memleket edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
memleket edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

benim olmadığım yerlerde

Sedire oturup radyoyu açtım. Piyano dinlemek istiyordum ama yoktu. Sanki bütün dünya konuşuyor, dans ediyor, operaya gidiyordu. 

Şu kutunun içinde bana piyano çalacak birini bulamıyordum. Yalnızdım. Kapadım kalktım. Duvarda ‘İkindi Kahvaltısı’ asılıydı: Yapma ışıkta bozluğu daha bir boz, kahredici. Masanın üstünde sigara küllüğü vardı. Biçimsiz. Kim koymuş onu kitapların önüne? Kaptığım gibi pencereden sokağa fırlattım. Kapalıymış, cam kırıldı. Karşı apartmanın yüzünde bir perde kalktı; bir kadın kımıldamadan sokağa baktı. Yoksa o mu? Perde indi. Yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu?

Aylak Adam / Yusuf Atılgan 

bir salam nasıl güler allahım?


‘Anne Kız, Harikasın’ın kapağını açın; dilerseniz ilk öykü ‘Ablam’dan başlayın okumaya, dilerseniz rasgele dolaşın öyküler arasında... Bir solukta okuyacaksınız tümünü. Sonra muhtemelen bir daha okumak isteyeceksiniz. İşte bu ikinci defa, fonda ‘Sezen Aksu’nun ‘Ağlamak Güzeldir’ albümü dönüp dursun... Minik Serçe, ‘Köprü’yü söylemeye başladığında soluklanın, kulak kabartın: “Bense kurulduğunu sanıyordum köprülerin / İçimde sevinci vardı sağlıklı sevgilerin” diyor ya Aksu, Elif Türkölmez’in öykülerinin kilidini açan anahtar (bence) burada: Sağlıklı sevgilerin sevinci...

Kimi zaman selamete ulaşan, sarıp sarmalayan, başınızın her daim üstünde taşıyacağınız bir sevinç bu ama çokluk, tam taşacakken, kabını aşacakken, imkânsızlıklar içinde sönüp giden, tüm gözlerden uzağa, sandığın dibine kaldırılan bir ham hayal; aslında kurulamamış, ilk büyük yağmurla yıkılıveren bir köprü... Gazeteci-yazar Türkölmez, tıpkı imzasını taşıyan haberlerde ya da bir dönem Radikal’deki köşe yazılarındaki gibi her iki hali de hakkıyla anlatıyor.

Beylik laftır; küçük insanın hikâyesi... Zamanında çok sakız edilmiş bu ‘küçük insan’a, artık çoğu yazar gönül indirmiyor. Ama o da bir yere gitmiş değil. Değişti, yenilendi belki; sınıf atlayanı atladı ama haliyle devam ediyor hikâyesi... ‘Anne Kız, Harikasın’, işçisiyle emekçisiyle, sendikacı eniştesiyle, şehir plajı heyecanları, aşkları ve facialarıyla, ‘Kürt Böreği’ni kendine dert edinen kenar mahalle delikanlısıyla, ‘gülen salam’ı merak edip “Bir salam nasıl güler Allahım” diye soran fakir öğrencisiyle, yeğenlerine hiç olmazsa bir beyaz at hayali hediye eden hayırsız amcayla ‘küçük insan’a kendine has bir çerçeve çiziyor. İyi de ediyor.

‘Anne Kız, Harikasın’ın tüm öyküleri usul usul akıp gidiyor. Cesur tavırlı ‘Kadınlar Plajı’na, yürek burgusu ‘Şekerli Börek’e ama özellikle diğer tüm öykülerden ayrı duran ‘Kaplumbağalar’a dikkat... Elif  Türkölmez’in öyküleri hem köprülerini sağlam kuruyor hem de edebiyatımıza ‘sağlıklı bir sevinç’ getiriyor. 

entelektüel denklik, yaratıcı yazarlık ve talihsiz serüvenler - akşam kahvesi okumaları

Yahu ne iyi röportajlar çıkıyor son günlerde. Bir tanesi de Vatan'dan Mine Şenocaklı'nın. Şenocaklı, Murat Belge ile Muhteşem Yüzyıl tartışmasından yola çıkarak söyleşmiş; çok da iyi cevaplar almış. Ama ben özellikle bir soruya bayıldım. Şenocaklı, Belge'nin daha önce anlattıklarından hareketle Pargalı ile Kanuni arasında Platon'un anlattığı türden entelektüel bir denklik olup olmadığını soruyor. Zekice.


" (...) Bu dizileri, filmleri yapanlar ortalıkta söylenenlerin aksine olumlu bir renge boyuyorlar tarihi kişilikleri aslında. Mesela Kanuni önce Pargalı'yı boğdurttu, o engel ortadan kalkınca da Mustafa'yı boğdurttu. İkisinin arası çok fazla değil. Kanuni'nin Pargalı'yla gençlik ilişkisinin ne olduğu da gayet şüphelidir." 

Bu röportaj için neden Murat Belge'ye başvurulduğunu anlamamıştım. Onu da gayet güzel izah etmiş Şenocaklı. Örneğin Belge'nin 'Osmanlı: Kurumlar ve Kültür' isimli bir kitap yazdığını da bilmiyordum; benim ayıbım olsun.

Sadece diziden bahsetmemiş Belge. Yeni Türkiye'den de konuşmuşlar:

(...) Geçenlerde Deniz Harp Okulu'ndaki törende 'Onları unutmadık' diye tutuklu komutanların fotoğrafları taşınmış, bir şeyler olmuş. Bu iş bitti falan denilebilecek bir durum yok. Umarım böyle bir şey olmaz. Bunu da tabii kimseyi korkutmak için söylemiyorum. Kendim korktuğum için söylüyorum. 'Böyle olursa' diye... Çünkü askeri darbe olursa sağ kalmayacakların başında ben de gelirim sanıyorum. (...) Onlar bir gelirlerse bu şartlarda tam bir temizlik yaparlar, tüm mikropları temizlemeye başlarlar, öyle değil mi? Beni yok etmeleri gayet normal. Ben de olsam yaparım. 

Bu röportajı muhakkak okuyun. Birinci bölüm. 
İkinci bölüm. 

* Zaman zaman benim de yazdığım sabitfikir dergisi bu ayki kapağını yaratıcı yazarlık kurslarına ayırmış. Burcu Arman'ın (beyazkadınçatalldilli) yazısı gayet meraklı. İsabet olmuş. (Şuradan okuyabilirsiniz)

" (...) Cem Akaş, Mesele Dergisi için yazdığı bir makalede bunu 'Ben edebiyatı' olarak isimlendirir. Yalnızca yazarların değil eğitmenlerin de kendilerinden yola çıkarak hazırladıkları egzersizleri eleştirirken şöyle anlatır: '… Daha ironik olanı, sürekli kendini anlatma merakında olan ve sayıları her gün artan insanların, karşılarında sürekli onları merak eden ve sayıları artan insanlar bulacaklarını varsaymaları. Oysa böyle olmuyor; yalnızca yaratıcı yazı mezunları birbirlerinin yazdıklarını okusaydı bile olurdu, ama onlar da okumuyor.' Akaş bu konuda yalnız değil. Barbaros Altuğ da kendini 'her olan bitenin iyi niyetli  bir girişim olduğunu düşünmeyen fena insanlardanım' diye tanımlarken atölyelerin artmasındaki temel nedenin son 15 yılda yazarlığın artık şöhret ve maddi imkânları da getiriyor olmasına bağlıyor."

* Cem Akaş demişken, güzel blogu Şefin Salatası'nda ilkokul önlüğü tartışmalarına bambaşka bir açı getirmiş, atlanmasın. Sanıldığının aksine, ya bu işten zenginler de çekiniyorsa diyor Akaş. (Burada)

* İlüstratöre aşk olsun. Resimlediği çocuk kitabında sevgilisine evlenme teklifinde bulunmuş. Başarılı da olmuş, bravo (Hikâyeye şuradan ulaşabilirsiniz) Üstelik mevzubahis kitap da, kitabın fikri de kapağı da pek güzel (yukarıda görüyorsunuz işte) Edgar Allan Poe sevenleri birleştirmiş, daha ne olsun.

Bugün Oğuz Atay'ın ölüm yıldönümü; aşağıdaki karikatürü Kıvanç Koçak paylaşmış twitter'da. Buraya da aldım, pek güzel.

akşam kahvesi okumaları


* Sabah Pazar’da Fisun Yalçınkaya, işleri Espace Culturel Louis Vuitton’da sergilenen genç ressam İhsan Oturmak ile söyleşmiş. Uzun zamandır bu kadar samimi sözler okumamıştım:

“ (…) 20-30 tane iş yolladım. Onlar ‘Bize sadece Öğrenciler serisini yolla,’ dediler. Öğrenciler serisinde İsimsiz, Yaramazlar gibi birçok resim var. Elimde iki-üç tane iş de yarımdı. Ama çok samimiyetle yaptığım işlerdi. Onlara inanıyordum. Resim yaparken, bazen size o resim canlı bir şeymiş gibi geliyor. Küçük bir odam var, orada resim yapıyorum. Evimi üç arkadaşımla paylaşıyorum. Ama kimse olmadığında, yalnız kalınca, sanki o resim canlıymış gibi geliyor. Öğrenciler serisinde öyle hissettim. Okulu bitirirken, son konum olarak yapmıştım. O seriye evde devam ettim. Okulda görebileceğim nokta oydu.”

* Siren Yayınları’nın harika blogu Sirenin Sesi, Nobel Edebiyat ödülünün yankılarından bahsetmiş:

“(…) Mesele ilginç, nereden başlasam bilemiyorum. Mo Yan’ın gerçek ismi Guan Moye, ancak kitaplarını Çince ‘Konuşma!’ anlamına gelen Mo Yan mahlasıyla yazıyor. Çin’in durumu malum; Yan da sansürden nasibini almış bir yazar, o açıdan mahlası anlamlı. Öte yandan Çin cephesinde ödülün yarattığı kakafoni büyük - daha evvel (2000) Nobel Edebiyat Ödülü alan Gao Xingjian politik baskılar sonucu Fransa’ya sığındığı için Çin tarafından reddediliyor ve dolayısıyla Mo Yan’ın zaferi Çin için bir ilk olarak kutlanıyor. Frankfurter Allgemeine’nin haberine göre Çinli sanatçı/aktivist Ai Weiwei, Mo Yan’ın ödülü almasına ateş püskürmüş ve kendisini hükümet yandaşı olmakla, muhaliflere yeterli destek vermemekle suçlamış, Kuzey Avrupa’dan Herta Müller ise, ‘Favorim kesinlikle o değildi,’ diyerek Yan’ın yandaşlarından olmadığını belirtmiş. Mo Yan’ın ödülü almasına sevinenler de azımsanacak gibi değil; örneğin Publishers Weekly, Yan hakkında şöyle diyor: ‘Çin’in bir Kafka’sı varsa, o kişi Mo Yan olabilir.’”

* Hürriyet’ten Kanat Atkaya, “içime işlemiş, kırık bir güzelliktir” diyerek, Ermeni yazar Hagop Mintzuri’nin “İstanbul Anıları 1897 – 1940” isimli kitabını okura tanıtmış:  

" (...) Mıntzuri, o berbat küçümseyici ifadeyle ‘yoksulluk edebiyatı’ yapmaz, yoksuldur ve kalemi vardır, o kadar. ‘…Çoğumuz köylüyüz ve kasabalıyız. Mezelerle büyümemişiz. Tahıl ve sebzedir yediklerimiz. Etsiz veya ender olarak etle pişmiş. Eğer pişmiş bir şeyimiz yoksa çay ve ekmekle doyarız, yahut salatalık ve ekmekle, üzüm ve ekmekle. Hatta kuru ekmek ve su ile. Çoğumuz Doğulu, Asyalıyız köken olarak. Yoksulluk kuşaklarından gelmişiz. Bu kadarla yetinmeyi biliriz hiç dırdırlanmadan…’

‘... Ayakkabılarımız da eskidir. Genellikle boyarız; iki, üç, dört yıl giyeriz bir ayakkabıyı… İyice eskiyip veya delindiklerinde ikinci bir taban çektiririz birincisinin üstüne. Biraz daha ağırlaşmış olsa da daha o gün ayaklarımız alışır buna. Koyunun kuyruğu kendisine yük değildir, severek götürür…’”

* Habertürk’ten Elif Key, gayet cüretkâr bir yazıda, “anne terörü”nden bahsetmiş. İçimin yağlarını eriten bu yazı çok tepki çekecektir.

“(…) Aklı başında, sağduyulu, sakin büyütülen çocuklara, ileride sizin gibi ‘proje anneler’ tarafından büyütülen çocukların ağır mobbing uygulayacağını bugünden görüyoruz.”

Yukarıda gördüğünüz, Hollanda gazetesi Volkskrant'ın haftasonu dergisinin kapağı. NW isimli kitabını henüz yayımlayan Zadie Smith, kapaktan 'sadece yetenek yetmez' diyor. 

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...