pedalare! pedalare!
Düşünmek için en iyi yöntemin yürümek olduğuna inanırdım. Değilmiş.
İnsan bisiklet sürerken daha iyi düşünüyor. Çünkü yol çevrenden daha hızlı akıyor, manzara daha çabuk değişiyor. Trendeki gibi. Hem elin gidonda, kontrol sende. Gidişata hakimsin.
Ama öyle pedallara asılmamalı, nefes nefese kalmamalı. Sakin bir tempoyla, düzayak bir semtte dolaşmak lazım. (Kendini perişan etmenin de tadı ayrı ama düşünmeye yaramıyor!)
Ama en iyisi bilmediğin bir yere gitmek, hiç görmediğin bir mahallede gezinmek. Çözmek istediğiniz bir mesele varsa, böyle yapın. Yeni yerleri böylesi bir ruh haline saklayın.
PS: Fotoğraftaki bisiklet benim değil. Gerçi bu şehirdekilerin hepsi üç aşağı beş yukarı birbirinin aynı.
and i seem to find the happiness i seek
Bu kadar güzel bir albüm kapağı olabilir mi? Her detayında başka hikâye saklı; sayfalarca yazılır üzerine, ben bana kurdurduğu bir ufak hayalden bahsedip geçeyim.
Ella İngilizce, Louis matematik öğretmeni, arkadaşlarının düğünlerinde çalıp söylüyorlar. İşte o arkadaşlar iteklemiş, “Yaparsınız edersiniz” diye ortalığa atmış, bu iki öğretmen de sanki geriye kalan her şey tamammış gibi, albüm kapağı için poz verirken bulmuşlar kendilerini. “Ne gerek vardı” diyor Ella içinden, “Pantolon olmadı mı acaba” diye düşünüyor Louis… Gerisi müzik.
Ella Fitzgerald ve Louis Armstrong, 1956’da el ele vermiş ve o güne dek yapılmış en tatlı şarkıları söylemişler. Bundan sonra iki albüm daha yapacaklar, dünya daha da güzelleşecek.
Benim en sevdiğim aşağıda. “Take it Ella, swing it” diye şarkıyı partnerine verişiyle Armstrong’un, nasıl birden güneş parlıyor…
kara komedi etiketi de bizi kurtarmaz
Dün ‘Three Billboards Outside Ebbing, Missouri’yi izledim. Ne şahane bir sinematografi… Ondan da iyi oyunculuklar. Zaten alıp götürdüler oyunculuk Oscarlarını…
Fakat böyle bir senaryoyla gelen yazarın (senarist ile yönetmen aynı kişi zaten, Martin McDonagh) kuyruğuna teneke bağlamak lazım. Başından sonuna sarkan, inandırıcılıkla uzaktan yakından ilgisi olmayan, her arızasında oyunculuğun gücüne yaslanan uyduruk bir hikâye.
Bu tür şeylere genelde pek takılmam ama ‘Three Bilboards’un başarısı beni fena şaşırttı. Hemen herkesin bunca övdüğü bir filmi sonradan seyredince “Ben başka bir şey mi seyrettim” diye düşündüm.
Bizdeki eleştirmenler de epey övmüş. Bir Türk yönetmen bu filmi çekseydi, eleştirmenler tarafından ona yaşatılacak (ve hak ettiği) ıstırabı hayal edebiliyorum. Filmden bir örnek: Bir polis durup dururken bir binaya dalar, bir kadının yüzünü parçalar, bir başkasını öldüresiye döver, camdan atar, üstlerine karşı gelir ve hakaret ederse, gördüğü tek yaptırım “Rozetini silahını teslim et” olur mu? Buna iyi senaryo diyenler, kusura bakmasın. ‘Kara komedi’ etiketi de kurtarmaz.
**
Film ABD’de geçiyor ama hikâye oraya özel değil, her yerde yaşanabilir. “Yaşanabilir” dedim ama aslında yaşanamaz da… Çünkü bütün kurgu ya tesadüflerle ya da neden olduğunu çok anlayamadığımız keskin dönüşlerle ilerliyor. Yaşanmıyor.
Peki bize şunu mu söylemek istiyor bu film: Artık kanun yok, gözünüz kesiyor, gücünüz yetiyorsa buyurun mücadeleye… Polisinden dişçisine, din adamından reklamcısına, bundan sonra herkesin yaptığı yanına kâr kalacak. Bir nevi yeni sürüm Vahşi Batı… E kalıyor zaten bugün de. Sadece bir kusur işleyen o kusurun üzerini örtmek için azıcık da olsa çabalıyor. Burada o yok.
“Biz artık bu noktadayız, hele Trump’un Amerikasında işler böyle yürüyor” mu diyor yoksa film? Eleştirel bir derdi olsaydı, buna da eyvallah ama o da yok. Bana daha çok “Trump’un Amerikasında, post-truth yıllarında Oscar adayı filmler bile artık bu kadar kafadan atma olabilir” diyormuş gibi geldi.
***
Yok yok, bunlar değil. Olsa bile tesadüfi. Filmdeki gibi.
Biraz daha zorlamak pahasına yazayım. Filmin kendisiyle değil de birazcık bizimle ilgili bir şeyler var çünkü.
Yönetmen / senarist, hikâye yapısını ve olay örgüsünü hiç umursamayan senaryosuyla bizim güncel bakışımızı dikkate almış gibi.
Yani şu: Bugünün insanları, sevdikleri benimsedikleri insanın kusurlarını, hatalarını görmezler; tuttukları tarafın falsolarını göz ardı ederler. Adalet tesis edilen yolda, günahlar önemsenmez.
Ya da şu: Kötü biri, onca suça rağmen, ‘iyilerin’ arasına karışıyorsa bu da tamamdır. Sorun yok. Ne yani, bir polis siyahlara işkence etti, hareketlerini beğenmediği bir adamı pencereden attı diye, bir iyiye yardımı dokunduğu zaman, daha önce yaptığı kötülükleri başına mı kakalım? Adalet, bizde artık biraz da böyle işleyen bir şey. Bizim kampa geliyorsan, önceki günahlarını unuturuz.
Hafızanızı tarayın. Örnekleri hızla bulursunuz.
Bir de algı eşiğimiz düşük artık. Bir tweet’ten ötekine sıçramaktan yorgunuz. Senaristsen ve hikâyeyi iyi bağlayamadıysan sıkıntı yapma, bir tesadüf uydur, vur geç… Aldırış etmiyoruz artık. Sinema yazarları da etmiyor. Vurucu olsun, havalı olsun ama her şeyden önce dramatik olsun. Daha da iyisi hem dramatik hem komik olsun. Tam da bu filmdeki gibi.
Korkarak söylüyorum ama işin aslı şu: Biz biraz dağıldık sanırım.
uber hepimizi ultra-liberal mı yaptı?
Uber tartışmalarına bakarken, ne yalan söyleyeyim, birazcık seviniyorum. Memlekette en nefret edilen meslek grubunun gazeteciler değil, taksiciler olduğu gerçeğinin gelip soframıza kurulduğunu görüyorum. Bir yere gideceğe de benzemiyor.
Biz gazeteciler, taksiciler kendini düzeltene kadar ikincilikle yetineceğiz. İlk ikideki yerimiz her türlü garanti!
Şaka bir yana (çok da şaka değil ama!), sarı taksi-Uber tartışması, kendimize her gün sormamız gereken “Biz bugün kimiz” sorusuna verilecek kestirme cevaplardan biri.
Son 10 güne bakıp soralım o halde. Kimiz biz bugün? Bir defa yaşadığımız kentten, kentin sorunlarından, gürültüden, trafikten, her yere yetişmek zorunda olmaktan ve yine de geç kalmaktan yılmış, yıkılmış insanlarız. Şehirde işler yolunda gitmiyor, düzenin hepten bozulduğunu, kuralların yıkıldığını hissediyoruz. Sarı taksi, ister istemez bu bozuk düzenin sembollerinden biri. ‘İster istemez’i özellikle yazdım, taksi sektörü ne yapsın, kurulu düzen böyle. İşin bir de ‘bile isteye’ kısmı var. Birçok taksicinin (hepsinin değil şükür) kendi bozuk düzenlerini, kuralsızlıklarını üzerimize boca etmesi, yol seçmesi, müşteri seçmesi, özensizliği, laubaliliği, hatta en vahimi, bazılarının tacize, şiddete meyilli olması… Taksi plakalarının oluşturduğu rant ve köle düzeni de işin kimsenin diş geçiremediği bir başka boyutu… Yılmayalım da ne yapalım? Haklarını korumak için düzenledikleri gösteride bile tehdit dili kullanan bir grup var ortada.
Bu yüzden o taksiciler gitsin, onların yerine işine ve müşterisine saygılı, dürüst, güleryüzlü insanlar gelsin istiyoruz. Bize ‘bile isteye’ sıkıntı verenlerden kurtulalım istiyoruz. Bir de bana öyle geliyor ki, şehrin bütün çirkin yönlerini ‘ister istemez’ sembolize eden sarı taksiden de hepten kurtulalım istiyoruz.
Uber, tıpkı İstanbul sokaklarında işleyen o büyük, ferah, lüks araçları gibi, ‘şehirli’ ruhumuza iyi geliyor. Bizi daha medeni, daha sorunsuz bir dünyanın fertleri gibi hissettiriyor. Sosyal medyada epey yayılan, o mizahi sarı taksi/Uber fotoğraflı karşılaştırmalarını aklınıza getirseniz yeter.
Sadece araçların güzelliği değil bu ‘medeniyet’ hissini veren; aracı telefonla çağırmamız, rotadan haberdar olmamız, şoförün adını bilmemiz, ona not vermemiz, aramızda bir para değiş tokuşunun yaşanmaması, şoförün (çoğunlukla) biz onunla konuşmadıkta bizimle muhatap olmaması (kim kendine özel bir şoför istemez ki!)… İşte tüm bunlar bize ‘geç bile kaldık’ dedirtiyor. Geç kaldık, çünkü eski usul televizyonu Netflix’le, otel işini AirBnb’yle çözmüştük, taksi mevzusunda geç kaldık.
***
Sosyal medyadan gördüğüm kadarıyla söylüyorum, bu işin nasıl olması gerektiğini pek düşünmüyoruz ama. En ‘yerli ve milli’ olanımız, “İyi ama Uber nasıl vergi verecek, gelsin paşa paşa assın vergi levhasını Edirnekapı’nın bu tarafındaki bir duvara” diyip şart koşuyor; en serbestiyet yanlımız, “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler, zamanın ruhu bu, önünde zaten duramazsın” diyerek işe olur veriyor. Bir Twitter hesabı açar gibi, aracı olan herkes girebilsin bu işe diyen bile var (Uber’in doğduğu ABD’de neredeyse böyle).
“Uber gelsin ama tüm kurallara uysun” diyense pek yok. “Bundan daha kötüsü olamaz nasıl olsa” diye düşünülüyor. Fena halde katılıyorum, bundan daha kötüsü olamaz ama daha iyisi de olamaz mı?
Hakikaten vergi prosedürü nasıl? Her insan kafasına göre bir iş kurabilir mi? Mevcut hak sahiplerinin durumu ne olacak? Çalışma hayatı nasıl düzenlenecek? Özlük haklarını kim belirleyecek? Bu soruların cevabı var mı? Ondan ziyade bir cümle dolaşıyor: Bak dışarıya nasıl gürül gürül çalışıyor Uber!
***
Bakalım. Geçen hafta tam da bunu yaptım. Hürriyet Pazar için derlediğim haberde, Uber’in tüm dünyada nasıl çalıştığına baktım (Şu linkte okuyabilirsiniz).
Avrupa’da hemen her yerde hukuki mücadelelerden geçmiş Uber. Sonuçta uluslararası bir şirket; avukatı, zamanı bol, dünyanın dört yanındaki şoförler direksiyon salladıkça kasasına para doluyor, mücadele edecek tabii... Ceza kesilirse ödüyor, sistem tıkanırsa açmaya çalışıyor. Ama birçok yerde kaybediyor bu mücadeleyi. Fransa’da, Almanya’da, Hollanda’da, İspanya’da burnunu sürtmüş hukuki süreçler. Şirket de geri basmış (Yani isteyen herkesin Uber şoförü olabildiği UberPOP uygulamasından vazgeçmiş). Bunlar bile kâr etmeyince (farklı farklı sebeplerle) Danimarka, Bulgaristan ve Macaristan’dan çıkmış.
Onlar açısından en vahimiyse, dünya vitrini Londra’da an itibariyle lisanslarının iptal edilmiş olması. “Çünkü” demiş İngiltere’nin başkentinde otoriteler; “Uber, ‘düzgün ve düzenli’ hizmet sağlamıyor”. Şiddet vakalarını bildirmiyormuş ya da geç bildiriyormuş örneğin. Eh, Uber de “istediğiniz her şeyi yapacağız” diye, kuzu kuzu razı olmuş. Şimdi Londralı yetkililerin randevu vermesini bekliyorlar.
ABD ve Kanada’da, birkaç eyalet dışında, karışan görüşenleri yok; işleri yolunda. Tam da murat edildiği gibi, isteyenin kendi arabasıyla taksiye çıktığı sistemi kurmuşlar. Eh serbest piyasa falan ama, o da dönmüş dolanmış bizim sisteme bağlamış; birçok şiddet vakası sonrası “Siz bu insanları araştırmıyor musunuz seçerken kardeşim” diye epey eleştiri var ama istim tutmuş bir defa yürüyor işler.
Afrika ve Ortadoğu’da da işleri oturtmuşa benziyor şirket ama Doğu’nun büyük pazarlarında golü yemiş çoktan. Çin’de baş edememiş rakibiyle, çıkmış ülkeden. Hindistan’da ise kafa kafaya gelmiş; şimdilik duruyor. Rusya’da ise rakibinin kanatları altına girmiş. Doğu’dan yükselememiş Uber.
***
Bu arada New York’tan Paris’e epey adli vaka da yaşanmış. Sarı taksicilerin karıştığı saldırılar, yakıp yıkmalar vs. En vahimi de Güney Afrika’da. Epey ölümlü saldırı var. Öldürülüp, cesedi tarlalara atılan şoförler, yakılan arabalar… (Bu arada Güney Afrika, herhalde taksi şoförlüğünün en zor olduğu ülke; Apartheid’in son dönemlerinde rakip şirketlerin birbirlerine saldırılarında yüzlerce insan ölmüş!)
Başka ölümlü vakalar da var. Brezilya’da müşterinin şoförü öldürdüğü vakalar… Latin Amerika’da hızlı büyümek isteyen Uber’in, nakit para kabul etmeye başlayınca, kredi kartının kimlik tespiti garantisinden mahrum kalan şoförler gecenin bir yarısı açık hedef olmaya başlamış. Uber, bu özelliği ‘kısmen’ düzeltene kadar (artık müşterilerden bir ‘vatandaşlık numarası’ da isteniyor) saldırılar ve ölümler artmış.
Mesele biraz bu. Uber bir şirket. Büyümek isteyen bir şirket. Nerede, ne koşulda olursa olsun büyümek isteyen bir şirket. Ona hava hoş. Olan şoförlere oluyor. İşte İstanbul’da, (muhtemelen taksici esnafı tarafından) ağzı burnu kırılan şoförün acısını herhalde Silikon Vadisi’ndeki büyük hissedar hissetmiyor. Brezilya’da bir gece yarısı öldürülen, Güney Afrika’da cesedi tarlaya atılanı da…
Peki, fikri bulan beyaz yakalılar, bütün çarkı döndüren şoförler için ne yapıyorlar? Saldırıya uğramalarını engellemek için ne tedbir alıyorlar? Şoförler kendi tedbirlerini alıyor. Hatta müşteriler de. Güney Afrika’da bir gazeteci anlatıyor: Bir kadın Uber şoförü, onu yanına oturtmuş, inerken de sarılıp öpmüş. Çünkü hem sürekli takip ediliyorlarmış hem de sokakta pusuda bekleyen taksiciler varmış! Zor hayatlar…
Ne gibi haklara sahipler peki? İngiltere’de Uber kullanmış iki taksici işte bu soruyu mahkemeye taşıdı. “Biz” dediler, “Özlük haklarımızı istiyoruz”. “Öyle bir hak veremeyiz” diyen Uber’e karşı ilk mahkemeyi kazandılar. Temyizde.
Uber, işçisine karşı mücadele veren bir şirket. “Sen benim işçim değilsin, sen tek başına bağımsız bir girişimcisin” diyen bir şirket. Uber de bir ‘plaka’ değil mi bu durumda şimdi?
***
“Biz bugün kimiz” sorusuna dönersek… Bizler sanırım artık sorularının arasında çoğunlukla ‘hak hukuk’ gibi meselelerin olmadığı insanlarız. Tam da iktidarın (ve mevcut dünya düzeninin) dayattığı gibi kerameti kendinden menkul, yoruma açık ve duruma göre değişen bir ‘adalet’i, ‘hukuk’a tercih ediyoruz. Bugün için ‘adil’ olan kötülerin, eskiyenin gitmesi…
Bize çektirenler gitsin, nasıl giderse gitsin istiyoruz. Yerine gelecek olanlar da işimize yarıyorsa nasıl gelirse gelsin… Muhafazakârımızla, sosyalistimizle, apolitiğimizle hepimiz biraz fazla mı ultra-liberal olduk? Sarı taksi berbat tamam da, sonuçta kapitalist saiklerle hareket eden, müşterisinden ve şoföründen önce kendi kârını düşünen bir şirkete bu kadar arka çıkmamız normal mi? Taksiciler kendilerine çekidüzen versin de, Uber vermesin mi?
Örneğin Uber bir taksi şirketi midir? “Değiliz” diyor Uber. “Biz bilişimciyiz, müşteriyle şoförü bir araya getiriyoruz” diyor. Bunun karşılığında da her seyahatten komisyon alıyor. Öyle mi gerçekten? Avrupa Adalet Divanı, sonbaharda verdiği kararda “Yok kardeş” dedi Uber’e. “Sen taksicisin. Ona göre muamele göreceksin.” Temyizi yok.
Peki nedir ona göre muamele görmek? Yasal prosedüre harfiyen uymak demek… Şoförlere hak tanımak demek… Bir de bana kalırsa, tamam araç havalı, ortam medeni ama “Biz taksici değiliz” diyerek insanları enayi yerine koymamak demek…
Uber, Netflix, AirBnb ve diğerleri… Mevcut düzeni, kodları, kuralları yıkıyorlar belli. Bir süre sonra değil sarı taksiler, uyduruk televizyon kanalları ve oteller, önlerinde belki devletler de duramayacak. Peki bize ne olacak? Biz de onların kodlarıyla mı düşüneceğiz?
PS: İlüstrasyonlar Serhat Gürpınar'ın el emeği göz nuru. Hürriyet Pazar'dan.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
ilk burdurlu
A. ile bir kafeden çıkmıştık ki, aceleyle dönüp bir şey unuttum mu diye masanın üzerine bir daha baktım. Unutmamışım. O sırada yanımızda bir...
-
Bazı filmler kendinden başka hiçbir şeyle anlatılmıyor. O kadar yoğun oluyorlar ki ne bir kitap ne bir film ne de bir geçmiş an geliyor ...
-
Biz Bağışladığın özgürlüğe yeğdir biçtiğin zından sonsuz güzelleşecek dünya biz kurduğumuz zaman senin verdiğin umudu ...
-
"(...) Yani bir eskrim sporu niye var diye soruyorduk Konservatuvar’a girdiğimizde. Niye eskrim diye ders var? Rahmetli Sait Tayla çok...
-
Melvyn Bragg’ın ‘In Our Time’ podcast’ında Hititler bölümü ... Üç akademisyen (ki biri Bilkent’ten İlgi Gerçek) oturup konuşuyor Bin tanrılı...
-
İranlı bir kadının işlettiği bir kafedeyim. Bir ay önce yine buraya gelmiştim. Verdiğim siparişi hatırladı: Çırpılmış yumurta ve Americano (...
-
Javaplein'deki kütüphaneye geldim. Birkaç Türk oturmuş, kütüphanenin orta yerinde siyaset konuşuyorlar. Yaşlıca bir adam "Türkiye’...
-
O kadar hızlı geçiyorlar ki kaldırımlardan. Omuzları düşük, başları öne eğik, rüzgârlı virgüller. İki nokta arasının doyumsuz seyyahları. Ak...