santiago'nun sokak köpekleri


Güzel insanlardan güzel fikirler çıkıyor. Santiagolu iki akıllı lise öğrencisi de düşünmüş taşınmış, sokak köpeklerine dikkat çekmenin bir yolunu bulmuş. "Estoy Aqui - Ben Burdayım" adını verdikleri kampanya, iki sanatçı, Violeta Caro Pinda ve Felipe Carrasco Guzman tarafından videoya alınınca, ülkede bir sansasyon haline geldi. Balonların üzerinde "bana kötü davranma", "beni sev", "beni terk etme", "boynumu kaşı" yazıyor. Sonuçları görüyorsunuz... İyi iş, vicdanlı iş, güzel video...

Köpekler demişken hemen memlekete bağlanalım. Evdeki ve sokaktaki hayvanlarla ilgili tuhaf bir mesele var. Murat Bardakçı, Habertürk'teki köşesinde, dün dipnot yazar gibi, çok ciddi bir haberin pasını verdi. 17 yaşındaki kedisini henüz kaybettiğini kaydeden Bardakçı, geçen günlerde eşiyle beraber sokakta besledikleri kedilerden birini (ismi Melâhat) eve aldığını anlatıyor. Yalnız Melâhat biraz hastaymış. Veteriner böbrek yetmezliği teşhisi koyup tedavi etmiş. Bardakçı kediyi nekahat dönemi için eve getirmiş getirmesine de, Melâhat bu defa da kör olmuş. Gerisini Bardakçı'dan dinleyelim: 

"(...) Ama ortada sanki bir tuhaflık var... Ayşe Arman geçenlerde beslediği tavşanının kör olduğunu yazmıştı. Tavşanın körlüğü hastalık neticesi idi ama ardından Teşvikiye'de yaşayan iki arkadaşımın hayvanlarının gözleri gitti: Birinin köpeği diğerinin de kedisi birdenbire kör oldu, hemen ardından da bizim Melâhat. Tesadüf mü yoksa ortalıkta hayvanlara musallat bir virüs yahut salgın mı dolaşıyor bilmiyorum ama bir tuhaflık var gibi... Gezi olayları sırasında kullanılan biber gazının sadece insanlara zarar vermediğini, binlerce kuşun da canını aldığını düşünecek olursak kedilerle köpeklerin birdenbire kör olmalarının gerisinde bir şeyler bulunup bulunmadığının da araştırılması gerekiyor."

Ortada taş gibi haber var. Birisinin de gerçekten peşine düşmesi gerekiyor. Bir salgını -varsa tabii- ortaya çıkartan ya da Gezi'deki gaz bombalarını bu körlük vakalarına bağlayabilen gazeteci müthiş bir iş yapmış olur. Ödüllü işler sadece Ankara, Ergenekon, derin ilişkiler yazarak çıkmıyor. Bu da çok mühim mesele. Hele gaza bağlı körlük saptanırsa, global ölçekte gaz kullanımı yönetmeliği değiştirtecektir. Birisi el atsa ya... 

güney kore'nin çöpçatan hükümeti ya da erdoğan'ın yolu


Başbakan'ın üç çocuk ısrarı yeni değil. Yıllardır katıldığı her düğünde, ilgili (bazen ilgisiz) her konuşmasında, evli çiftlerle her bir araya geldiğinde tekrarlıyor: Sizden üç çocuk istiyorum. Yoksa gelecekte Türkiye'nin üretim gücü düşecek, büyük devlet olma iddiası azalacak, kuruyup gideceğiz, böyle devam ediyor... Hedefe uzak bakanlar, milletvekilleri mahçup mudur acaba?

Meğer Erdoğan'ın ısrarı hiçbir şeymiş. Tek bir karşılaştırmaya bakar. Devletiyle hükümetiyle yerel yönetimleriyle Güney Kore, çocuk sevdası konusunda bizim başbakanı solda sıfır bırakıyor.

Konu malum. Geçtiğimiz yüzyılda hızla gelişen 'Asya kaplanı'nın vatandaşları, köyden kente göç, şehir yaşamının zorlukları, geleneksel yapının kırılması, kadınların ekonomik özgürlüğe kavuşması derken evlenip çoluk çocuğa karışma işini biraz ihmal etmişler. İstatistikler böyle diyor yani. Ama çarkların dönmesi lazım, bunun için de vatanın minik Koreliler'e ihtiyacı çok.

Yalnız bir sıkıntı var: Koreliler biraz çekingen. İşler bugüne dek hep ailenin etrafa haber salması, eşin dostun uygun bulmasıyla yürümüş. Görücüye çıkan 'Asya kaplanı' teyzeler, bizim memlekette on kaplan gücünde diyeyim, siz anlayın. O yapı da sarsılınca elde avuçta kalmıyor. Genç Koreliler şehire intibak etme işini halletmiş ama, flörtte bocalıyor. Göz kontağı zayıf, 'seviyorsan git konuş' zayıf, 'pembe panjurlu ev' bilgisi zayıf... Bu kadar dersten çakınca, aile kurmaya da sıra gelmiyor.

Sonuç: Vatandaşları için her zaman en 'hayırlısını' düşünen devlet... Olayları özetleyeyim: Sağlık ve Refah Bakanlığı 2010'da devreye girip, flört partileri organize etmeye başlamış. Zamanın bakanı Cheon Jae-Hee, "bizde her şeyi devletten bekleyebilirsiniz kardeşim" diyerek bir senede dört parti düzenlemiş. Bakan, o partilerin vesile olduğu evlilik törenlerinde boy göstermeyi ve medyaya poz vermeyi de seviyormuş. Damat adayları da bakana dönüp "kaç çocuk isterseniz sayın bakanım" der olmuş...

O gün bugün bakanlığa bağlı kuruluşlar ve yerel yönetimler, Güney Kore'de flört sektörüne el atmış durumda. Bu konuda en önde koşan Aile Planlama Müdürlüğü geçmişte önerdiği vazektomi operasyonları yüzünden günah çıkarıyor. Dahası, özel şirketler de hükümetin restini gördü. Artık iş yeri ortamlarında romantik ilişkiler serbest. Hatta becerebilen kendi flört partilerini düzenleyip devletten aferinini alıyor. Yabana atmayın, ikramiyesi, teşviği bol bir iş.

Yani Güney Kore'de hükümet hem tavsiye ediyor, hem organize ediyor, üstüne üstlük bir de teşekkür alıyor. Erdoğan için rüya gibi bir ülke...

Yakında yürüyeceğimiz yol da bu.

Orijinal haberi New York Times'da, şurada okudum. 

buenos aires'in has kedisi gatito


İnternette o kadar kedi videosu dolaşırken, seyirciyi ikna etmek zor. Bana kalırsa, Arjantin'den Game Ever Studio başarmış. Şahane çizgi, basit olay örgüsü... Henüz ortada sadece trailer var, ben havasını sevdim. Buenos Aires'li kedi El Gatito ('kedicik' demek zaten) kendini bir anda çölde buluyor. Hollywood'da "Western bitti mi bitmedi mi" diye tartışılırken, Arjantin'den bir ufak destek gelmiş gibi.

Yalnız müzikte sanki bize de yakın bir ruh var. Filmin ortasında bir bozlak kopsa kimse bir şey diyemez.  

bir gazete hikâyesi: bu çocuklar bu oyuncakla nasıl oynayacak?


MIT Technology Review'un genel yayın müdürü Jason Pontin, Washington Post'un Amazon'un sahibi Jeff Bezos'a satılmasının ardından, Romalı ünlü general/politikacı Crassus'un bir sözünü hatırlattı: Bir orduya sahip olmayan hiç kimse kendini zengin saymasın.

Bugünün ordusu gazete (genişletip medya da diyebiliriz.) Yirminci yüzyılın başından beri durum aynı. Tek fark, bir orduya sahip olan insanların değişmesi. Bu yüzyıl kendi zenginlerini yarattı ve şimdi onlar kendine birer ordu arıyor.

Eski dönemin gazeteleri, çok değil bir on yıl evvel, yeni medyanın potansiyeline uyansalardı, her şey çok farklı da gelişebilirdi. Ama New York ve Washington merkezli medya, kıtanın diğer tarafındaki Silikon Vadisi'nin çok uzağına düştü. Fikri mesafeleri daha da uzak. Kuşaklar boyu kültürel kodları belirleyen, bir ülkenin, dünyanın entelektüel derinliğine katkı sunan, hatta [yine dünyada] hükümetler kurup düşüren koca koca gazeteler, dünkü çocukların oyuncağı konumunda.

Bu çocuklar bu oyuncakla nasıl oynayacak? Kimsenin bir fikri yok.

Öyle ki, Bezos bile renk vermiyor. Sözgelimi, Post çalışanlarına yazdığı mektupta, mealen "çok güzel çalışıyorsunuz, zaten ben de pek karışmam, aynen devam" diyor.

Tahminler muhtelif: Gazeteyi sağa ya da sola çekebilir, belki fazla liberal bir çizgiye getirebilir. Amazon'un dünya hakimiyetini pekiştirmekte kullanabilir. Her şey mümkün.

İşte bu belirsizlik de günün gerçeği. Global ölçekte, modern zenginin ideolojik bir bagajı yok. Üstelik devlet politikalarına -kendi iş planlarına değmiyorsa- ilgi de duymuyor. Belki şaka maka modernizme dönüyoruz, hatta Bezos gibiler, şimdi servetlerinin yüzde biriyle satın aldıkları bu anlı şanlı gazeteleri ilk kuran zenginlere de benziyor denebilir. Dünyada kendilerinin de rol aldığı yeni bir sistem kuruluyor, paraları çok ve geleceğe bir isim bırakmak istiyorlar. Bir ismi sürekli tekrarlamak için her gün çıkan bir gazeteden iyisi var mı?

Bir soru daha. Sahibi bir yana, bugün bir gazete klasik anlamda iyi bir gazete olabilir mi? Halen ve her şeye rağmen? Bezos mektubunda, Washington Post'un eski sahibi Graham ailesinden ilhamla şöyle diyor: "Yola onların sergilediği iki tür cesarete sahip çıkarak devam etmek isterim. İlki bekleyebilme cesareti. Yavaşlayıp, başka bir kaynağa ulaşabilme... Sonuçta gerçek insanların itibarı, geçimi ve aileleri söz konusu. İkincisi ise hikâyeyi takip edebilme cesareti. Maliyeti ne olursa olsun."

Şu maddeler işleyebiliyorsa zaten sorun yok. Gazetenin sahibi ister yeni dünya düzeninden gelsin, ister uzaydan.

O sırada Türkiye'de... Gazetelerin başına, yeni işleri hakkında en ufak bir fikirleri olmadığı gibi, o fikri üretmeye gayret de etmeyen yeni tüccar/müteahhit sınıfı geçiyor. Burada iktidara yakın olmak yeterli. Sonuçta, hükümetin bir bakanının "konumumuz gereği mucit çıkaramayız, ara eleman yetiştirelim" diyebildiği bir ülkedeyiz. Fikir gelecek de, Amazon kurulacak da, servet birikecek de... Ohooo...

Bu kafayla, gazete okuyabiliyorsak yine iyi.

Fotoğraftakiler, Bob Woodward (sağda) ve Carl Bernstein. Washington Post'un Watergate'i ortaya çıkararak Pulitzer kazanan gazetecileri. 

saatleri ayarlama enstitüsü reloaded

Contre temps from Contre temps Team on Vimeo.

Çok mu güzel rüyalar görüyor bu filmleri yapanlar? Contre temps, Fransa'dan bir avuç genç yönetmenin mezuniyet filmi (ayrıntılar için contretemps-lefilm.com).Yer yer acemilikler var, fark ediyorsunuz ama kafalar başka yerde. Bambaşka bir yerden geliyor.



sarı mayolu adam

Elimde hiçbir fotoğrafı yok. Yanımızdan hep rüzgâr gibi geçtiğinden, kameraya davranamıyorum bile. Yüzünü görmedim desem yeridir. Uzaklaşıp giden bisikletin ardından tek seçebildiğim, gidona eğilmiş bir sırt, gri beyaz saçlar ve neredeyse tümüyle çıplak bir vücut. Onu mevcut 'medeniyet çizgimize' bir tek ufacık bir slip mayo bağlıyor.  O, karımla benim için 'sarı mayolu adam'... Amsterdam yaşantımızın kahramanlarından biri.

Neden o sarı mayo? Neden çıplak? Tanışıp sormak bile istemiyorum. Herhalde kendince bir sebebi vardır

Nispeten işlek Leidsegracht'a bakan eski evimizde, güneşli günlerde pencereye çıktığımızda onu sıklıkla görürdük. Ellerinde haritalar, aylak aylak yol arayan turistler arasından, hep bir yere gecikmiş gibi son sürat geçer, sürprizli görüntüsüyle ağızlarını bir karış açık bıraktırırdı. Parklara da düşkündür sarı mayolu adam. Vondelpark'ın çimlerine yayılmış yatarken, biraz beklemeyi de göze alırsanız, ona rastlamanız işten değildir. Tabii biraz dikkatliyseniz. İki saniyede gözden yiter çünkü. Yanınızdakini "bak bak kim geçiyor" diye dürtmenize bile fırsat bırakmaz. O kadar hızlı... Gördüyseniz gördünüz. Tek kişilik bir seyirlik...

Uzun zamandır karşılaşmıyorduk. Hatta 'yoksa'yla başlayan kara düşünceler bile, aklımıza sökün etmişti. Geçiştiriyorduk.

Amsterdam'da bu sene sürpriz bir şekilde güzel giden yaz günleri nihayet işe yaradı. Prinsengracht kenarında yürürken yine birdenbire geçti yanımızdan. Uzaklaşıp giderken bisiklet, yine o gidona eğilmiş sırt, yine o gri beyaz saçlar, yine o sarı mayo...  

paris londra edinburg trenler deniz

Illusionist Backgrounds from Bjorn Aschim on Vimeo.

Sylvain Chomet'nin Illusionist'ini izlemiştiniz, değil mi? Cevabınız hayırsa, ilk fırsatta -hatta hemen bu gece- izleyin. Havaya girmek için de yukarıdaki videoya bakabilirsiniz. Filmde 'background artist' olarak çalışan sanat yönetmeni Bjorn Aschim, Illusionist günlerinden bir küçük video hazırlamış. Çok da güzel yapmış.

Hatta ben de izleyeyim yeniden. 

sonraki gün