta hep kazançlı çıkıyorlar. Oynuyorlar.

Moda’da iki karganın bir martıyı kovaladığını görmüştüm. Ama yerde. Uçmadan. “Uçmak yok” diye kural mı koymuşlardı artık, bilmiyorum ama o koca gövdeli martı hımbıl hımbıl kaçıyordu.

Yine başladı işte. Güvercinler eşeleniyor. “Alın gidin kardeşim ekmeği, niye oyalanıyorsuz” diyeceğim ama içeride biraz fazla kaldığım aklıma geliyor. 

Görsel, Tom Kristensen'in eseri

kaygusuz abdal menem, fartu furtu bilmenem

Bugünlerde sanki jilet kıtlığı varmış gibi sakalını koyverenler var. 

Biri de benim. Uzadıkça uzadı sakal. Belki de daha önce olmadığı kadar (ikinci defa da olabilir, hatırlamıyorum, geçmiş gün). Hoşuma da gidiyor.

Son günlerde aklımda Kaygusuz Abdal’ın sesi. Sakal uzadıkça, bu sese karşı savaşıyorum. Fakat ne deyiş bu… Ne söyleyiş… İnsanın dans edesi geliyor. 

kaygusuz abdal menem
fartu furtu bilmenem
bir tüyünü koymanam
bu sakalı kırkarım

PS: Kim kimdir, kim nasıl görünürdü bilmem ama Kaygusuz’u webde arayınca hep sakallı bir dede geliyor, bir de bu gördüğünüz çizim. Bu daha uygun sanki. 

bir gün belki hayattan

Instagram’da TBT var hani, throwback thursday. Eski fotoğrafları paylaşmanın bahanesi. 

Bu aralar daha da arttı TBT’ler, malum, çoğumuz evde. 

Ben de burada TBT kabilinden bir anımı paylaşmak istiyorum. ‘Günlerin Köpüğü’ diyerek; dışarıda, sokakta, şehirlerde başıma gelenleri, rastladığım insanları, hele de biraz tuhaflarsa, esrarlılarsa yazmayı severim. 

Pencere önü çiçeği gibi kalınca, kaynak da kurudu tabii. 

Bu yüzden eskilerden bir anı şimdi. Bir sosyal mesafe ya da mesafelenememe anısı. 

Yine de esrarlı bir yanı var. 

Esrarlı çünkü bu anı benim mi başkasının mı tam çıkaramıyorum. Bir filmde mi görmüştüm yoksa… 

Bazen oluyor böyle.

Benim olmalı, çünkü her ayrıntıyı tek tek hatırlıyorum. İstanbul’daki en eski evimin yakınındaki parktı. Bağlarbaşı’nda. Geceydi. Belki gece yarısından da sonra. 

Telefon kulübesi önünde kuyruktaydım. Demek eve daha telefon bağlatmamıştık. Yağmur yağıyordu. Çok değil ama. Usul usul. Kuyruk bir türlü kısalmıyordu. Herkesin söyleyecek ne çok sözü vardı. 

Ve kimsenin, tek bir kimsenin bile cep telefonu yoktu. Sene 1997. Sanki asırlar evveldi. Bir yandan da değilmiş gibi. 

Bunları hatırlıyorum ama zihnimde bir sıraya sokamıyorum. Bu parkta çok vakit geçirdim, çok hatıram var. En genç, en toy günlerim… Bu anı sanki o günlere ait değil. Tam oturmuyor. Belki üzerinden çok zaman geçtiğinden.

Neyse, önümdeki ben yaşlardaki delikanlı çok sinirliydi. Telefonda oyalananlara laf sokuyordu sürekli. Ama kimsenin onu salladığı yoktu. Göz korkutucu tiplerden değildi. 

Yarım saat beklemişizdir yağmur altında. O yarım saati hatırlıyorum, evet. Ama yine de, oturmuyor işte.

Sıra önümdeki çocuğa geldi. Evet, o şimdi bir çocuk. Yaşıttık o zamanlar. Bir hatıra oldu bugün. Ben ondan yirmi yaş büyük bir adamım artık. O hâlâ telefon sırasında. 

Konuştu, ağladı, konuştu, ağladı… Kavga ediyordu telefonda. Sevgilisiyle. Yağmur yağıyordu. 

Evet, oradaymışım gibi. Değil mi?

Bağırdı en son. Haykırdı demek daha doğru belki. Şöyle her anlama gelebilecek bir söz öbeği. Küfür, acı, utanç, özür, umut… Hepsinden biraz vardı. Ama benim ve sıradaki diğer herkesin kulağına sadece haykırış olarak geldi. 

Sevgilisi telefonu bizimkinin yüzüne kapatmıştı. 

Kalakaldı delikanlı. Ahize elinden sarktı. Bir sigara yaktı. Hiç acele etmeden. 

Zor bir andı, tamam ama yağmur da vardı. Anlayın. Biz sıradakiler tam hareketleniyorken, bizimki aldı ahizeyi güm diye almacın üstüne çaktı. 

Ahize düştü. Aşağıda bir sağa bir sola sallandı. Bu, aldı onu yine güm diye yerine çaktı.

Ehh, diye homurdandık biz. Bokunu çıkarma yani.

“Hoop” diye bir ses geldi geriden. “Yavaşş ulan.” Sabrı taşıyordu  kuyruğun.

Ben iki adım attım öne. “Hadi birader hadi…”

Bakın, ben diyorum, o kadar benim başıma geldi.

Çocuk bana baktı. Belli, canı yanıyordu. “Kırılmadı siktiğimin ahizesi” dedi, sanki ahize suçluymuş gibi. Dedim, boş ver. “Boş ver abi.”

Boynunu büktü bu. Ağlayacak dedim, şimdi ağlayacak. 

Ağlamadı. Onun yerine hiç beklemediğim bir şey yaptı. Ahizeyi yine eline aldı. Şöyle genizden harrrrrrrkk diye bir ses çıkardı. Tükürdü ahizeye. Balgamlı balgamlı. Sonra yine vurdu talihsiz ahizeyi telefon kutusuna. Yine düştü ahize. 

Kablodan aşağıya tükürük damlıyordu. 

Çekti gitti delikanlı. Hiç kimse de bir şey yapmadı. Yandaki telefonun sırasına girdik. Aramızda bile konuşmadık. Üzülmüştük ama iğrenmiştik de. 

Bu iki duygu bir araya geldiğinde ne yapacağını bilemiyor insan. Biz de önümüze baktık. 

Hâlâ yağmur yağıyordu. 

*
İşte bu kadar. Eski günlerin köpüğü…

Halen emin değilim. Bu benim anım mı? Yoksa birisi bana anlattı da yıllar sonra bunu kendime mi yazdım? Oluyor bazen. Benzer tuhaflıklarla karşılaştım da. Benden çalınan anılar da var. Yadırgamıyorum. 

Bilmem siz yadırgar mısınız? Sizin de başınıza geliyor mu yoksa?


Sanki bu ev günleri uzadıkça, dev kedilere dönüşmüş bizler, odalar arasında miskin miskin dolaştıkça, daha çok şey birbirine karışacakmış gibi geliyor bana. 

Resim: Tahtabaskı. Nishinomiya Yosaku Hasegawa.


eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...