karda kışta gazete

Gazetelerle, gazetecilik faaliyetiyle ilgili her şey beni hâlâ duygulandırıyor. 

Volkskrant, Parool gibi Hollanda gazetelerinin yayımcısı dpgmedia şu tam sayfa reklamı vermiş. 


Kar fırtınası altında, üstelik bir de korona zamanı, gazeteleri evlerin eşiğine dek getirmeye çalışan herkese teşekkür ediyorlar. Şoförlere, depoculara, bisikletli dağıtıcılara…


Yalan yok, bisikletli dağıtıcılar şu fotoğraftaki gibi dört dönüyorlar sokakları. 


Gazetelerin yaşadığını hissettiriyorlar. 

oturan adam

Joe Biden’ın başkan olduğu günden bir fotoğraf kaldı. Bernie Sanders’ın fotoğrafı. Herkes onu konuşuyor. 

Fotoğrafın interneti ‘kırmasının’ sebepleri var. Bir adet huysuz görünümlü yaşlı adam içermesi, adamdaki bitse de gitsek havası ama en çok olayla mekânla tezat pofuduk yün eldivenler…


Bana kalırsa sebep başka. Fotoğraf herkese garip geliyor çünkü adam oturuyor. Hiçbir şey yapmadan, kollarını kavuşturmuş oturuyor. Daha uzun süre bir şey yapacak gibi de durmuyor. Belli ki sadece oturacak. Oturup bekleyecek. Eline bir telefon almayacak.


Böyle bir insanlık durumu kalmadı. Fotoğrafın içten içe yadırganması bundan.  




diyet

Yeni yıl yeni kararlarla gelir. Azaltmak, azalmak, ferahlamak… Kararlar alırız. Bozmak için. 

Bu kararlar için tonla makale yazılır. “Hayatınızda temizlik yapın” der bazı yazılar. Fazlalıklardan kurtulun. Fazla eşyadan, fazla laftan, fazla insandan… 

Fazla insan… Ne demek fazla insan? Eh, görüşmediğiniz herkesi aklınızda taşımayın demek herhalde. Belki de sizin ilginize karşılık vermeyenlerle ya da sizinle yeterince ilgilenmeyenlerle ilişiğinizi kesin demek. Bilemiyorum. 

Neticede bir insan diyeti… Böyle lafları siz de çok okumuşsunuzdur. “Gereksiz insanlardan kurtulun” laflarına çok rastlamışsınızdır. Belki siz de bu diyeti yapmışsınızdır. 

Bir de terazinin öteki kefesinde durmak var. Kurtulunan insan olmak. Fazlalık ya da gereksiz olmak. Böyle düşününce ağır gelmiyor mu? 

Biz de birilerinin diyetiyiz. 

Resim Edward Hopper'ın.

içinde olmak istediğim film


Herkes için bunaltıcı zamanlar… İzninizle şuraya sevdiğim bir şey koyayım. Inside Llewyn Davis… Doğrusu, ben de kendi payıma bir süre bu filmin içinde, Llewyn’in dünyasında olmak isterdim. 


Llewyn Davis hakkında, çok yakın arkadaşımmış gibi saatlerce konuşabilirim. Ama başka zamana bırakayım.


if you miss the train I'm on...

artık yazılmayan şiirler

Bir komplo teorisine inanmış birinin artık bu teorinin aksine asla ikna olmadığını fark ettiniz mi? 

Covid-19’un laboratuvarda üretildiğine, İkiz Kuleler’i aslında Amerikan hükümetinin yıktığına, dünyanın beş aile tarafından yönetildiğine bir defa inananlar, önlerine ne kadar kanıt konsa da başka türlü -ve bilimsel- bir izaha kulak asmıyorlar. 


Kanıt gösterenlerin bilim insanı, doktor, ekonomist, bir şekilde işinin uzmanı olması da yetmiyor. Üstelik, “bakın bunlar komplo teorisidir” diyenlere de aklı yalanlarla bulanmış, saf veya avanak gözüyle bakıyorlar. 


Şimdi aşı tartışması var. Komplo teorisyenleri bir süredir Covid-19’un zaten sonrasında insanları aşılamak için özellikle üretilmiş bir virüs olduğunu işliyorlardı. Aşıların bulunduğu ve hükümetlerin alışveriş sırasına girdiği günlerde bu savlarını iyice ısıttılar. Şimdi aşı takvimi başlamak üzereyken artık bu tuhaf teoriler de son raddesine vardı. 


Dünya elitleri insanları aşılayarak köleleştirecekler; onlar bir şekilde sonsuza kadar yaşayacak, Bill Gates zaten yıllardır işin içinde falan…


*


Geçen gün sevgili Fatih Artvinli, İlker Küçükparlak ile yaptığı Instagram yayınında şair Ceyhun Atuf Kansu’dan söz açtı. Doktormuş meğer Kansu. Turhal Şeker Fabrikası hekimi olarak görev yapmış. 1940’lı yılların sonları… O görevi sırasında yöredeki köyleri dolaşmış, hekimlik etmiş. 


İşte o günlerde ‘Kızamuk Ağıdı’nı yazmış. Bir günde 23 küçük çocuğun kızamıktan ölüp gömüldüğünü gördükten sonra…


Bu sadece bir şiir değil, Türkiye’nin toplumsal tarihine dair, yürek sızlatan bir belge. 


Kendisi de şair, tıp tarihçisi Fatih, o gün yayında müthiş bir isabetle, benim bugüne dek bilmediğim bu şiirden dem vurdu. Tedavi imkânlarının yokluğunda, Kansu’nun hissettiği çaresizliği, çocukların göz önünde birer birer kayıp gitmesinin tarifsiz acısını anlattı. Gerçi bunu anlatmak mümkün değil; Kansu da “Görmediniz, anlatamam, ürperiyorum” diye yazmıştı zaten.


Bugün bu şiirler yazılmıyorsa, kızamık aşısı sayesinde. 


*

Bu meselenin sadece bir yüzü. 


Kansu’nun zamanında bir hastalık baş gösterince bilimden medet umuluyordu. Sorun çözümün bir yere ulaşmasıydı. Ya da gecikmesi. Fena halde gecikmesi.


Bugün yine bir hastalık var. Ama bilimin önerdiği çarelere “içimize çip yerleştirecekler” diye karşı çıkanlar var. Bu itirazlar üstelik ulusal kanallarda, gazetelerde; çok okunan websitelerinde yapılıyor. 


Dedim ya, Fatih Artvinli, Kızamuk Ağıdı’na işaret ederken, “Aşısız günlerde ne olduğuna; insanların, çocukların nasıl kırılıp düştüğüne bir bakın” derken şüphesiz haklıydı.

Ama sonra düşündüm de… Bugün farklı mı? Binlerce, on binlerce, yüz binlerce insan bugün de ölmedi mi? Herkes bunu görmedi mi? 


Meselemiz artık, bunları görenlerin dahi “çip var” demesi… Sadece bizde değil, bütün dünyada böyle diyenlerin çıkması. 


Dipte, derinde bir güvensizlik var. Anarşik bir güvensizlik.  


Bugün dahi ikna edemediyse, bilimin bir daha hiç ikna edemeyeceği insanların beslediği çok koyu bir güvensizlik. Virüsün dalgaları gibi, bu da çoktan bir dalgaya dönüştü.


Hakikatle ilişkimiz giderek zayıflarken, bu dalga da her gün büyüyor. 


Virüsten sonra da kalacaktır. 




PS


Fatih Artvinli - İlker Küçükparlak yayını için buraya 


Kızamuk Ağıdı şiiri için buraya.


Ceyhun Atuf Kansu’nun bir hekim olarak portresi için de buraya. 


Resim: İspanyol Gribi’ne yakalanan Edward Munch’ün otoportresi 

10

 

Yazayım diyorum hep unutuyorum. Hayatın hayhuyu işte. Bu blog, Eskiusul, bu sene bir ara 10 yaşına bastı. 


Kainat gibi genişleyip duran internet boşluğunda yazı yazmak ne işe yarar? 


Dev bir metropolün kıyısında bir adres bu. Uzak mahallede, ara sokakta. Gelmek için adresi bilmek lazım. Unutmamak lazım. Bu işler zor bugünlerde.


Yine de gelenler oldu. 


Bazılarını tanıyorum, bazılarını artık daha iyi tanıyorum, bazılarını tanımasam da tanıyorum. Sen, ben, biz yani. Güzel. Yazmak bu işe yarıyor. Bizi birbirimize yaklaştıran o görünmez bağları dokuyor. 


İşsiz kaldığım bir dönemde Eskisul bana iş de buldu. Teferruata girmeyeyim şimdi ama şu kadarını söyleyeyim: Bir sırtı olsa blogun, “Aferin” diye bir şaplak atardım.


Kendi içinde bir eğitim alanı da oldu Eskiusul. Elim boş kalmadı, klavye işledi. Dükkân açıldı. Şu da var yalnız: 10 yıl boyunca, buraya istediğim sıklıkta yazmadım. Ama neredeyse her gün “şunu da yazayım” diye düşündüm. Ne haberler, ne öyküler, ne şiirler, ne analizler… Yazmadıysam tembellikten. İyi kurtardın yani kendini sevgili okur!


10 yıl olmuş demek. 10 yıl önce Ortaköy sahilinde oturmuş denize bakarken, dur bir blog açayım demiştim. 


Tam olarak, bir blog daha açayım demiştim. Uzak şehirlerde iki kardeş ya da arkadaş… İlki yaşça daha da büyük. Hâlâ arada girer bakarım.


Neyse bu kadar melodram yeter. Yazdıkça duygusallaşacağım. Burada kesiyorum. “Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” demeyi unutmadan uzanıp yanağından öperim Eskiusul.


Sizleri de öpüyorum ey adresi bilenler… Mutluluk getirdiniz. 


PS: Resim Edward Hopper’ın. Onuncu yıla bu giderdi.

ilk burdurlu

A. ile bir kafeden çıkmıştık ki, aceleyle dönüp bir şey unuttum mu diye masanın üzerine bir daha baktım. Unutmamışım. O sırada yanımızda bir...