krzysztof kieslowski etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
krzysztof kieslowski etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

dünyanın büyüsü kayboluyor

Veronique’in İkili Yaşamı’nı seyrettim. Yıllar sonra yeniden. Film eskimemiş, daha da güçlenmiş, güzelleşmiş. Kieslowski’nin tüm filmleri böyle sanırım. 

Veronique filmde, ‘şeylere’ bakıyor. Işığa, caddeye, otobüslere… Hele elinde çevirip durduğu bir ufak cam küreye… Bakıyor da bakıyor. Kieslowski herkese farklı bir güzellik sunuyor da belki ama film, bana kalırsa, biraz da bu bakış üzerine. 

Üzücü bu aslında. 

Şeylere bakıyor Veronique. Çünkü şeyler var. Hayatımızdalar. Bir evde bir telefon çalıyor. Çevirmeli. Bir odaya gidip telefonu açıyorsun. Yetişemezsen kimin seni aradığını asla bilemiyorsun. Belirsizlik havaya yayılıyor, orada saatlerce, günlerce, belki bir ömür asılı kalıyor. 

Bazen bakıp duruyorsun o çevirmeli telefona. Çalarken bile.

Duvarda bir takvim yok. Bir saat gece yarısını vurmuyor. 

Masanın üzerinde, kahve fincanın yanında bir gazete katlı durmuyor.  

Bir transistorlu radyodan cızırtılı şarkılar yükselmiyor.

Evlerde kitaplık yok.

Hayatımızdaki şeyler azalıyor. Bakamıyoruz bile artık. Tek bir çerçeveye, tek bir şeye, bir akıllı telefona bakıyoruz çoğunlukla. Herkesin kafası önünde. Her şey belirli, herkes birbirine benziyor. 

Dünyanın büyüsü giderek kayboluyor. 



kendini iyi biri sanmak

Büyük yazar Tolstoy, Anna Karenina’ya fişek gibi bir cümleyle girer: 

“Mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”

Hikâye değeri olan mutsuzluktur. Sıkıcıdır mutlu aileler. Tolstoy haklı, biz dramayı severiz. Korku, mutsuzluk, kötülük üzerine konuşmadan duramayız. 

Ya iyilik? Tolstoy’un saf iyilik üstüne eseri İnsan Ne İle Yaşar, Anna Karenina’dan çok sonra gelir. Demek ki bir yerde, iyilik de sıkıcıdır. 

*

Hem hepimiz iyi birer insan değil miyiz? Yalan söylemeyi sevmeyiz, iş yaparken hakkını veririz, muhatabımızı bile isteye yanıltmayız, bir yerde zulüm görürsek tabii ki zalimin değil mazlumun yanında dururuz. Dik dururuz, eğilmeyiz, korkmayız. Şüphe var mı?

Kendi çıkarımızın başkasının hakkına gölge düşürme ihtimali doğduğunda, o çıkardan vazgeçip o hakkı savunuruz. Aksini düşünen çıkar mı?

Vatanımız milletimiz ailemiz değerlerimiz prensiplerimiz davamız partimiz, bizim diye tanımladığımız ne varsa hepsine acayip bağlıyızdır. Eh, tabii ki öyle olacak değil mi?

Geçelim bir kalem.

*
Kieslowski’nin ilk filmlerinden Yara’dan (Blizna) daha evvel burada bahsetmiştim. Unutamıyorum o filmi, beni çok etkiledi. Orada tanıdığım Franciszek Pieczka’nın oyunculuk dersi gibi performansının da bunda katkısı var. 

Film, parti tarafından atanan bir fabrika müdürü üzerinden sistemi, toplumu, fabrikayı, devletin işleyişini, halkın derece derece yükselen tansiyonunu anlatıyor görünüyordu. Ama üzerinde düşündükçe esas hikâyenin başka yerde olduğunu fark ettim. 

Kieslowski filmde, topluma faydalı, iyi bir insan olduğunu düşünen birini anlatıyordu. Kendini iyi biri sanan bir kahraman… Ama biz görüyoruz işte; ne ailesine ne topluma faydası dokunan, esasen kendi çıkarlarını, şanını şöhretini gözeten, iyi bir vatandaş olarak tanınmayı dileyen ve kendini sahiden de iyi gören bomboş bir herifti filmin resmettiği. Filmin ismindeki gibi bir ‘yara’sı varsa toplumun, o kahraman açıyordu. Topluma hizmet etmiyordu, ondan faydalanıyordu. Her koşulda aldığı, verdiğinden çok daha fazlaydı. 

*

Çok ama çok zor… Anlatması da zor bunu, yayması da. Tolstoy’un resmettiği mutsuzluğu dinlemek isteyen çok kişi var. Ya bu çok tanıdık, çok bildik, çok sıkıcı, çok gereksiz görünen, ‘iyi falan olmayan iyilerin’ hikâyesini dinlemeye kim talip?

Kendini iyi biri sanan bir insanın içindeki boşluğu, kendini derin gören birinin hakikatteki süfliliğini kim okur, kim seyreder?

Ama bu bizim hikâyemiz… ‘Kötü’ kötülerin, ‘mutsuz’ mutsuzların, ‘berbat’ berbatların, yani bizden başkalarının hikâyeleri değil, işte bu bizim, kendini iyi, merhametli, vicdanlı insan sananların ama iyilikle çok da alakası olmayanların ‘sıkıcı’ hikâyesi.

Biz buyuz. Bu kadarız. Yoksa binlerce kişilik toplumumuzdaki hepi topu üç dört kötü insanın hakkından gelirdik herhalde. 





şaşırtıcı bir karşılaşma

Çok eskiden yaşadım bu ânı ben
Dersiniz şaşkınlık içinde
İlk girdiğiniz bir ev, bir merdiven
Birden güneş vuran pencere. 

Ve tam sırasında tren düdüğü…
İşte böyle gelmişti siz dünyada
Değilken bir öğle üstü 
Bu renklerle sesler bir araya. 

Yaşamak anımsamak mıdır yoksa?
Sanmam, biz de bir sestik belki 
Birileri için yıllar önceki 
Şaşırtıcı bir karşılaşmada 

Melih Cevdet Anday

Fotoğraf: Kieslowski’nin ‘Kör Talih’inden (Przypadek - 1987)

kieslowski'nin yarası

Yara (Blizna) isimli Bir Kieslowski filmi izledim. MUBİ’de. Üstadın ilk uzun metrajlı işiymiş. Senesi 1976. Polonya’nın ücra bir kasabasına inşa edilen bir gübre fabrikasının toplumda açtığı yarayı anlatıyor. 

Binlerce yıllık ormanlar kesiliyor; yerlerine binalar, lojmanlar dikiliyor. 

Kendi halinde yaşayıp giden kasaba, önce bir bacaya, sonra dumana dönüşüyor. Duman oluyor kasaba. Kelimenin her anlamıyla. 

İnsanlar işsiz, toplum fakir, çelişkiler keskin. Devletlüler, ileri gelenler fabrikayı istiyor; canla başla savunuyor. Bir kısım da diyor ki; fakiriz ama sağlıklıyız; ağacımız, ormanımız ergin; çiftimiz çubuğumuz diri. Bildiğiniz tartışma… Kieslowski usta, işin burasını neredeyse bir belgesel gibi çekmiş. Zaten bir gazeteci gözü ve kamerası marifetiyle ara ara dahil de oluyor kurguya. 

Bizden farkı, işlerin Doğu Bloku’nda geçmesi. Devlet “ol” dediği zaman; tartışmasız, muhalefetsiz fabrikanın istenen yere inşa ediliverilmesi. “Yanlıştır bu” diyenler, parti kanallarını kullanıyor; fabrika müdürünün yani devletin yüzüne söyleyeceğini söylüyor (Uygulayıp uygulamamak devlete kalmış). Biraz daha muhalif olanlar geceleri çıkıp duvarları yazılıyor, fabrikayı istemediklerini haykırıyor. Gizlice. 

Bizden farklı olmayan kısmı, işlerin bizde de üç aşağı beş yukarı böyle yürümesi... 

Devletin, partinin ya da birilerinin “ol” dediklerinin oluvermesi… Şeffaf olmayan ihalelerle, toprağın, mesela altın arayanlara peşkeş çekilmesi. Yerel halkın isteklerinin dikkate alınmaması. “Kalkınalım kalkınalım” derken bazılarının fazla kalkınması. Muhalif olanların sesine bir yere kadar müsade edilmesi, sonra o seslerin bir şekilde kısılması. Gerek görüldüğünde aynı muhaliflerin “vatan hainidir” deyip halkın önüne atılması… 

Yara her yerde aynı. 

ilk burdurlu

A. ile bir kafeden çıkmıştık ki, aceleyle dönüp bir şey unuttum mu diye masanın üzerine bir daha baktım. Unutmamışım. O sırada yanımızda bir...