sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

kadim bir meşe



Ken Loach'un son filmi 'Old Oak'unu daha seyredemedim, gerçek anlamda son filmiymiş meğer.

87 yaşında. Kendisi açıklamış. Aslında yapmak isterim de yapamam, demiş. "Film çekerken günde 12 saat ayaktayım. Herkesi isim isim tanımam gerekiyor, herkesin derdini bilmem gerekiyor. Her bir çalışan, ocağın üstündeki çaydanlık gibidir; her biri kaynamak üzeredir. Bu duygusal enerjiyi burada tutmak kolay değil. O enerjiyi kovalamak lazım, oturarak da olmuyor. Şimdi kendimi suçlu hissetmeden cırcırböceklerinin sesini dinlemek istiyorum." Filmleri emekçileri anlatır; kendisi de has emekçi. Ken Baba... Sen cırcırböceklerini dinle de, özleneceksin.

bugün aslında dündü'yü neden severiz?

Gazete Duvar'da geçen sene bugün, 2 Şubat'ta yani Groundhog Day'de yayımlandı.  

 

1.


Temel meselelerimizi anlatan bazı filmler ve kitaplar, ne kadar mütevazı olsalar da, cüsselerinden büyük yer kaplayabiliyorlar. Bir referans noktası, bir ortak fikir haline geliyorlar. 


Örneğin o güzelim “Bugün Aslında Dündü” (Groundhog Day) filmini sevmeyen biri var mıdır? 


Konusunu kısaca özetleyeyim: 


Harold Ramis’in 1993 tarihli filminde, Bill Murray’nin canlandırdığı Phil Connors isimli hava durumu sunucusu, her yıl tekrarlanan bir doğa olayını ve bu olay çevresinde yapılan festivali haberleştirmek üzere Punxsutawney isimli kasabaya gelir. Hayatından da, işinden de, ayaklarını sürüyerek geldiği bu küçük kasabadan da hoşnut değildir. Haberini yapar ama hava koşulları elvermediğinden kasabayı terk edemez. Çaresiz, oteline döner ve uyur. 


Ertesi sabah, bir gariplikler silsilesi yaşar ve çok geçmeden çevresinde dönen tuhaf olayların o “inanılmaz” sebebini kavrar. Hava durumu sunucusu, önceki gün yaşadıklarının aynısını yaşamaktadır… Hayretten hayrete sürüklenerek ve önceden yaşadıklarının üzerinden yeniden geçerek gününü tamamlar ve ertesi gün yeniden aynı sabaha uyanır. Hep aynı günü yaşadığı, absürt bir kısırdöngünün içine girmiştir.


Murray’nin mükemmelen canlandırdığı karakter, bunu kavradığı anda, önce fırsattan istifade etmeye çalışır. Bilgisiyle insanları etkiler, banka soyar ve hoşlandığı kadını (Andie MacDowell) tavlamak için çareler arar; mesela Fransız şiirlerinden dizeler ezberler. 


Ama aynılığın, hiçbir şeyin değişmemesinin içinde yarattığı  boşluk büyür, büyür ve nihayet onu yutar. Kahramanımız sonunda değişmezliğin, her anın, her şeyin birbirine benzemesinin yüküne dayanamayıp intihar eder. Ama bu da çözüm değildir: Gözlerini açtığında yine aynı güne başlamıştır. 




Ve sonra… 


Sonra Phil Connors isimli hava durumu sunucusunun içinde iyiye, güzele doğru bir şey değişir. Kaderi değiştiremeyecekse bile rutini kırabileceğini anlar. Sonsuz zamanında piyano çalmayı, buzdan heykeller yapmayı öğrenir. Hem hoşlandığı kadının hem de kendi kalbinin derinlerini keşfetmeye girişir. Bunu başarır da… Değişmeyen günün kilidine uyan anahtarı da zaten bu sayede bulur. 


“Bugün Aslında Dündü” soğuk kışların, uzun gecelerin en güzel eşlikçilerindendir. Ruhumuzu tatlı tatlı kaşıyan bir fikirdir bu film. Bir yandan en derindeki isteklerimizi, korkularımızı da zahmetsizce sergiler. Rutinin baskısına isyan ve insanın yaratıcılığına bir selamdır. 


Ama en önemli başarısı, aynılığın, her şeyin birbirine benzemesinin o korkunç çehresini bize tarif edebilmesinde yatar. 


O yüzden de halen unutulmamıştır. 


2.


Nörobilimci David Eagleman ile akademisyen ve müzisyen Anthony Brandt “Yaratıcı Tür” isimli eserlerinde bu filmden hararetle bahsediyor; çünkü insanların Murray’nin canlandırdığı karakteri sevmesini önemsiyorlar: 


“ (...) Neden alkışlarız onu? Çünkü tekrarlayan şey cazip gelse bile kusursuz öngörülebilirlikten hoşlanmayız. Oysa sürpriz bizi yakalayıp kavrar. Otomatik pilottan kurtulmamızı sağlar. Bizi kendi deneyimlerimize karşı uyanık tutar. Aslında, ödül sisteminde devreye giren nörotransmiterler (sinirsel ileticiler), sürpriz unsurunun düzeyine bağlı durumdadır: Düzenli ve öngörülebilir zaman aralıklarıyla verilen ödüllerin beyinde yarattığı etkinlikler, gelişigüzel ve öngörülemeyen zamanlarda verilen ödüllerle kıyaslandığında çok daha azdır. Şaşırma hali doyurucudur.” (Yaratıcı Tür: Fikirler Dünyayı Nasıl Yeniden Yaratıyor, David Eagleman ve Anthony Brandt, Domingo Kitap, 2019, Çeviri: Zeynep Arık Tozar). 


Kendi hayatlarımızdaki izini de rahat rahat sürebileceğimiz bir tespit bu: Öngörülebilirlik bir süre sonra bıktırır. İnsan, bildik olanın konforunu sever ama yaşantısında sürprizi de arar. 


İnsan şaşırmaktan fena halde hazzeder. 





3.


Peki bizi en çok neler şaşırtır? 


Şüphesiz hikâyeler… Daha çok da başka insanların, başka akılların hikâyeleri… 


Kendimizin, yakın çevremizin hikâye kapasitesi, doğal olarak, sınırlıdır. O yüzden hikâye dinlemek için başkalarına gideriz: Filmlere, romanlara, öykülere, şarkılara gideriz… 


O halde size bir soru: Bu hikâyelerdeki sürprizler azaldı mı? 


Eskisi kadar şaşırıyor musunuz? 


4.


Bu soruyu, çok temel bir tartışmanın bir kolu olarak da görebilirsiniz. Yıllardır süregelen ve bir sonuca da bağlanacak gibi durmayan vasatlık tartışmasının…


“Şaşırıyor muyuz” yerine doğrudan bu soruyu da sorabiliriz: Giderek vasatlaşıyor muyuz? Filmler, romanlar, öyküler eskisi kadar iyi ve etkileyici değil mi?  


Bunun bir ölçüsü yok elbette. Herkes kendi kanaatine göre cevap verebilir. Çalıştığım gazetelerde, dergilerde “böyle bir dosya yapalım ama nasıl”ın üzerine epey kafa patlatmıştık. Her defasında da olaysız dağılmıştık. 


Çünkü bir ölçü yok.


“Eski” nedir, “yeni” nedir; bunun bile tam olarak bir tarifi yok. Bazen bir ölçü olarak, “artık büyük roman yazılmıyor mu”, “büyük film çekilmiyor mu” diye sorulduğu oluyor. Doğaldır, “büyük” de tarife muhtaç bir sözcük. “Savaş ve Barış”, evet, büyük bir roman ama bugün yazılanlar değil mi? Gülten Akın, evet, çok büyük bir şair, peki bugünün şiiri onun gölgesinde mi?


Bugünden ileriye neler kalacağını kestirmek mümkün mü? Ahmet Hamdi Tanpınar, yaşarken ve yazarken kendisinin tecrübe edemediği şöhrete, eserlerinin onun ölümünden çok sonra kavuşacağını tahmin eder miydi? 


Dudak bükülen nice eser sonradan parlamadı mı? 


Nedir vasatlığın ölçüsü o halde? Var mı bir ölçü?


5.


Yine de bu soru ortada: Vasatlaşıyor muyuz?


Sizi hiç yormadan kendi cevabımı vereyim: Evet, bana kalırsa, giderek vasatlaşıyoruz. Daha da önemlisi, vasatlığın üzerimize daha da ağır şekilde çöreklenmesini bekleyebiliriz. 


“Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” diyebilirsiniz. “Ölçü yok, kriter yok” derken birdenbire buraya nasıl geldim? Açıklamaya çalışacağım.


Geçen gün bu sohbet açıldığında eşim, “İnsan yaşlandıkça, yeni olan her şeyin vasat olduğunu iddia eder” dedi ki katılıyorum. 


Ama…


Evet, neticede yaşlanıyorum ama benim cevabım yaşla ilgili değil; dönemsel bir durumdan bahsediyorum. Çünkü ben, benim yaşadığım dönemden önceki dönemlerin, özellikle de 1950’ler ve 1960’ların, bir ölçüde de 1970’lerin müthiş ve büyük eserler çıkardığını düşünüyorum. Edebiyatta, sinemada, sanatta… Türkiye’de ve dünyada… Belki savaş sonrasının getirdiği serbestlik ve zindelik, belki dönemin koşullarının insan üretimine uygun olması bu yılların müthiş verimliliğini sağlamıştı ama bu bir başka yazının konusu.


1980’ler ve sonrası, yani benim kendi ömrümde izleyebildiğim dönem ise bana göre bir tür duraklama dönemi. Duraklamanın ardından gerilemenin başlayacağını asla iddia etmiyorum. Bir ihtimal, benim çok iyi eserler çıkmış dediğim yılların da ötesine gidebiliriz ve umarım öyle olur ama ben bu ihtimalin giderek azaldığını düşünüyorum. 


Sebebi “Bugün Aslında Dündü”de gizli… 





6. 


Sebep, her şeyin giderek aynılaşması. 


Aynılaşmanın sebebi ise her şeyin ölçülebilir olması. “Vasatlığın bir ölçüsü olabilir mi” diye sormuştum. Belki yok ama gelecekteki vasatlığın sebeplerinden biri her şeyin ölçüye sığması olacak. 


İzlediğimiz, okuduğumuz her şey artık ölçüye tabii. Platformlardaki dizilerin ve filmlerin hangi sahnelerinin sevildiği gözleniyor, kategorize ediliyor ve istatistiğe dökülüyor. Hangi konular revaçta, hangi sözler tutuyor, senaryo nereye doğru ilerlemeli, ne yöne sapmaktan sakınmalı? Bunun gibi birçok sorunun artık anlık cevapları var. Bu cevapları platform yöneticileri biliyor, yapımcılar biliyor, senaristler biliyor, oyuncular biliyor. 


Amazon Kindle’da hangi satırların altı çiziliyor, biliniyor. Bir başlık kaç cümle olmalı; bir roman kaç sayfa olmalı? Okurun ilgisi ne yazarsan dağılır, ne yazarsan toparlanır? Hepsinin analizi var. 


Instagram’daki, Tiktok’taki influencerler için bile durum aynı. Ne, ne zaman, hangi koşullarda viral olur? Algoritmalar her şey için hazır ve nazır. 


Buradan yaratıcılık çıkar mı? 


Düşünün, Netflix dizisi “Stranger Things”in bu kadar tutmasının ardındaki bir sebep olarak (dizinin güzelliği bir yana), seksenlerde çocuk olanların hem nostalji yapıp hem Netflix’e para ödeyebilecek alım gücüne sahip olması gösteriliyor.


Birtakım işlere sermaye koyacak kimseler bu tür meselelerin fena halde farkındayken, buralardan yeni ve avangart fikirler doğar mı?


Ama bundan sonra belli ki her şeye algoritmayla devam ediyoruz.


Algoritmaları, trendleri takip ederek ne kadar yaratıcı kalabiliriz?



7.





Eagleman ve Brandt, “Yaratıcı Tür”de, “Bugün Aslında Dündü”yü tartıştıktan sonra şunları söylüyor: 


“Beyin bir yandan dünyayı öngörerek enerjiden tasarruf etmeye çalışır, bir yandan da şaşırmayla gelen sarhoşluk duygusunu arar. Ne sonsuz bir kısırdöngü içinde yaşamak ne de her saniye sürprizle karşılaşmak isteriz.”


Algoritmaların, yaratıcılık üzerinde iki yönden de etkisi olacak. Onların sayesinde öngörüler muhakkak artacak. Ciddi bir enerji tasarrufu… 


Ama ya o sarhoşluk duygusu… 


Ne demişti Yusuf Atılgan: “Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapabileceği umulur.”


Atılgan’ın bu yeni yaratığı şaşkınlıktan besleniyordu. Şaşkınlığın sarhoşluğundan…


Algoritmaların konforu, bu hesaplı yaratıcılık sinemadan çıkmış insanı ne yöne sürükleyecek? Ona ne yapacak? (Gerçi sinemadan çıkmış insan mı kaldı? En fazla bir odadan ötekine sürükleneceğiz. Evimizin konforunda.)


Ama insan rutini nasıl kıracak? İzlediği filmler, diziler; okuduğu kitaplar tek bir aklın eseriymiş gibi mi olacak? 

,

Bizi sürprizler doyurur. Türümüzü ileriye, belki kimsenin metelik vermediği zor fikirler götürür. Herkesin ortak beğenisi bu fikirleri, avangartlığı eleyecek. 


Birbirine benzer filmleri izleyip, benzer kitapları okursak hep aynı sabahlara uyanırız. Rahat ederiz belki. Ama sonra fena halde sıkılırız, orası kesin. 





muhsin bey ve bay hirayama

 

Mükemmel Günler... İzledikten beri, bu film kafamda dönüp duruyor. Nicedir üstünde düşündüğüm konular, bir güzel akıl tarafından beyazperdeye yansıtılmış gibi. 

Wim Wender’i çok seviyorum. En sevdiğim yönetmendir de diyebilirim. Ne çekse görmek, izlemek isterim; kabulümdür ama burada kabullerin ötesine de geçmiş. Sanki benim zihnimin içinde dolaşmış (Tabii daha akla yakın önerme, benim onun zihninden öteden beri etkilenmiş olmam ama biz yine de ilk seçenek yaşanmış gibi davranalım). 

Wenders’in sakin, sade yaşamını anlattığı Bay Hirayama; bir rutin kahramını. Günleri ne az ne fazla. Olması gerektiği gibi. Dolu. Tam. 

Bu hafta Gazete Duvar’da bu film üzerine uzun uzun yazdım ama buraya da şu notu düşeyim… Hirayama’da biraz Muhsin Bey var. O duygu var… Ama harika aktör Koji Yakusho’da da biraz Şener Şen’lik var. Filmi izleyenler, izleyecek olanlar son sahneyi hatrına getirsin ya da o sahneye dikkat etsin. Hirayama’nın içinden bir Muhsin Bey çıkıyor…

Bu filmi daha konuşuruz…

iki kere sarılmak

Past Lives'ı sevmek için çok neden bulabilirsiniz. İncelikli, zarif bir film. Yönetmen Celine Song, herkese dokunacak bir konuyu, pamuklara sararak incelemiş. 

Benim onu sevmek için bir değil, iki nedenim var. Birincisi, meselesini kadınca anlatması. Erkeklerin kelimelere boğduğu yerde, kadınlar sakince işaret ediyor. Gerçek hayatta bu zaten -genelde- böyle. Sinemada da.

İkinci nedenim de yönetmenin, tek bir anın hatırına, filminin biçimini bozmaya cüret etmesi. Erkek ve kadın karakterler bir heykelin önünde buluştuğunda, yönetmen, izleyicileri bir saniyeliğine, yıllar öncesine, bir başka heykele götürüyor. Karakterlerin çocukken önünde oynadığı heykele. Bu biraz da şiir.

Aynı buluşmaya dair bir küçük not: Birbirlerini yıllar sonra yeniden gördüklerinde kadın, erkeğe sarılıyor. Sonra ayrılıp bir daha sarılıyor. Hiçbir erkek yönetmenin bu doğallığı akıl edemeyeceğine eminim. Past Lives'ın farkı bu inceliklerde.

insanın bakışı değişir mi?

Etrafımızda gördüklerimiz baş döndürücü bir hızla değişiyor. Sabit bildiklerimiz bile. Dün izlediğim bir haberde (okuyup izlediğim bir video-tweet’te tam olarak) algler yüzünden Antartika’nın giderek yeşillendiği anlatılıyordu. İklim değişikliği. Milyonlarca yılın bembeyaz kutupları bile değişiyor. İnsanlığın sabitiydi bu. Bizim dönemimizde yıkılıp gidiyor.


Gördüklerimiz değişirken bizim bakışımız da değişiyor mu? İfademiz. Yüzümüz. İnsanların bakışı çağlara, hatta dönemlere göre değişir mi?


*


Metin Erksan’ın enfes filmi ‘Susuz Yaz’ (1963), Hülya Koçyiğit’i de sinema sahnesine çıkartmıştır. Gencecik, hatta çocuk yaşta denilecek Koçyiğit ne iyi bir oyuncu olacağını o filmde göstermiştir. Çok iyi oynar ‘Susuz Yaz’da; filmde devleşen Erol Taş’a da ayak uydurmayı becerir. Benim aklımda en çok kalansa filmdeki bakışıdır.


Yürek yakan bir bakış değil. İşveli, cilveli, sevdalı hiç değil. Küskün, bozuk bir bakış bu. Vahşi ama yırtıcı gibi vahşi değil, doğaya dönük vahşi. Bu yüzden kusurlu da. İçten geliyor çünkü. 


Belki iyi oynamakla ilgili bile değil. Belki ifadenin kendisi bu. Onun yüzüne yerleşmiş. 


Ama sadece onun yüzüne mi? 


Çünkü bu bakış kanımca sadece Hülya Koçyiğit’e ait değil. Sadece onun ifadesi değil. Bu bir dönemin ifadesi. Dönemler insanların yüzüne yerleşiyor belki de. İşte iki sene öncesinden Antonioni’nin ‘La Notte’si (Gece, 1961). Sinema dünyasının en klas çifti Jeanne Moreau ve Marcello Mastroianni… Yüzlerindeki ifadeye bakın. Acı, hüzün, sevda, boşvermişlik, unutuş birbirine karışmış… Ama 1960’lar usulünce karışmış. Bir küskünlük var. 1960’ların sonuna doğru yitecek, havaya karışacak, yerini başka bir ifadeye bırakacak bir küskünlük… Var. O yıllara özgü bir derinlikle beraber. 


*


İnsanın ifadesi neden değişiyor? Gördüklerimizin değişmesinden olabilir mi, diye sormuştum yazının başında. Bir de şu var: Biz artık bir şeye, bir nesneye, bir insana uzun uzun bakmıyoruz. Odaklanmıyoruz. Gözümüz hemen bir ekran arıyor. Görüntünün sürekli değiştiği bir ekran arıyoruz. Açımız bile farklı. Bakış açımız. Kelimenin tam anlamıyla. Kafamız sürekli önde. Akıllı telefonların ekranına yarım eğiliyoruz. 


Sinemadan bir örnek daha. Tarkovski örneğin şeylere ısrarla bakardı. İnsana, doğaya, nesnelere… Sanatı büyüktü, hatta radikaldi ama şeylere bakmak sıradışı değildi o zaman. Şimdi bizim bir şeye bakmaya zamanımız yok. Çocukların bile zamanı yok. Bakmak sıradışı bir eylem. 


Çok tuhaf değil mi, çocuklar bile daha az bakıyor. Ekranlardan, aktivitelerden fırsat bulurlarsa…


*


Israrsız, odaklanmayan, oyalanmayan bir bakış şimdiki. Dönem böyle. Bizler de dönemimizin ürünüyüz. Gözlerimizden gölgeler hızla gelip geçiyor. Kalmıyorlar. Yerleşmiyorlar. Bizim kadar çok fotoğraf görmüş bir nesil yok mesela. Tek bir fotoğrafı cüzdanında yıllarca taşıyan nesillerden sonra biz Instagram çağını yaşayan nesiliz. En çok hatırlayan, en çok karşılaşan, en çok maruz kalan nesil biziz. Muhtemelen en çok unutan da biz olacağız. 


Sesimizi bir kayıttan dinlediğimizde tuhaf gelir hani. Israrlı bakabilseydik eğer, bakışımız da tuhaf gelecekti. 


Ama biz hızla sıradaki fotoğrafa geçecektik.

biz ruhumuzla uçarız


Ursula: Daha senin yaşındayken ressam olmaya karar vermiştim. Resim yapmayı çok seviyordum. Bütün gün, şövalenin başında uyuyup kalana kadar çalışıyordum. Bir gün birdenbire, neden bilmem resim yapamamaya başladım. Denedim, denedim ama hiçbir şey kâr etmedi. Daha önce sağda solda gördüğüm resimlerin taklitleri gibiydi yaptıklarım ve iyi taklitler de değillerdi. İşte o zaman yeteneğimi kaybettiğimi düşündüm. 

Kiki: Tıpkı benim gibi. 

Ursula: Evet aynı. Ama sonra cevabı buldum. Neyi, neden resmedeceğimi anlamamıştım. Tarzımı bulmam gerekiyordu. Sen uçtuğun zaman, içindeki bir şeyden güç alarak uçuyorsun değil mi?

Kiki: Evet. Biz ruhumuzla uçarız. 

Ursula: Ruhuna inanarak... Evet, evet, işte öyle. Tam da bundan bahsediyorum. Bana resim yaptırtan, arkadaşına ekmek pişirten ruh da işte bu ruh. Ama hepimizin kendi ilhamımızı bulması lazım, Kiki. Bu da hiç kolay değil. 

Kiki's Delivery Service, Hayao Miyazaki (1989)





dünyanın büyüsü kayboluyor

Veronique’in İkili Yaşamı’nı seyrettim. Yıllar sonra yeniden. Film eskimemiş, daha da güçlenmiş, güzelleşmiş. Kieslowski’nin tüm filmleri böyle sanırım. 

Veronique filmde, ‘şeylere’ bakıyor. Işığa, caddeye, otobüslere… Hele elinde çevirip durduğu bir ufak cam küreye… Bakıyor da bakıyor. Kieslowski herkese farklı bir güzellik sunuyor da belki ama film, bana kalırsa, biraz da bu bakış üzerine. 

Üzücü bu aslında. 

Şeylere bakıyor Veronique. Çünkü şeyler var. Hayatımızdalar. Bir evde bir telefon çalıyor. Çevirmeli. Bir odaya gidip telefonu açıyorsun. Yetişemezsen kimin seni aradığını asla bilemiyorsun. Belirsizlik havaya yayılıyor, orada saatlerce, günlerce, belki bir ömür asılı kalıyor. 

Bazen bakıp duruyorsun o çevirmeli telefona. Çalarken bile.

Duvarda bir takvim yok. Bir saat gece yarısını vurmuyor. 

Masanın üzerinde, kahve fincanın yanında bir gazete katlı durmuyor.  

Bir transistorlu radyodan cızırtılı şarkılar yükselmiyor.

Evlerde kitaplık yok.

Hayatımızdaki şeyler azalıyor. Bakamıyoruz bile artık. Tek bir çerçeveye, tek bir şeye, bir akıllı telefona bakıyoruz çoğunlukla. Herkesin kafası önünde. Her şey belirli, herkes birbirine benziyor. 

Dünyanın büyüsü giderek kayboluyor. 



kendini iyi biri sanmak

Büyük yazar Tolstoy, Anna Karenina’ya fişek gibi bir cümleyle girer: 

“Mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”

Hikâye değeri olan mutsuzluktur. Sıkıcıdır mutlu aileler. Tolstoy haklı, biz dramayı severiz. Korku, mutsuzluk, kötülük üzerine konuşmadan duramayız. 

Ya iyilik? Tolstoy’un saf iyilik üstüne eseri İnsan Ne İle Yaşar, Anna Karenina’dan çok sonra gelir. Demek ki bir yerde, iyilik de sıkıcıdır. 

*

Hem hepimiz iyi birer insan değil miyiz? Yalan söylemeyi sevmeyiz, iş yaparken hakkını veririz, muhatabımızı bile isteye yanıltmayız, bir yerde zulüm görürsek tabii ki zalimin değil mazlumun yanında dururuz. Dik dururuz, eğilmeyiz, korkmayız. Şüphe var mı?

Kendi çıkarımızın başkasının hakkına gölge düşürme ihtimali doğduğunda, o çıkardan vazgeçip o hakkı savunuruz. Aksini düşünen çıkar mı?

Vatanımız milletimiz ailemiz değerlerimiz prensiplerimiz davamız partimiz, bizim diye tanımladığımız ne varsa hepsine acayip bağlıyızdır. Eh, tabii ki öyle olacak değil mi?

Geçelim bir kalem.

*
Kieslowski’nin ilk filmlerinden Yara’dan (Blizna) daha evvel burada bahsetmiştim. Unutamıyorum o filmi, beni çok etkiledi. Orada tanıdığım Franciszek Pieczka’nın oyunculuk dersi gibi performansının da bunda katkısı var. 

Film, parti tarafından atanan bir fabrika müdürü üzerinden sistemi, toplumu, fabrikayı, devletin işleyişini, halkın derece derece yükselen tansiyonunu anlatıyor görünüyordu. Ama üzerinde düşündükçe esas hikâyenin başka yerde olduğunu fark ettim. 

Kieslowski filmde, topluma faydalı, iyi bir insan olduğunu düşünen birini anlatıyordu. Kendini iyi biri sanan bir kahraman… Ama biz görüyoruz işte; ne ailesine ne topluma faydası dokunan, esasen kendi çıkarlarını, şanını şöhretini gözeten, iyi bir vatandaş olarak tanınmayı dileyen ve kendini sahiden de iyi gören bomboş bir herifti filmin resmettiği. Filmin ismindeki gibi bir ‘yara’sı varsa toplumun, o kahraman açıyordu. Topluma hizmet etmiyordu, ondan faydalanıyordu. Her koşulda aldığı, verdiğinden çok daha fazlaydı. 

*

Çok ama çok zor… Anlatması da zor bunu, yayması da. Tolstoy’un resmettiği mutsuzluğu dinlemek isteyen çok kişi var. Ya bu çok tanıdık, çok bildik, çok sıkıcı, çok gereksiz görünen, ‘iyi falan olmayan iyilerin’ hikâyesini dinlemeye kim talip?

Kendini iyi biri sanan bir insanın içindeki boşluğu, kendini derin gören birinin hakikatteki süfliliğini kim okur, kim seyreder?

Ama bu bizim hikâyemiz… ‘Kötü’ kötülerin, ‘mutsuz’ mutsuzların, ‘berbat’ berbatların, yani bizden başkalarının hikâyeleri değil, işte bu bizim, kendini iyi, merhametli, vicdanlı insan sananların ama iyilikle çok da alakası olmayanların ‘sıkıcı’ hikâyesi.

Biz buyuz. Bu kadarız. Yoksa binlerce kişilik toplumumuzdaki hepi topu üç dört kötü insanın hakkından gelirdik herhalde. 





kieslowski'nin yarası

Yara (Blizna) isimli Bir Kieslowski filmi izledim. MUBİ’de. Üstadın ilk uzun metrajlı işiymiş. Senesi 1976. Polonya’nın ücra bir kasabasına inşa edilen bir gübre fabrikasının toplumda açtığı yarayı anlatıyor. 

Binlerce yıllık ormanlar kesiliyor; yerlerine binalar, lojmanlar dikiliyor. 

Kendi halinde yaşayıp giden kasaba, önce bir bacaya, sonra dumana dönüşüyor. Duman oluyor kasaba. Kelimenin her anlamıyla. 

İnsanlar işsiz, toplum fakir, çelişkiler keskin. Devletlüler, ileri gelenler fabrikayı istiyor; canla başla savunuyor. Bir kısım da diyor ki; fakiriz ama sağlıklıyız; ağacımız, ormanımız ergin; çiftimiz çubuğumuz diri. Bildiğiniz tartışma… Kieslowski usta, işin burasını neredeyse bir belgesel gibi çekmiş. Zaten bir gazeteci gözü ve kamerası marifetiyle ara ara dahil de oluyor kurguya. 

Bizden farkı, işlerin Doğu Bloku’nda geçmesi. Devlet “ol” dediği zaman; tartışmasız, muhalefetsiz fabrikanın istenen yere inşa ediliverilmesi. “Yanlıştır bu” diyenler, parti kanallarını kullanıyor; fabrika müdürünün yani devletin yüzüne söyleyeceğini söylüyor (Uygulayıp uygulamamak devlete kalmış). Biraz daha muhalif olanlar geceleri çıkıp duvarları yazılıyor, fabrikayı istemediklerini haykırıyor. Gizlice. 

Bizden farklı olmayan kısmı, işlerin bizde de üç aşağı beş yukarı böyle yürümesi... 

Devletin, partinin ya da birilerinin “ol” dediklerinin oluvermesi… Şeffaf olmayan ihalelerle, toprağın, mesela altın arayanlara peşkeş çekilmesi. Yerel halkın isteklerinin dikkate alınmaması. “Kalkınalım kalkınalım” derken bazılarının fazla kalkınması. Muhalif olanların sesine bir yere kadar müsade edilmesi, sonra o seslerin bir şekilde kısılması. Gerek görüldüğünde aynı muhaliflerin “vatan hainidir” deyip halkın önüne atılması… 

Yara her yerde aynı. 

şehrin en iyi çorbacısı



Bir spagetti western mi? Spagetti western parodisi mi? Ciddi bir film mi? Ucuz komedi mi?

Tuhaf, hepsi var içinde. 

Tampopo sanırım bir ‘ramen western’. Bulursanız, seyredin (Ben YouTube'dan alıp seyrettim).

İnsanı hemen hiç hayalkırıklığına uğratmayan Japon sinemasından, 1985 senesinden geliyor. Bu, şehrin en güzel ‘ramen’ini (et ya da soya suyuna bir tür Japon çorbası diyeyim henüz tanışmamış olanlar için) pişirmek isteyen bir kadın aşçının hikâyesi. Ağzının tadını bilen bir kamyoncunun, kadının lokantasına uğraması ve içtiği çorbayı hiç beğenmemesiyle başlıyor. 

Elin Japonu (filmin yönetmen Juzo İtami), 1977’de çekilen Selvi Boylum Al Yazmalım’ı bilir mi? Ağır abi kamyoncumuz Goro (Tsutomo Yamazaki) sanki bir Kadir İnanır. Onun yamağı da, o zamanların fişek delikanlısı, geleceğin (bugünün) ağır abisi Ken Watanabe (eh, o da başka bir Kadir İnanır). Hayatın akışını, nasıl oluyorsa, kamyonlarıyla değiştiren adamlar bunlar! Türkiye’de, Japonya’da, hep aynı adamlar… 

İki uçta gidip geliyor Tampopo. Bir tarafta tutkular, saplantılar, ekstreme kayan, rahatsız da edebilecek bir erotizm (ki yan hikâyeler); diğer tarafta temel olay örgüsü. 

Olay örgüsü dediğim: Adım adım en iyi ramenin sırrını keşfetme; bunun için de işin suyundan, etinden, makarnasından, kıvamından anlayan insanları arayıp bulma, matrak bir ’çete toplama’ hikâyesi… Sevdiğim işler. 

İşin bu tarafı epey ilgimi çekti. Böyle bir hikâye bizde de çok tutar. İster işkembeyle yap ister köfteyle, ister mercimekle yap ister börekle… Birisi yazarsa okurum; çekerse seyrederim. 

Birkaç seneye kimse yazmazsa, oturur ben yazarım. Tutmasa da fark etmez; hiç olmazsa iştah açar.


kim yaptı bu yolu?

Javaplein'deki kütüphaneye geldim.  Birkaç Türk oturmuş, kütüphanenin orta yerinde siyaset konuşuyorlar. Yaşlıca bir adam "Türkiye’...