kara komedi etiketi de bizi kurtarmaz

Dün ‘Three Billboards Outside Ebbing, Missouri’yi izledim. Ne şahane bir sinematografi… Ondan da iyi oyunculuklar. Zaten alıp götürdüler oyunculuk Oscarlarını… 

Fakat böyle bir senaryoyla gelen yazarın (senarist ile yönetmen aynı kişi zaten, Martin McDonagh) kuyruğuna teneke bağlamak lazım. Başından sonuna sarkan, inandırıcılıkla uzaktan yakından ilgisi olmayan, her arızasında oyunculuğun gücüne yaslanan uyduruk bir hikâye. 

Bu tür şeylere genelde pek takılmam ama ‘Three Bilboards’un başarısı beni fena şaşırttı. Hemen herkesin bunca övdüğü bir filmi sonradan seyredince “Ben başka bir şey mi seyrettim” diye düşündüm. 

Bizdeki eleştirmenler de epey övmüş. Bir Türk yönetmen bu filmi çekseydi, eleştirmenler tarafından ona yaşatılacak (ve hak ettiği) ıstırabı hayal edebiliyorum. Filmden bir örnek: Bir polis durup dururken bir binaya dalar, bir kadının yüzünü parçalar, bir başkasını öldüresiye döver, camdan atar, üstlerine karşı gelir ve hakaret ederse, gördüğü tek yaptırım “Rozetini silahını teslim et” olur mu? Buna iyi senaryo diyenler, kusura bakmasın. ‘Kara komedi’ etiketi de kurtarmaz.

**

Film ABD’de geçiyor ama hikâye oraya özel değil, her yerde yaşanabilir. “Yaşanabilir” dedim ama aslında yaşanamaz da… Çünkü bütün kurgu ya tesadüflerle ya da neden olduğunu çok anlayamadığımız keskin dönüşlerle ilerliyor. Yaşanmıyor. 

Peki bize şunu mu söylemek istiyor bu film: Artık kanun yok, gözünüz kesiyor, gücünüz yetiyorsa buyurun mücadeleye… Polisinden dişçisine, din adamından reklamcısına, bundan sonra herkesin yaptığı yanına kâr kalacak. Bir nevi yeni sürüm Vahşi Batı… E kalıyor zaten bugün de. Sadece bir kusur işleyen o kusurun üzerini örtmek için azıcık da olsa çabalıyor. Burada o yok. 

“Biz artık bu noktadayız, hele Trump’un Amerikasında işler böyle yürüyor” mu diyor yoksa film? Eleştirel bir derdi olsaydı, buna da eyvallah ama o da yok. Bana daha çok “Trump’un Amerikasında, post-truth yıllarında Oscar adayı filmler bile artık bu kadar kafadan atma olabilir” diyormuş gibi geldi.

***

Yok yok, bunlar değil. Olsa bile tesadüfi. Filmdeki gibi. 

Biraz daha zorlamak pahasına yazayım. Filmin kendisiyle değil de birazcık bizimle ilgili bir şeyler var çünkü. 

Yönetmen / senarist, hikâye yapısını ve olay örgüsünü hiç umursamayan senaryosuyla bizim güncel bakışımızı dikkate almış gibi. 

Yani şu: Bugünün insanları, sevdikleri benimsedikleri insanın kusurlarını, hatalarını görmezler; tuttukları tarafın falsolarını göz ardı ederler. Adalet tesis edilen yolda, günahlar önemsenmez. 

Ya da şu: Kötü biri, onca suça rağmen, ‘iyilerin’ arasına karışıyorsa bu da tamamdır. Sorun yok. Ne yani, bir polis siyahlara işkence etti, hareketlerini beğenmediği bir adamı pencereden attı diye, bir iyiye yardımı dokunduğu zaman, daha önce yaptığı kötülükleri başına mı kakalım? Adalet, bizde artık biraz da böyle işleyen bir şey. Bizim kampa geliyorsan, önceki günahlarını unuturuz.

Hafızanızı tarayın. Örnekleri hızla bulursunuz. 

Bir de algı eşiğimiz düşük artık. Bir tweet’ten ötekine sıçramaktan yorgunuz. Senaristsen ve hikâyeyi iyi bağlayamadıysan sıkıntı yapma, bir tesadüf uydur, vur geç… Aldırış etmiyoruz artık. Sinema yazarları da etmiyor. Vurucu olsun, havalı olsun ama her şeyden önce dramatik olsun. Daha da iyisi hem dramatik hem komik olsun. Tam da bu filmdeki gibi. 


Korkarak söylüyorum ama işin aslı şu: Biz biraz dağıldık sanırım. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sen ne dersin?

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...