kosova notları - iskender bey'in sakin torunları


Kosovalılar sürekli macchiato içiyor demiştim; tabii tek yaptıkları bu değil. Bir yandan da bir ülke inşa ediyorlar. Başkent Priştine’nin merkezinde yeni konutlar yükseliyor, çevresinde onu ülkenin kalanına bağlayan yeni yollar açılıyor. Türkiye’yi seviyor Kosovalılar, Türkiye’nin enerjisinden, insan kaynaklarından, dinamizminden hararetle bahsediyorlar. Bu önemli bir gelişme sayılır; çünkü arada her ne kadar din bağı olsa da, Arnavutlar’ın Türkler’den hazzettiği eskiden pek iddia edilemezdi. Osmanlı’ya ikide bir isyan eden Arnavut beylerinin hatırası uzak değil, Arnavut tarih kitapları –biraz hafifletilmişse de- bunlarla dolu. 15. yüzyılda Osmanlı’ya bölgede kök söktürmüş İskender Bey’in heykeli, Priştine’nin göbeğinde bütün heybetiyle yükseliyor. İskender Bey, Kosovalı…

Devir değişti, şimdi Türkiye’ye benzemek istiyorlar. Ama Doğu’nun teknolojisini alırken, kötü huylarına da bulaşıyorlar maalesef! Örneğin yakından müşahade ettiğim üzere, kuyruklarında dirlik düzenlik yok, her türlü kaynak yapmak serbest. Az önce bahsettiğim Priştine çevresindeki yollar da yeniden yapılıyor ayrıca. Daha geçen sene tamamlanan ana yolda asfalt yer yer çökmüş, ulaşım zor. Hükümet hakkında kime sorsanız, yolsuzluktan, yozlaşmadan açıyor ağzını.

Bağımsız iki yılda, bu açıdan geriye koşmuşlar. Yönetim sıkıntılarını tamir edip, bana çok hoş gelen özgün yanları üzerinde yoğunlaşmalarını umarım. Evet, Kosovalılar’ın Türkiye halkına pek benzemeyen - ancak onlardan kopya çektiğimiz takdirde burada da işe yarayabilecek- hasletleri mevcut. Bir kere sakin insanlar, vara yoğa öfkelenmiyorlar, şehirde sinirlerini aldırmış gibi sessizce dolaşıyorlar. Kahvelerde, çay bahçelerinde asla bağırıp çağıırmadan, neredeyse fısıldaşarak, sessizce konuşuyor, gülüşüyor, eğleniyorlar. Satıcılar tacizkâr değil, şehirde gerilim yok. Halbuki İstiklâl Caddesi’nde o gerilimi elinizle tutup, oyun hamuru gibi yoğurabilirsiniz.

Cadde demişken, Kosova’ya beraber gittiğim gruptaki kadınların, Priştine caddelerinde gece gündüz demeden gayet şık kıyafetler içinde arz-ı endam eyleyen hemcinslerini pek beğendiğini söylemeliyim. Bu konuda birinci tekil şahıslı cümleler kurmaktan kaçınıyorum tabii ki. Yine de şu kadarını söylemekte beis yok: O olmayan gerilimin olmamasının sebeplerinden birisi cinsel gerilimin de olmaması. Herkes gayet rahat ve her şeyden önemlisi herkes kendi halinde.

Makedonyalı bir Arnavut olan Kerim “savaştan sonra artık aileler gençleri sıkmıyor” demişti. Bu doğru olmalı ama yine de bir sıkıntıları var. Kosova’da en iyi maaşlar bile 300 euro’yu geçmiyor. Avrupa’ya göç etmiş onbinlerce Kosovalı’nın memlekete gönderdiği paralar durumu ancak birazcık kurtarıyor.

Kosova, her şeye rağmen pozitif bir başlangıç yapmak için iyi bir noktada. Benzetmek uygunsa söyleyelim: Evliyken çalışmasa da, boşandıktan sonra kendi ayaklarının üzerinde durabilen çok insan var. Tabii birçok Kosovalı’nın yeniden evlenmek istediğini saymazsak. Zira Arnavutluk’la birleşmenin formüllerini arayan da çok kişi mevcut.

Son olarak bir Lonely Planet notu: Kosova'da pazarlık yapmayın. İndirime yanaşmıyorlar, ama sizi severlerse aldığınız şeyi hediye bile ederler. Buradan kendiniz için bir sempati endeksi de çıkarabilirsiniz yani.

kosova notları - blair ve adaşları


Tony Blair’in şu dünya üzerinde en sevildiği yer neresi? Kendi evi değilse, muhtemelen Kosova’dır. Taze başkent Priştine’ye girdiğimizde bütün caddelerin Blair’in afişleriyle donatılmış olduğunu gördük. Üzerlerinde “Blair, bir lider, bir arkadaş, bir kahraman” yazıyordu.

Ama bunca teveccühe rağmen, Kosova, en çok Blair’in sevildiği bir üke de değil. Afişleri ilk gördüğümüz yerin Priştine’nin havaalanı yönündeki Bill Clinton Bulvarı olduğunu söylemeliyim. Üstelik bulvarda afişlerden de önce göze çarpan, Bill Clinton’un heykeliydi.

Kosovalı Arnavutlar, 1999 savaşında Sırp baskısını kıran NATO operasyonunu en çok destekleyen iki lider Clinton ve Blair’i unutmamışlar. Ben Priştine’ye gelmeden üç gün evvel Blair başkentteydi. Onur madalyası aldı, kendi adını taşıyan Arnavut çocuklarla buluşup fotoğraf çektirdi.

Yeni doğan bir devlette bu tip jestler doğal. Kosovalılar kimseye minnet etmeden de varlıklarını sürdürecektir. Sadece şimdi biraz kafaları karışık; her şeyi yapmak isteyip, bu isteğin ağırlığı yüzünden hiçbir şey yapamayacak gibi bir halleri var. Askerliğimin sona erdiği gece, 00:00’da, Kıbrıs Paşaköy’deki birliğimden ayrılıp doğrudan Ercan Havaalanı’na yollanmıştım. Sivil hayatımın ilk dakikaları müthiş bir rahatlamayla geçti, askerlik boyunca hayalini kurduğum her şeyi aklımda sıralamaya çalıştım. Olmadı, aklıma yapacak hiçbir şey gelmiyordu. Oturup sabaha kadar kahve içtim.

Kosovalılar işte benim Ercan’daki halime benziyor. Devletlerinin bu ilk yıllarında (2008’de bağımsızlık ilân ettiler) akıllarına yapacak çok bir şey gelmiyor gibi. Onlar da oturup sürekli, buralarda nedense çok popüler olan macchiato içiyorlar.

Ama rahatlayıp değişecekler. Bu da çok net görünüyor.

yeni ülkede eski adetler


Kayıtlara geçirelim, bir dünya kupası finalini, milli takımları henüz uluslararası turnuvalarda oynamayan bir ülkede seyrettim. Ama Balkan genleri sağ olsun, taze ülke Kosova’da halk futbola boş değilmiş; doğal olarak finali de ıskalamadılar. Başkent Priştine’de cafeler Hollanda’yı da İspanya’yı da destekleyen taraftarlarla doluydu. İstanbul’da biz uyuşmuşuz belli; milli futbola hasret Kosova halkı kaçan gollerden sonra öyle içten üzülüyordu ki... İspanya kazandıktan sonra arabalarıyla dattiri dattiri konvoy yapanlar olduğunu söylesem abarttığımı düşünebilirsiniz, ama bu gerçekten oldu. Hollanda kazansaydı da fark edeceğini zannetmiyorum.

Ülke yeni ama naklen yayını TRT’den daha iyiydi. Devre aralarında televizyon kanalının alabildiği reklam sayısı sadece 3 (yazıyla üç.) Biz de doyasıya pozisyon tekrarı ve saha içi görüntüler seyrettik. Merak eden varsa, spikerin maç anlatımı da bizimkilerden ötedeydi. Dilini anlamıyorduk elbette ama spiker konuşma temposunu gayet iyi ayarlayıp, yaptığı işi sevdiğini belli ederek anlatıyordu maçı. Üstelik Morgan Freeman dahil ekrana gelen herkesi şıpın işi tanıyor. Ömer Üründül’ün Arnavut versiyonuna da rastlayamadık.

Dili anlamıyoruz dediysek, o kadar da değil. “Çeyrek final”e burada da çeyrek final deniyor.

Bir not da Galatasaray taraftarlarına. Yeni transfer Lorik Cana Priştine’li. Soyadının peltekçe tıslayarak “Tsana” diye okunması gereken futbolcu, erkeklerinin zamanında “Beg” unvanına sahip olduğu epey zengin bir aileden geliyor. Cana’ların ailesinin özelliği savaşlarda cengaverlik göstermesi, düşmanı tamamen yakıp yıkana kadar durmamalarıymış. Futbol anlayışı buradan mı geliyor acaba?

kahve sırası kimde?



Ömrümüz dergide kahveyle geçiyor. Ama Twin Peaks ambiyansı eksik. Bu gidişle onu da tamamlarız.

Buradan Çağla'ya sesleniyorum. Çok içmekle ama yeterince kahve demlememekle suçluyorsun beni. Bugün keyifle içtiğin kahve bendendi, afiyet olsun!

gökkuşağını batıramazsınız



Fransa, Pasifik’teki nükleer denemelerine 1996’da son vermek zorunda kaldı. Greenpeace’in başını çektiği çevre örgütleri ve aydınlar hükümeti şiddetle eleştiriyordu. Hükümet yenilgiyi nihayet kabullenirken, eski günlere atıf yapan bir slogan da öne çıkıyordu: Gökkuşağını batıramazsınız!

Eski günler… 25 yıl önce bugün, Fransız gizli servisi, Auckland (Yeni Zelanda) Limanı’nda demirli Greenpeace gemisi Rainbow Warrior’a (Gökkuşağı Savaşçısı) bombalı bir sabotaj düzenledi. Greenpeace, Fransız hükümetinin Güney Pasifik’teki nükleer denemelerini protesto etmek için bölgedeydi.

Fransızlar nükleer denemelerini kendi ülkelerine güvenli bir mesafede, Fransız Polinezyası açıklarındaki Mururoa Resif’i civarında yapıyordu. Daha iki ay evvel yine yakın bir bölgedeki Amerikan denemelerini protesto eden ve Rainbow Warrior’la Marshall Adası’ndan 300 kişiyi tahliye eden Greenpeace, Fransa’ya da açıktan karşı çıkmış ve Pasifik’te başka gemilerin de katıldığı bir protesto düzenlemişti. O protestoda Fransız ordusunun komandoları gemilere saldırdı.

10 Temmuz’da gece yarısına doğru ise Rainbow Warrior batırıldı. 12 kişilik mürettebattan, fotoğrafçı Fernando Pereira patlamalarda hayatını kaybetti. Evli ve iki çocuk babasıydı.

Benim kuşağım 1985’te daha çocuktu. Haberimiz olmadı. Greenpeace’in bugünkü yönetim kurulu başkanı Kumi Naidoo ise memleketi Durban’da (Güney Afrika) apartheid düzenine karşı çıkan genç bir aktivistti. International Herald Tribune’de bugün yayımlanan makalesinde, dünyayı sarsan saldırıyı radyodan dinlediğini yazıyor. Naidoo işte o gün iki şeye uyanmış. Birincisi şu: Bir gemiye doluşmuş, barış yanlısı küçük bir grup, güçlü bir demokratik hükümeti bile sindirebilir (o kadar etkili olurlar ki, o demokratik hükümet şiddete yönelebilir.) Demokratik gücün paradokslarından biri…

Naidoo’nun ikinci çıkarımı ise şöyleydi (ve daha da önemliydi): Yaşamlarını, kişisel çıkarlardan uzak durarak dünyanın iyiliğine adayan insanlar, evet, gerçekten mevcuttu. Bunu yazdığına göre, Güney Afrika’nın o zamanki zalim yönetimine karşı eylem yapan Naidoo, besbelli kendini koca dünyada çok yalnız hissediyordu.



Yalnızlığı dert edinmemek için aslında iyi bir sebebi varmış. Naidoo’nun yıllar sona başına geçeceği Greenpeace, Kanada’daki İlk Kavim kabilesinden doğan bir kehanetin üzerine –Kanada’da- kuruldu. Şöyle diyordu kehanet: “Yerküre’nin hastalanacağı bir zaman gelecek ve o zaman geldiğinde dünyanın dört tarafında lafa değil işe bakan insanlar toplanıp bir kabile oluşturacaklar. Yerküre’yi iyileştirmek için çalışacaklar. Onlara ‘Gökkuşağının Savaşçıları’ denecek.”

Rainbow Warrior dünyayı dolaşmaya devam ediyor.

ahtapot paul vs. yenal


Şu an insan psikolojisi üzerine deneylerle dolu bir kitap okuduğum için herhalde, gaza gelip dergide küçük bir soruşturma yaptım.

Soru şuydu:

“Farz edin ki futbol hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz Ama Pazar akşamki Dünya Kupası finalinde bahis oynamak istiyorsunuz. Hiçbir şey bilmediğiniz için tavsiyeye muhtaçsınız. Bu noktada ben size diyorum ki, ‘bugüne kadar altı maçtan üçünü tutturdum, futboldan da biraz anlarım, bence şu takıma para yatır.’ Ama bir başkası da çıkıp diyor ki, ‘Arkadaş, Almanya’daki Ahtapot Paul altı maçtan altısını da bilip tulum çıkardı, şimdi Yenal’ın tam aksini işaret ediyor. Paranı onun takımına yatır, sonra üzülme.’”

Bu soruya muhatap olan 21 Newsweek Türkiye çalışanının 15’i Paul’ü seçti. Altı kişi bana inandı (teşekkür ediyorum gençler, çok tatlısınız)

Bana değil insana inandılar tabii.

İster ahtapotçu ister insancı olsunlar, gerekçeleri neydi peki? İşte seçme parçalar:

Serhat (Gürpınar): Sonuna kadar ahtapot, bu işte bir iş var.

Selçuk (Tepeli): Kusura bakma Yenal, ahtapotun önünü kesmeyelim bu saatten sonra.

Murat (Yalnız): Tabii ki insan, yoksa kimden hesap soracağım tahmini çıkmazsa, Allah’ın tutuna tutuna yüzen ahtapotuyla mı hesaplaşayım (Paul’e bir gıcığı var herhalde)

Mustafa (Alkan): Abi sen de hiçbir şey bilememişsin ki.

Çağla (Kalafat): Ahtapot işi tesadüf. Sonuçta bir maymun da Shakespeare yazabilir. Esas istatistikler yalan.

Uzayıp gider… Tercihlerini ekonomik formüllerle ve istatistikle açıklayanlar da oldu; kadere inananlar, mistik açıklama arayanlar da vardı. Ahtapotun esasen tavada değerlendirilmesi gerektiğini söyleyenler de mevcut bu arada.

Ama 15’e 6 be abi. Sonuçta o bir ahtapot, ben insanım (çok acıklı geldi bu cümle şimdi.) Üç maçta yanıldıysam ne olmuş yani? Xavi, Robben, Casillas, Van Bommel falan hepsini biliyorum; eski maçlar hep hatırımda…

Diyorum da, benim oyum da ahtapota gitti şaka maka. Doğru dürüst bir gerekçem de yok! Öyle diyorsa bir bildiği vardır! Ama Ahtapot Paul İspanya’yı seçmiş, ben Hollandacı’yım. Gönlümle mantığım (ahtapot mantığı yani) ayrı şeyleri söylese de paramı yine de Hollanda’ya yatırırdım.

Burada bir şizofreni saklı, dedi Bahar. O kadarı olsun artık! Hollanda da kazansın ama.

maaşlar yatmış



Aktüel’deyken, bir ara maaşın ayın kaçında yatacağı konusunda bir belirsizlik olmuştu da (TMSF’ye geçmiştik), Emre (Ünsallı) “maaşlar yatmış” hareketini başlatmıştı. Şirket el değiştiriyor, bir sürü gelir gider hesabı var, milyon dolarlar gidiyor geliyor, peki bizim maaşlar ne olacaktı? Ancak her şey paylaşıldıktan sonra bize sıra geleceğini düşünüyorduk. Neyse ki bir sorun çıkmadı, biz maaşları düzenli aldık ama bu cümle baki kaldı. İkide bir sebepli sebepsiz söylemeye başladık. Şimdi “bu maaşlar yatmış” pimi çekilmemiş el bombası gibidir. Patlayacak mı patlamayacak mı, belli olmaz. Ay ortası, bayram öncesi filan söylendiğinde inanmazsınız, yine de “ulan ya doğruysa” diye eliniz hemen internet hesabına gider.

The Economist'te başbakanların karşılaştırmalı maaş hesabını görünce, aklıma bu “maaşlar yatmış arkadaşlar” hareketi geldi. Liste başı Kenya’ya baktığınızda siz de anlayacaksınız. Yukarıda fotoğrafını gördüğünüz Kenya başbakanı Raila Odinga, kişi başına düşen milli gelir hesabıyla (satın alma paritesine göre) vatandaşlarının tam 240 katı kadar maaş alıyor. Yani bu adam maaşını alıyor, kalanı da Kenyalılar arasında bölüşülüyor.

Listeden diğer bir detay… Singapur Başbakanı Lee Hsien Loong’un yıllık geliri yaklaşık 2 milyon 200 bin dolar (Ama bu maaş vatandaşlarının gelirinin ancak 40 katı, ne kadar zenginler, hesap edin artık.)



Listede olmayan bir detayı da ben ekleyeyim. 2009 verilerine göre Başbakan Erdoğan’ın yıllık maaşı 75660 Amerikan doları. Bu da satın alma paritesine göre Türkiye’de kişi başına düşen yıllık gelirin yaklaşık altı katı ediyor. Gelir açısından Arjantin’e yakın, vatandaşa oran olarak da İngiltere ile Tayvan arasında. Makul bir yer sayılır.

Bu arada, maaşlar yatmış Emre.

ay sarayında