hariçten gazel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hariçten gazel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

avrupa'da bir hayalet dolaşıyor



Yerinden edilen heykellerinki kadar dramatik az fotoğraf vardır. Gerçekle gerçeküstünün zaman ötesi bir karışımı... İşte, Karl Marx’ın Berlin’deki heykeli de kaldırılıyor. Yanıbaşındaki yoldaşı Friedrich Engels çoktan gitmiş, “sakallı” tek başına. Yolun sonunda bir süreliğine zaman öldüreceği geniş bir hangar var muhtemelen. Ama geri dönecekler...

Bu gezintinin sebebi Marx-Engels anıtının yakınlarındaki metro inşaatı. Aşağıda da, ikilinin internetten bulduğum anıtsal fotoğrafları var.




bu makale bir basın bültenidir





Akıllı insanın hali başka. Herkes sıkılabilir, herkes ileri geri konuşabilir; birileri fazlasını da yapıyor. Kafasını medyadaki kalitesizliğe takan İngiliz komedyen Tom Scott, gazeteler için korsan etiketler hazırlayıp, bunları Londra metrosunda dağıtılan bedava gazetelerin üzerine bastı.

Tom Scott’un (ve hemen herkesin) derdini uzun uzun anlatmaya gerek yok; sadece etiketlerde yazanlardan bazılarını çevirip buraya alıyorum. Buyurun:

Bu makale Wikipedia’daki kaynağı gösterilmemiş, doğrulanmamış bilgiler kullanılarak yazılmıştır.

Kişiyle ilerideki röportajları garanti altına almak için, önemli sorular sorulmamıştır.

Bu makale esasen bir basın bültenidir, sadece kopyalanıp yapıştırılmıştır.

Bu makaledeki araştırma, istatistik ve denklemlerin sponsorluğu bir PR şirketi tarafından üstlenilmiştir.

Gazeteci yazdığı konuyu anlamamıştır.

Bu makaledeki tıbbi iddialar diğer bilimsel araştırmalarla doğrulatılmamıştır.

Gazeteci kendi fikirlerini “bazılarının iddiasına göre” gibi kalıplarla gizlemektedir.

Teslim tarihine yetiştirmek için, bu makale başka bir haber kaynağından apartılmıştır.

Etiketlerin PDF'ine buradan ulaşabilirsiniz.

felaketseverlik








Felaket fotoğraflarını neden bu kadar seviyoruz? En basit açıklama en doğrusu sanırım: katharsis. Az gelişmiş ülke felaketlerinde fazladan suçluluk da duyuyoruz, ama misal Los Angeles yanarken kılımız kıpırdamıyor; sadece bakıp geçiyoruz fotoğraflara ve “iklim değişikliği ne fena” diyoruz.

Yetkililere göre, Pakistan’ı geçen hafta vuran selden 20 milyon kişi etkilendi. 1600’ü aşkın kişi öldü, yaklaşık 70 bin kilometrekare tarım alanı kullanılamaz hale geldi. Fotoğraflar Boston Globe'dan.

time afganları terk ederse...


Yukarıda Time’ın bu haftaki kapağı duruyor. Her hafta dört ayrı edisyon (ABD, Avrupa, Asya ve Güney Pasifik) olarak çıkar Time ve ABD edisyonunun kapağı genellikle diğerlerinden farklıdır. Bu hafta dört bölgenin kapağında da aynı fotoğraf var: Akrabalarının evinden kaçan 18 yaşındaki Ayşe’nin fotoğrafı… Taliban bu “sadakatsizliği” kızın burnunu ve kulaklarını keserek cezalandırmış. Aryn Baker’in henüz tamamen okumadığım haberi, Afgan kadınları ve Taliban’ın dönüşü başlığı altında Ayşe’yi ve sanatçısından ev hanımına, ünlü ünsüz diğer Afgan kadınlarını anlatıyor.

Ama kapak lafının vurgusu başka yere gidiyor. Time dünyanın dört köşesine kapağından Afganistan’ı terk edersek ne olur – What happens if we leave Afghanistan diye sesleniyor. Siz de tahmin edersiniz, dergi editörleri, yayından önceki son safhada, bilgisayardan kendilerine bakan kapağın karşısında –bazen- saatlerce düşünerek ve –çoğu kez- birbileriyle kavga ederek kapağa ne yazacaklarını bulmaya çalışır. Bu burada da böyle, Pakistan’da da böyle, ABD’de böyle.

Ama biz –hem bizim dergiyi, Newsweek Türkiye’yi, hem de Türkiye’deki aklı başında diğer birçok yayın organını kast ederek söylüyorum– burada, kapak lafı belirlerken “biz” zamirini öyle kolay kullanmayız. Hele bütün dünyaya yayın yapıyor olsaydık, böyle şeyleri sanırım iki defa yutkunmadan gündeme bile getiremezdik. Ama Time kullanmış… ABD’nin Afganistan’da ne yaptığı, yaptığının işe yarayıp yaramadığı sorgulanırken, duygusal yükü yoğun bir fotoğrafı kullanarak “biz burada olmasak, görün bu garibanların başına neler gelir” diyor. Biz derken, kendini, bir haber dergisini, hem devletle hem de orduyla aynı kefeye koyuyor.

Çok da objektif bir hareket sayılmaz. Afganistan’dan geçtikleri haberleri bu gözle mi okuyalım yani? Time orada olmasaydı, neler olurdu acaba?

çok insan bir dev




26 Temmuz, Küba’da devrim kutlamalarının günü. Bu sene devrimin 51. yıl dönümüydü ve alışıldığı üzere en entelektüel geçinenleri dahil hemen her gazete yanlış olayı haber yaptı. Gazeteler, yılını (1959) tutturmakla beraber 26 Temmuz’u nedense Batista rejiminin yıkılışının sene-i devriyesi olarak biliyor, halbuki söz konusu günde Küba’da diktatörlük yıkılalı altı ayı çoktan geçmişti. Che Guevera’nın başını çektiği isyancı ordusunun adayı doğudan batıya harmanlayarak Havana’ya yaklaştığını gören Diktatör Fulgencio Batista, 1 Ocak 1959’da teslim bayrağını çekti ve çaresiz bir başka diktatörlüğe, Dominik Cumhuriyeti’ne kaçtı (isyanın lideri Fidel Castro Ruz o sırada doğudaydı.) 2 Ocak’ta da isyancılar Havana’ya girdi. Yeni yönetim bu yüzden her yılın ilk gününde diktatörlüğün yıkılışını kutlar. 26 Temmuz’un anılma sebebi ise bambaşkadır; 1953 yılının 26 Temmuz’unda adanın en doğu ucundaki Santiago’da Batista’ya karşı direniş başlamıştır ve ancak beş buçuk sene sonra nihai sonuç alınacaktır.

Bu Engin Ardıçvari girişten sonra (gerçi o olsaydı “ama bizim basındaki goygoycular bunu bilmezler” diye bağlardı ki evlerden uzak) esas mevzuya geleyim. Fidel Castro’nun devrim yıllarını anlattığı yeni bir kitap (isminin Stratejik Zafer olması bekleniyor) yazdığına ilişkin, son günlerde çıkan haberleri eşelerken, onun Küba’dan yayın yapan bir internet sitesinde uzun süredir bir köşe yazdığını okudum. Sitenin ismi Granma (kıtadaki isyancıları –Che dahil- Meksika’dan Küba’ya taşıyan yatın adıdır esasen), köşenin ismiyse Reflections of Fidel. Comandante’nin yazarlığını belki herkes biliyordur ama ben ancak fark ettim, belki benim gibilere hizmetim dokunur.

Ne yazıyor Castro? Valla ne yazmıyor ki… Ama uzun uzun yazıyor, makalelerinin sonu gelmiyor bir türlü. Başlıklar farklı olsa da temel olarak ABD’ye giydiriyor, sonra iklim değişikliği, açlık vs. dünya meselelerine giriyor, hatta dünya kupasına bile uzanıyor sonra dönüp yine kalaylıyor ABD’yi. Tarzı Çetin Altan’a yakın denilebilir. “Evrenin milyarlarca yıllık ömrü karşısında bizim ömrümüzün kıymeti ne ki” mealindeki bir girizgâhın ardından, “ama bak hâla nelerle uğraşıyoruz” diye hayıflanarak çıkıyor yazıdan. Şimdi kontrol ettim, Altan ‘27, Castro ‘26 doğumlu. Herhalde o yılların havası suyu farklıydı.



Neyse çok uzatmadan, dünya kupası ve iklim değişikliği üstüne Castro’dan serbest çeviri bir iki tadımlık alıntıyla ben de bağlayayım yazıyı:

“Bilgisayar hesapları sayesinde, Hollanda takımının Dünya Kupası’nda 36 yıldır hiç maç kaybetmediği biliniyor.

Hakem Brezilya’yı kupanın dışına itti. En azından Küba televizyonundaki müthiş yorumcunun ısrarla söylediği buydu.

Futbolseverlerin büyük çoğunluğu Uruguay’ın hangi kıtada olduğunu bile bilmez.

İki Avrupa ülkesi arasındaki final, futbolun tarihine en aykırı ve tarihin en donuk karşılaşması olacaktır.

İnsan türü karşılaştığı tüm tehlikelerden paçayı sıyırsa bile, daha büyük ve kaçınılmaz bir başka risk halen kapıda: İklim değişikliği.

Çağımızın en hayret verici yanı, emperyalist burjuva ideolojisi ile türlerin hayatta kalması arasındaki çelişki. Mesele artık, insanlar arası adalet meselesi değil -ki bu bugün mümkün ve bundan asla feragat edemeyiz-, esas mesele hayatta kalıp kalmayacağımızla ilgili.”

Ne demişti Can Yücel? Fidel çok insan bir dev…

boğalara özerklik







Katalanlar, la corrida'yı yani boğa güreşlerini yasakladı. Bu, kıta İspanyası'nda bir ilk (1991'de de Kanarya Adaları yasaklamış.) Özerk Katalan parlamentosundaki tarihi oylamanın şafağında, İspanyol gazeteleri gayet dramatik -ve sanatsal- manşet haberleriyle çıktı bugün.

Mevzu aslında hayvan hakları üzerine dönüyor ama Katalanlar İspanya'nın geri kalanıyla köprüleri ufak ufak atıyor gibi.

Arenayı pek seven Ernest Hemingway bu günleri görseydi üzülürdü. La corrida'dan hareketle yazdığı Death in The Afternoon'da, "sanatçının ölüm tehlikesi altında olduğu tek sanat boğa güreşidir" yazmışlığı vardır.

savaş soğuksa iyidir



Gazeteciler bazen dalga geçmek, eğlenmek istiyor. Geçenlerde “seksi kızıl” Anna Chapman’ın da dahil olduğu Rus ajanlar yakayı ele verince (ki bu hikâyenin inanılırlığı da tartışılır) Rusya dışında tüm dünya medyasında eğlence doruğa çıktı. İngiltere’de iş Chapman için “The Red In My Bed” manşeti atmaya kadar gitti. Bizdeyse “seksi fotoğrafları için tıklayınız”dan öteye geçilmedi. Allahtan artık Facebook diye bir müessese var, ajanlar bile fotoğraflarını paylaşıyor.

Biz böyle gırgıra dalmışken, ABD’dekiler pek gevşemedi, soğuk savaş parametrelerini yeniden yatırdılar masaya. Böylece bazı gazetecilerin eğlenmekten nefret ettiğini de hatırladık. Düşmüş rütbelerini cilalayan ciddi sorular akıllarında belirmişti bile. “Rusya’dan sevgilerle” diyen bu hanımkız ve aile babası saz arkadaşları, yaşadıkları taşra kasabalarında inceden inceye savaş pratiği mi yapıyordu? Rusya uzmanları hemen devreye girdi, ahkâm kesmeye başladı. Ama olmadı, olduramadılar. Çoktan geçmiş devirleri. Ne zamandır Türkiye medyasındaki bu tip hallenmeler üstüne bir şey yazayım diyordum, bu epey yoğun günümde, eski blog’tan şu eski post geldi aklıma. Mevzu iki günlük Gürcistan savaşı üstüne hezeyan, manzaraysa bugünden farksız. Kendini önemli biriymiş gibi göstermek de harbiden zahmetli iş... Üşenmezseniz aşağıya buyrun:




"Üniversitedeyken neredeyse bütün sınavlarda, cevaplara “Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra…” ilk cümlesiyle başlardık. Doksanlı yılların sonuna geliyorduk. Berlin Duvarı’nın yıkılmasının üzerinden henüz 10 yıl bile geçmemişti. Çin dünyayla bu kadar haşır neşir olmamıştı. İkiz Kuleler sapasağlam yerinde duruyordu. Türk politikacılarsa Adriyatik’ten taa Çin Seddi’ne kadar uzanan bir rüyanın pençesinde tatlı tatlı mırıldanıyordu.

Glasnost ve Perestroika… Sonrası malum hikâye. Soğuk Savaş’ın sona erdiği iyiden iyiye idrak edilince, stratejistlerin bile ne diyeceğini bilemediği bir dönem yaşandı. Ne de olsa, kızıllarla demokratların arasındaki mücadelenin parametreleri her şeyi açıklıyordu. İlk uyanan, tarihin sonuna geldiğimizi yazan Fukuyama oldu. Muzaffer ABD’nin gücünün sınırlarını belirleyen Fukuyama, bu martavalla epey piyasa yaptı. Sonrası da çorap söküğü geldi. Akademisyenler bir on yıl bizim sınav kağıtlarımızdaki cümlelerin benzerleriyle idare etti. Sonra 9/11 günü geldi çattı.

Kim ne söylese yanlış çıkıyordu. Belirsiz, kontrolsüz, kaotik bir dünya… Stratejik meselelerde ahkâm kesenlerin en az ihtiyaç duyduğu böylesi bir ortamdır herhalde. İslam dünyası üzerinde çalışanlar, terör uzmanları vs. kendilerine yönelik talebin artmasından son derece memnunlarsa da, geriye kalanlar sürekli yanılmanın utancını içten içe hep hissetti. Gerçi onlara neden yanıldıklarını söyleyebilenler de pek çıkmıyordu.

Rusya’nın Gürcistan’daki gövde gösterisi üzerine yazılıp çizilenler, “eski güzel günlere” duyulan bir özlemin ifadesi gibi. “Soğuk savaş geri mi dönüyor” sorularının arkasında, sanki “ah bir dönse de, ne söylediğimizi bilsek” umudu var. Putin’in şahsında güçlü bir Rusya, yenilenen Çin ve savaşkan ama kırılgan bir ABD… Denklemi bu üçlü arasında kurmak daha kolay tabii… Bu yüzden Prag Baharı, Varşova Paktı, Demir Perde tamlamaları çoktandır kaldırıldığı çekmecelerden çıkartıldı. Bana öyle geliyor ki, bir yandan savaşı tukaka ederken bir yandan çaktırmadan Soğuk Savaş güzellemesi yapan daha çok makale okuyacağız. Bir Kuzey Kore’yle, bir Küba’yla gün geçmiyor tabii! Hele ki topuyla tüfeğiyle, şimdi bir de enerji kartıyla daha da güçlü bir Rusya ufukta belirmişse…"

yugoslavya'da fabrikadan halka



Gezip gördüklerim tamam artık yiyip içtiklerimi de –utanmadan- anlatarak Kosova notlarını bağlayayım. Yediklerim değil aslında, içtiklerim iz bıraktı. Bir değişiklik yaparak bu bloga ilk doğrudan reklamı yerleştiriyorum. Bira hangi kapağın altında diyenlere cevap hazır: Birra Peja.
Biz şimdi burada Peç (ya da Pec) diyoruz, İpek olarak anan var ama Arnavutlar’ın kullanımıyla Peja şehrinde, antik İlir kavminden beri bira üretiliyor. O zamanlar Sabaja dedikleri arpa suyuyla sadece aristokratlar demlenirmiş. Sonra mevzu yavaştan alt tabakalara da yayılmış ama Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgeye girmesiyle üretim hepten gümlemiş. Ta ki 1968 yılına kadar… Parisli gençler kaldırım taşlarının altında denizi arıyorken, Tito dönemi Peç’inde bira fabrikasının yeniden inşasına girişilmiş. 1971’de de eski Yugoslavya’ya yakışır şekilde fabrikadan halka bira servisine başlanmış.
Belki herkes beğenmez ama Pilsener tarzı Birra Peja’nın en önemli özelliği herhalde üretimde kullandığı su. Zaten Kosovalılar da “Peja içtin mi” dedikten sonra hemen bu meseleye dikkat çekiyorlar; “suyu harikadır” diyorlar.



Evet, içimi hafif, tadı güzel, şişesiyle barışık, sevimli bir bira Birra Peja. Drini i Bardhe şelalelerinden gelen suyu da gerçekten lezzetli. Zaten Kosova’da bütün sular epey lezzetli.
Sevimlilik madalyasını, Kosova şehirlerinin caddelerinde tek tük de olsa dolanan Yugo marka arabalarla birlikte bu biraya da takıyorum.

kosova notları - iskender bey'in sakin torunları


Kosovalılar sürekli macchiato içiyor demiştim; tabii tek yaptıkları bu değil. Bir yandan da bir ülke inşa ediyorlar. Başkent Priştine’nin merkezinde yeni konutlar yükseliyor, çevresinde onu ülkenin kalanına bağlayan yeni yollar açılıyor. Türkiye’yi seviyor Kosovalılar, Türkiye’nin enerjisinden, insan kaynaklarından, dinamizminden hararetle bahsediyorlar. Bu önemli bir gelişme sayılır; çünkü arada her ne kadar din bağı olsa da, Arnavutlar’ın Türkler’den hazzettiği eskiden pek iddia edilemezdi. Osmanlı’ya ikide bir isyan eden Arnavut beylerinin hatırası uzak değil, Arnavut tarih kitapları –biraz hafifletilmişse de- bunlarla dolu. 15. yüzyılda Osmanlı’ya bölgede kök söktürmüş İskender Bey’in heykeli, Priştine’nin göbeğinde bütün heybetiyle yükseliyor. İskender Bey, Kosovalı…

Devir değişti, şimdi Türkiye’ye benzemek istiyorlar. Ama Doğu’nun teknolojisini alırken, kötü huylarına da bulaşıyorlar maalesef! Örneğin yakından müşahade ettiğim üzere, kuyruklarında dirlik düzenlik yok, her türlü kaynak yapmak serbest. Az önce bahsettiğim Priştine çevresindeki yollar da yeniden yapılıyor ayrıca. Daha geçen sene tamamlanan ana yolda asfalt yer yer çökmüş, ulaşım zor. Hükümet hakkında kime sorsanız, yolsuzluktan, yozlaşmadan açıyor ağzını.

Bağımsız iki yılda, bu açıdan geriye koşmuşlar. Yönetim sıkıntılarını tamir edip, bana çok hoş gelen özgün yanları üzerinde yoğunlaşmalarını umarım. Evet, Kosovalılar’ın Türkiye halkına pek benzemeyen - ancak onlardan kopya çektiğimiz takdirde burada da işe yarayabilecek- hasletleri mevcut. Bir kere sakin insanlar, vara yoğa öfkelenmiyorlar, şehirde sinirlerini aldırmış gibi sessizce dolaşıyorlar. Kahvelerde, çay bahçelerinde asla bağırıp çağıırmadan, neredeyse fısıldaşarak, sessizce konuşuyor, gülüşüyor, eğleniyorlar. Satıcılar tacizkâr değil, şehirde gerilim yok. Halbuki İstiklâl Caddesi’nde o gerilimi elinizle tutup, oyun hamuru gibi yoğurabilirsiniz.

Cadde demişken, Kosova’ya beraber gittiğim gruptaki kadınların, Priştine caddelerinde gece gündüz demeden gayet şık kıyafetler içinde arz-ı endam eyleyen hemcinslerini pek beğendiğini söylemeliyim. Bu konuda birinci tekil şahıslı cümleler kurmaktan kaçınıyorum tabii ki. Yine de şu kadarını söylemekte beis yok: O olmayan gerilimin olmamasının sebeplerinden birisi cinsel gerilimin de olmaması. Herkes gayet rahat ve her şeyden önemlisi herkes kendi halinde.

Makedonyalı bir Arnavut olan Kerim “savaştan sonra artık aileler gençleri sıkmıyor” demişti. Bu doğru olmalı ama yine de bir sıkıntıları var. Kosova’da en iyi maaşlar bile 300 euro’yu geçmiyor. Avrupa’ya göç etmiş onbinlerce Kosovalı’nın memlekete gönderdiği paralar durumu ancak birazcık kurtarıyor.

Kosova, her şeye rağmen pozitif bir başlangıç yapmak için iyi bir noktada. Benzetmek uygunsa söyleyelim: Evliyken çalışmasa da, boşandıktan sonra kendi ayaklarının üzerinde durabilen çok insan var. Tabii birçok Kosovalı’nın yeniden evlenmek istediğini saymazsak. Zira Arnavutluk’la birleşmenin formüllerini arayan da çok kişi mevcut.

Son olarak bir Lonely Planet notu: Kosova'da pazarlık yapmayın. İndirime yanaşmıyorlar, ama sizi severlerse aldığınız şeyi hediye bile ederler. Buradan kendiniz için bir sempati endeksi de çıkarabilirsiniz yani.

kosova notları - blair ve adaşları


Tony Blair’in şu dünya üzerinde en sevildiği yer neresi? Kendi evi değilse, muhtemelen Kosova’dır. Taze başkent Priştine’ye girdiğimizde bütün caddelerin Blair’in afişleriyle donatılmış olduğunu gördük. Üzerlerinde “Blair, bir lider, bir arkadaş, bir kahraman” yazıyordu.

Ama bunca teveccühe rağmen, Kosova, en çok Blair’in sevildiği bir üke de değil. Afişleri ilk gördüğümüz yerin Priştine’nin havaalanı yönündeki Bill Clinton Bulvarı olduğunu söylemeliyim. Üstelik bulvarda afişlerden de önce göze çarpan, Bill Clinton’un heykeliydi.

Kosovalı Arnavutlar, 1999 savaşında Sırp baskısını kıran NATO operasyonunu en çok destekleyen iki lider Clinton ve Blair’i unutmamışlar. Ben Priştine’ye gelmeden üç gün evvel Blair başkentteydi. Onur madalyası aldı, kendi adını taşıyan Arnavut çocuklarla buluşup fotoğraf çektirdi.

Yeni doğan bir devlette bu tip jestler doğal. Kosovalılar kimseye minnet etmeden de varlıklarını sürdürecektir. Sadece şimdi biraz kafaları karışık; her şeyi yapmak isteyip, bu isteğin ağırlığı yüzünden hiçbir şey yapamayacak gibi bir halleri var. Askerliğimin sona erdiği gece, 00:00’da, Kıbrıs Paşaköy’deki birliğimden ayrılıp doğrudan Ercan Havaalanı’na yollanmıştım. Sivil hayatımın ilk dakikaları müthiş bir rahatlamayla geçti, askerlik boyunca hayalini kurduğum her şeyi aklımda sıralamaya çalıştım. Olmadı, aklıma yapacak hiçbir şey gelmiyordu. Oturup sabaha kadar kahve içtim.

Kosovalılar işte benim Ercan’daki halime benziyor. Devletlerinin bu ilk yıllarında (2008’de bağımsızlık ilân ettiler) akıllarına yapacak çok bir şey gelmiyor gibi. Onlar da oturup sürekli, buralarda nedense çok popüler olan macchiato içiyorlar.

Ama rahatlayıp değişecekler. Bu da çok net görünüyor.

rolling stone'u nasıl soydular?


Gerçekten iyi bir işti. Bizde şöyle bir dokunulup geçilmesi ne kötü. Rolling Stone’un Michael Hastings imzalı ve The Runaway General başlıklı makalesinden bahsediyorum. Geçen gün dergide çay içip muhabbet ederken Kaya (Genç), keşke birisi olduğu gibi Türkçe’ye çevirip yayımlasa, dedi. Herhalde kimse buna kalkışmaz, çünkü epey el alacak uzun bir metin. Vaktiniz varsa, okuyun derim.

Hastings’in yaptığı kıskanılacak bir iş. Makalesinin yayımlanmasının ardından, Obama yönetiminin Afganistan’a yaklaşımı hakkında atıp tutan (hem de öyle böyle değil) General Stanley A. McChrystal işinden oldu. General ve ekibi Hastings’i, hem Afganistan’da hem de NATO toplantısı sebebiyle bulundukları Paris’te günlerce misafir etmiş ve onunla muhabbet ederken, bir askerin basına söylemesinin hayal bile edilemeyeceği sözler sarf etmişti. Şöyle düşünün, Ergenekon kayıtları bu muhabbetin açıklığı karşısında solda sıfır kalır. Sonuç ortada. Obama hepsinin içini çekti. Freelancer gazeteci Hastings ve Rolling Stone ise popülerliklerinin doruklarında dolaşıyor.

Şimdi herkes Rolling Stone’u kıskanıyor. ABD’de kimse sadece ‘indie’ işlerle uğraştığı düşünülen ve genelde önemsenmeyen derginin, askeri sulara bu kadar rahatlıkla girip bu malzemeyi çıkartmasını beklemezdi. Ama oldu işte. Denemeden bilemezsin ki. Tabii bir de şu var: Askerlerle röportaja sadece Pentagon’un tanıdığı ve güvendiği gazeteciler gittiği için böyle skandal gelişmeler yaşanmıyor. Dünyanın her yerinde böyle bu; elbette Türkiye’de de farklı değil.

Ama makalenin kotarılmasının sonrasında, Amerikan medyasında Türkiye’de mümkün olmayan şeyler yaşandı. Skandalı başlatan mesele, Hastings’ten gelen makaleyi Rolling Stone’un hemen yayımlamayıp kendine göre bir programa yerleştirmesiydi. Ama makale, bir gece aniden, Time ve Politico’nun internet sayfalarında PDF formatında boy göstermeye başladı. Yani skandal ifşaatları kamuya duyuran Rolling Stone değildi. İşin tuhafı, bu yayınlarda derginin adı ağza bile alınmıyordu. Sanki bu makaleyi birileri kendi kendine hazırlamış, Time ile Politico da şak diye manşete çekmişti. Makalenin ellerine nasıl geçtiğini açıklamadılar.

Rolling Stone anında “bu düpedüz hırsızlık” diye bağırıp çağırmaya başladı. İçeriği çalanlar da meselede “milli çıkar” gördükleri için yayına koyduklarını söylediler. Ertesi gün Rolling Stone kendi sitesinde yayına başlayınca, Time ile Politico da PDF’i kaldırdı ve okurları içeriğin gerçek sahibine yönlendiren bir linkle yetindi. Zaten atı alıp Üsküdar’ı çoktan geçmişlerdi.

Sabah’ın bir atlatma haber hazırladığını, Hürriyet’in de Sabah’ı bile atlatıp haberi kendi işiymiş gibi yayımladığını düşünün. Memleket ayağa kalkar, birkaç tepe yönetici işinden olurdu herhalde. Neyse ki Türkiye’de buna daha sıra gelmedi.

Belki de gelmiştir.

bana ne okuduğunu söyle



Almanya dün yeni cumhurbaşkanını, Christian Wulff’u, artık salt çoğunluğun yeterli olduğu üçüncü turda seçti. Angela Merkel destekledi, zorladı, Wulff’un isminin etrafında ittifak kurulmasını istedi; ama kendi partilileri bile topyekûn destek vermedi. Türkiye medyasında muhtemelen bir daha adını bile duymayacağımız cumhurbaşkanının seçimi de gösteriyor ki, Hıristiyan Demokratlar’ın (CDU) büyük ortak olduğu koalisyon her an göçebilir.



Seçim başka bir işe yaradı. Bizde pek yapılmıyor ama Frankfurter Allgemeine, oylamalar öncesi adaylara favori kitaplarını sormuş, üzerine bir de analiz yapmış. Wulff’un yanıtı, Antoine de Saint-Exupery’nin Küçük Prens’i. CV’sinde Doğu Almanya kökenli insan hakları aktivisti yazan rakibi Joachim Gauck ise –ki kılpayı kaçırdı cumhurbaşkanlığını- Ernest Hemingway’den Çanlar Kimin İçin Çalıyor demiş.

Ama benim favorim sürpriz istifasıyla Almanya’yı seçime götüren eski Cumhurbaşkanı Horst Koehler’in tercihi. Koehler, Bohumil Hrabal’ı seçmiş. Hani şu mükemmel kitap Sıkı Kontrol Edilen Trenler'in Çek yazarı. Ama seçtiği kitap o değil, Türkçe’ye henüz çevrilmeyen bir başkası: I Served the King of England.

Üç yazar da Alman değil, garip.

Bizden tahminlerim: Tayyip Erdoğan Mehmet Akif Ersoy’dan Safahat derdi, Abdullah Gül Necip Fazıl Kısakürek’ten Çile, Kemal Kılıçdaroğlu Nazım Hikmet’ten Memleketimden İnsan Manzaraları. Hepsi de Türk, hepsi de şair… Öyle geldi niyeyse.

PS: Bu arada Frankfurter Allgemeine yazmak ne zevkliymiş. İnsanın tekrar tekrar yazası geliyor. Bir de Almanca bilseydim.

durun siz kardeşsiniz





Komşu komşunun külüne muhtaç ama İspanyollar dün komşularını çok üzdü. İki ulusun ertesi günkü gazetelerine göz atmak ne tuhaf. Futbol gerçekten de her şeyi siliyor. İspanyollar gülüyor, Portekizliler ağlıyor. Hem de manşetten.

bu kadar yeşillik yeter






Bizde Tansu Çiller başa geçtiğinde ne tartışılıyorsa Avustralyalılar da şu an aynısını tartışıyor. Bu uzak ülkenin tarihinde ilk defa bir kadın, Julia Gillard başbakan oldu. Tabii bizden azıcık farkları da var. En saygın gazeteler bile Gillard’ın politik oryantasyonundan ziyade, onun standart kadın politikacı figüründen uzaklığını öne çıkarıyor. En sık işlenen konu da kuaför sevgilisiyle evlenmeden beraber yaşaması. Seçim gelip çattığında bu bahis harlanacaktır.

Umarım Çiller gittikten sonra yaşadıklarımızın aynısını da yaşamazlar.

Çünkü esas mesele başka. Gillard’ın parti içi (İşçi Partisi) bir müdahaleyle devirdiği Başbakan Kevin Rudd, onun politikada yolunu açan liderdi (Bu haliyle biraz Kılıçdaroğlu /Baykal meselesine de benziyor.) Ama başbakanı gerçekten bu rol modeli kadın mı alaşağı etti? Hayır.

Bir çiftlikte büyüyen Kevin Rudd dünyanın şimdiye dek gördüğü en yeşil liderlerdendi. Avustralya’yı Kyoto’ya soktu, bir, karbon vergisi planladı, iki, üstüne bir de koca kıtanın esas sahibi Aborjinler’den ailesinden koparılan çocukları için özür diledi. Ama zengin maden firmalarına ek vergi getirmeye kalkınca, kodamanların sabrını taşırdı. Yerine hemen birini bulup getirdiler.

Biz de Tansu Çiller geldiğinde “kadın” diye sevinmiştik, değil mi? Fark etmiyor sonuçta.

Bir de ben böyle ağlayan başbakan görmemiştim. Belki de o dokunmuştur.

everybody hurts









Kim ne derse desin, İngiliz gazeteleri abartıda buradakilere taş çıkartır. Bir şekilde yöneticilere giydirmek, daha iyisi okurun gözünü korkutmak için gündem arıyorlar. Bulduklarında da acımıyorlar. Dün tam da sevdikleri gibi bir gündü. Yeni hükümetin kemer sıkma politikasının can acıtacağı uzun süredir biliniyordu ama tam olarak ne kadar acıtacağı konusunda kesin rakam önceki gün geldi. Geleceğin başbakanı olarak selamlanan çiçeği burnunda Maliye Bakanı George Osborne bütçeyi açıkladı. Zam, vergi, kesinti, sonra yine zam, yine vergi yine kesinti… Osborne da doğrusu iddialı bir arkadaşmış, eski püskü çantasıyla verdiği pozlarla sembolizmin gözüne gözüne vurdu. “Canınızı yakıcam, hazır olun” diyordu.

Bu pozlardan sonra gazetelerde ön sayfayı hazırlayanlar uzun uzun düşünmüştür. Herkesin kullanacağı fotoğraf belli, adam içinde bütçenin bulunduğu çantayı kaldırmış milletin burnunun önünde sallıyor. Ne yapıp da fark yaratacaklardı? Sınavdan bence The Guardian geçti. Osborne’un elinden öyle kesit aldı ki, çanta tutan el yumruk haline geldi. Üzerine de “Şimdi acıyacak, sonra daha çok acıyacak” deyince tam oldu. The Journal’ın da manşeti güzeldi: “Everybody Hurts.” Sanırım, İngiltere’nin de elenmesini, böylece manşetlerinin güçlenmesini bekliyorlardı, yanıldılar. Bu arada koca ülkede bir tek Independent’in farklı fotoğrafla çıktığını da not düşelim.

Gelelim mesajımıza: Sanırım İngiliz gazeteciler sadece bir günlüğüne Türkiye’de gazete yapsalardı, iyice psikopata dönerlerdi. Millet de gazetesini avuç avuç anti-depresan eşliğinde okurdu. Böyle yoğun gündeme biz gerçekten iyi dayanıyoruz yine de.

un dia feliz


Böyle gazete kaldı mı yahu? Arjantin’nden Pagina 12… Milli takımın rakibini dörtlesin, sen tut “Mutlu Bir Gün” diye manşet at; fotoğraf olarak da yüzleri mavi-beyaz boyalı yumurcakları kullan. Bir milli maça bu kadar naif bir şekilde yaklaşıldığını hiç görmemiştim.

onu siz yaptıysanız bunu kim yaptı?



Sen tut Dünya Kupası için dünya güzeli bir çizelge hazırla; sonra da kendi maçına bin yıllık manşetle çık.

Hiç değilse, İspanya’nın son neferine kadar nüfusunu öğrenmiş olduk.

Ah be Marca!

ganimet


Burada pek önemsenmişe benzemiyor ama dünün en önemli işlerinden biri New York Times’in Afganistan’daki yeni maden keşfine dair haberiydi. Kıdemli Amerikalı yetkililerin (gazetenin tabiri bu) dediğine bakılırsa, ülkede Afganistan’ı dünya piyasasının en büyük oyuncularından biri yapabilecek kadar demir ve bakır, özellikle Peştun bölgesinde ciddi miktarda altın, en büyük üretici konumundaki Bolivya’daki kadar (belki daha da fazla) lityum ve irili ufaklı daha bir sürü maden yatağı var. Lityumla diz üstü bilgisayarların, Blackberry’lerin vs. pilleri üretiliyor. Haber araştırmayı Pentagon yetkilileri ve jeologlardan oluşan küçük bir grubun yürüttüğünü de söylüyor.

ABD’nin işleri Afganistan’da hiç de istediği gibi gitmezken enteresan bir gelişme. Ama esas soru şu: Bunu sevinç çığlıklarıyla mı karşılamalı, savaşın daha da derinleşeceği mi düşünülmeli? Yeni haberler geldikçe, işin esas rengi belli olacak.

Geleceğe de benziyor. Batı medyası işin peşine düşmeye başladı. İngiltere’de The Independent hemen bir dosya yayımladı bile. İçeriği pek dolu sayılmaz ama ön sayfadaki fotoğraf kullanımıyla her türlü övgüyü hak ediyorlar. Başlıkları da kendi bakış açılarını doğrudan belirliyor: Afgan Savaşı’nın ganimeti…

paris kalesi düşerken



Zurnanın zırt dediği yere geldik nihayet.

100 milyon euro’ya yakın borcu olan Fransız gazetesi Le Monde da satılmak üzere. Gazete, son on yılda okurlarının dörtte birini kaybederek günlük 320 binin az üzerinde bir rakama oturmuştu. Reklam gelirlerinin beşte biriyse sadece geçen yıl buhar olup gitti.

Le Monde’un satışı hem önemli hem de bir tuhaf. Önemli; çünkü 1944’te Direniş ruhuyla kurulan gazetenin o gün bugün en önem verdiği konu editoryal bağımsızlık. Gazetenin müstakbel sahibinin bu hasleti ipleyip iplemeyeceğiyse muamma.

Beri yandan bu satış biraz da tuhaf. Çünkü gazetenin kime satılacağına –bir ölçüde- Le Monde gazetecilerinin kendisi karar verecek. Gazete yöneticisi ve editörlerinin bu ay içinde potansiyel alıcılarla görüşmeler yapması, sadece “kimin ne kadar verdiğine” değil, ayrıca “kimin neyi koruyacağına” da bakıp bir karara varması bekleniyor.

Neredeyse bütün dünya medyasının, patronun iki dudağı arasında olduğu bir zamanda, hiç değilse yeni patronlarını seçebilecekler. İşten atılmamayı, ücret kesintisi yaşamamayı, tatilleri ve ikramiyeleri üzerinde kendi bilgileri dışında düzenleme yapılmamasını müzakere edecekler. Eh, iç güveysinden hallice bir durum ama buradan bakınca yine de fantastik görünüyor.

Sadece buradan değil, ABD’den bakınca da manzara aynı. Örneğin Washington Post grubunun Newsweek’i elden çıkaracağı kesin; ama yeni sahibin kim olacağı hakkında çalışanlarının ne somut bir fikri ne de söz hakkı var.

Peki Le Monde’cular kimi seçecek? Gazeteyle ilgilenen potansiyel alıcılar aşağıda:

Claude Perdriel, Le Nouvel Observateur dergisinin sahibi.
Matthieu Pigasse (Lazard France’ın başındaki bankacı), Pierre Berge (Yves Saint Laurent’nin kurucu ortağı) Xavier Niel (telekomünikasyon yatırımcısı) konsorsiyumu
İsviçre’den Ringier
İtalya’dan Espresso Group (ki La Repubblica’yı da onlar yayımlıyor)
İspanya’dan Prisa (El Pais’i yayımlayan grup)

Hiçbirisi siyaseten Le Monde’a çok uzak isimler değil. Ama okur sayısı düşmüş, reklam geliri bitmiş, kendini çevirmekten uzak bir gazeteye para yatırmak hepsini ürkütüyor. Üstelik içinde o kadar ukâla ve dikkafalı gazeteci varken.

fisk usulü cesaret testi


Independent’ten Robert Fisk Ortadoğu’yu da basın alemini de iyi bilir. Yardım filosuna saldırı sonrasında bir şey diyorsa dinlemekte fayda var (çeviri Radikal’den):

“(...) Bütün bu manzarada şaşırtıcı olan şu: Birçok Batılı gazeteci (buna BBC’nin yardım gemileriyle ilgili ödlekçe yayınını da katıyorum) İsrailli gazeteciler gibi yazarken, birçok İsrailli gazeteci de cinayetler hakkında Batılı gazetecilerin sergilemesi gereken cesaretle yazıyor. Ve bizzat İsrail ordusu hakkında da cesurca yazan İsrailli gazeteciler var. Amos Harel’in Haaretz’de yayımlanan ve İsrailli subayların bileşimini analiz eden sarsıcı haberi mesela. Geçmişte birçoğu solcu kibbutz geleneğinden, Tel Aviv ve çevresinden geliyordu. 1990’da ordu kadrolarının sadece yüzde 2’si aşırı dindar Yahudilerden oluşuyordu. Bugünse bu oran yüzde 30.”

New York Times neyi eksik ve fazla yazdı derken kastım biraz da bu korkaklıktı. Batı basını bu sınavda çaktı; ama not veren kimse de yok ki.

ay sarayında