herkes egosunu bir kenara bırakmış

Spor bir yana bisiklet bir yana... Fransa Bisiklet Turu dört gündür devam ediyor. Her gün ayrı trajedi, ayrı delilik, ayrı zafer... Kırık kemiklerle, çıkan omuzlarla finişe kadar kilometrelerce sürenler de orada, bir gün zafer kazanıp ertesi gün yarışı terk edenler de... Dahası, müthiş bir alçakgönüllülükle (ve elbette takım emirlerine itaatla) bir başkası için çalışan şampiyonlar da... Koalisyon görüşmeleri öncesi 'egolarınızı bir kenara bırakın' lafı meşhur oldu. Egolar nasıl bir kenara bırakılır, hakiki örnek isteyen Fransa Bisiklet Turu'na baksın. Bir örnek geçmişten 1934'ten gelsin... GQ Türkiye'nin bu ayki sayısı için Bisiklet Turu'nun tarihinden efsanevi notları derlemiştim (Dünyanın En Zor, En Vahşi, En İnsafsız ve En Güzel Yarışı). René Vietto'nun benzersiz hikâyesi de bu notlar arasında. 


Dünyada bu denli epik anın yaşandığı başka bir spor dalı yok. "Nasıl yani” diyorsanız Fransız bisikletçi René Vietto’nun 1934’te yaşadıklarına bakın. 20 yaşındaki Vietto, 1931’in şampiyonu Antonin Magne’nin lider olduğu takımda domestikti. Yani görevi Magne’ye yardım etmekti. Vietto görevini fazlasıyla yaptı ama Alpler’e gelindiğinde henüz tanınmayan yarışçının çok iyi bir tırmanışçı olduğu da ortaya çıkmıştı. Sonuncusu bir zamanlar kapıcılık yaptığı kasabanın yakınlarında olmak üzere tam dört etap kazanarak genel klasmanda üçüncü sıraya yükseldi. Magne’yi iyiden iyiye tehdit ediyordu ve takımın lideri durumdan hiç hoşnut değildi

Pireneler’e gelindiğinde herkes nefesini tutmuştu. Zaten ne olduysa da orada oldu. Col de l’Hospitalet inişinde Magne düştü ve tekerleği parçalandı. Yakınlarda bir takım aracı da görünmüyordu. René Vietto hiç düşünmedi kendi tekerini çıkarıp verdi. Sonra da oturup bekledi. Yine de umudunu koruyordu. 

Ertesi gün, Col de Porte inişinde Magne bu defa lastik patlattı. Vietto öndeydi ama liderinin arkada bağırdığını duydu. Çoktan indiği tepeyi yeniden tırmandı ve yine bir tekerini Magne’ye verdi.

Sonra yolun kenarındaki taş korkuluğa oturup ağladı. Beşinciliğe düşmüştü. 

René Vietto, Fransa Bisiklet Turu’nu hiç kazanamadı.


En üstteki o efsane anın fotoğrafı. İkinci resim Vietto. Üstteki ise Col de Braus'ta, yol kenarında, nefes kesici bir inişe bakan mezartaşı (1988'de, 74 yaşındayken öldü). 

Alltaki fotoğrafda üçüncü etaba sarı mayoyla başlayan İsviçreli Fabian Cancellara var. Etaptaki feci kazadan sonra ayağa kalktı, finişe kadar 50 km bisiklet sürdü. Omurgasında iki kırık olduğu sonradan ortaya çıktı. Bir altındaki fotoğrafta 'huzur dolu' pelotonu Hollanda, Zeeland'da görüyoruz. Üçüncü ve dördüncü fotoğraflar arnavutkaldırımı yollarıyla zorlayan dördüncü etabın 'düz' yollarından.     



bir millet mahsuplaşıyor


“Van Persie’yi mi alacakmış Fener?”

“Alacak abi” diyor. “15 milyon euro gelecek Şampiyonlar Ligi’nden, ona ayırdılar.”

“Galatasaray da iyi transfer yaptı yalnız” diyorum. “Abi” diye lafa giriyor, “Kurnaz adamlar, Podolski’ye çay içirdiler imzada, şimdi maliyetini çay reklamından çıkaracaklar. Ama Sabri’nin ücretini yükseltmeselerdi iyiydi, gerek yok.”

Beşiktaş konusunda da fikir sahibi elbet. “Şimdi iki futbolcu sattı, kasada 18 milyon duruyor, birazıyla borcunu öder, kalanıyla da bir golcü alır, yeter o Beşiktaş’a. Akıllıca hamle.”

Bilmiş bilmiş gülüyor: “Beşiktaş’ın başkanı muhasebeci abi” diyor. “Adam hesap kitap biliyor.”

Kendisi de biliyor. Ya da bilmiyor. Ben onun neyi ne kadar bilip bilmediğini bilmiyorum. Ama o kafayı fena halde muhasebeye takmış durumda. Hangi spor kulübü nereden ne alacak, nereden ne kadar gelecek, kimin hangi bankaya ne kadar borcu var, hepsine hazır lafı var. Esirgemiyor da, konuşup duruyor. 

Yalnız değil. Eskiden “şu adam Fener’e gelir mi” diye hayal kuran birçok taraftar, şimdi hem hayal kuruyor hem likidite hesabı yapıyor. Hepsi yeminli mali müşavir, hepsi mahsuplaşma peşinde. “İki satır tatlı tatlı hayal kuralım, gönlümüzün çektiği takımla rüyalarda çift kale maç yapalım” yok, illa maliyet illa borç, faiz, senet… Yeni taraftarlık bu. 

‘Yeni’ olan her şey bu zaten. Sadece taraftarlık değil. Yunanistan iflasa giderken İstanbul sokaklarından yorum: “Ama müsriftiler, hazinede o para yok, borçla dönüyordu ülke” Komşu referandumda Avrupa’ya kafa tutarken: “Sübvansiyonlar da kesilince bakalım o zeytini üretebilecekler mi?” Ya da “Olmaz abi, önce borcunu ödeyeceksin, sonra istediğin kadar kafa tut.”

Ne yazıktır ki milletvekili sıfatı taşıyan birinin söylediği de şu: “Sonra borç diye bizim kapımıza gelmeyin.” 

Koca ülke çöküp gidiyor, bizimkiler kendi ceplerinden para çıkmış gibi gergin. Tam apartmandaki gıcık komşu işte: “E çoluğun çocuğun rızkını hovardalıkta harcamış… Düğünde takılan bilezikler halen sıra sıra kolunda, onu bozdurmamış daha halen para istiyor sağdan soldan, piiii.”

Bu kadar para pul hesabı yapan başka bir millet var mıdır? “Siz ne ara bu kadar zalim oldunuz” bir ara günün popüler sorusuydu. Bugünlerde “Siz ne ara bu kadar hasis oldunuz” daha iyi iş görür. 
  
Karikatür tabii ki Umut Sarıkaya

babalarımızın boş zamanlarında

İnsan her zaman yanlış bir burç altında doğar; dünyada onurlu bir biçimde kalmaksa, kendi yıldız falını gün gün düzeltmek anlamına gelir. 

Babalarımızın bizi eğitme kaygısı duymadıkları boş zamanlarında bize öğrettikleri neyse, o olduğumuza inanıyorum. Bilgi kırıntılarıyla oluşur insan. On yaşındaydım; annemle babamın beni yazın başyapıtlarını fotoroman biçiminde yayımlayan bir haftalık dergiye abone etmelerini istiyordum. Cimrilikten değil, belki de çizgi romanlardan kuşku duyduğundan, babam yan çizme eğilimindeydi. “Bu derginin amacı,” diye karşı çıkmıştım, dizininin simgesini alıntılayarak, -kurnaz, kandırmasını bilen bir çocuktum çünkü- “eğlendirerek eğitmektir.” Babam, gözlerini gazetesinden kaldırmaksızın, şöyle demişti: “Senin derginin amacı, bütün dergilerin amacıdır, yani olabildiğince çok satmak.”

Kuşkucu olmaya o gün başladım. Kolay inanır olduğum, kendimi zihinsel bir tutkuya kaptırdığım için pişmanlık duydum. Kolay inanırlık böyledir. 

Umberto Eco, Foucault Sarkacı (Çev. Şadan Karadeniz)

Resim 'kuşkusuz' Caravaggio'nun. 

sen tüm göklerdeki yıldızların ilki

Bazı filmler kendinden başka hiçbir şeyle anlatılmıyor. O kadar yoğun oluyorlar ki ne bir kitap ne bir film ne de bir geçmiş an geliyor akla. Sanırım o zaman onlara başyapıt diyoruz. Onur Ünlü’nün filmleriyle geç tanışıyorum, sırada ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’ vardı. Aldı götürdü. 


Başlık, filmdeki Shakespeare dizelerinden: 

yarayla alay eder yaralanmamış olan 
bak nasıl da sararıp soluvermiş tanrıça kederlerden
sen çok daha parlaksın çünkü
sen tüm göklerdeki yıldızların ilki

sen aydınlatırsın geceyi



itirazım var


Onur Ünlü’nün ‘İtirazım Var’ını yeni seyrettim. Çok iyi film olmuş. Dedektifliğe soyunan imam Selman Bulut rolünde Serkan Keskin harika oynuyor. Av Mevsimi’ndeki Cem Yılmaz ile Şener Şen arasında gidip gelen bir karakter gibi. ‘Gidip gelen’ derken, onlara öykünüyor anlamında demiyorum, hem yorgun hem enerjik, olması gerektiği yerde durmuş Keskin. Onur Ünlü, ileride yeni Selman Bulut maceraları çekecek gibi görünüyor. Hikâyeyi bıraktığı yer de müsait, karakterin derinliği de polisiye klişelerine uygunluğu da… Benzersiz bir kitap serisi de çıkar bundan. Ama bu saatten sonra, iş sinemadan edebiyata dönmez sanırım. 


Her neyse, İtirazım Var iyi film. İhtiyaca cevap veren film. Hem sinemada güzel bir iş görme hem de toplumu anlama ihtiyacına… 

Unutmadan, Gezi'de bir polisi anlatan film ne zaman gelir diye merak ediyorum. Gelirse Onur Ünlü'den gelsin. 

şefin düşüşü




Uğraşıyorlar. Didiniyorlar. Muazzam kapak yapıyorlar. Hollanda gazetesi Volkskrant’ın eki V, üç boyutun da ötesine geçmiş. Her daim zarif El Pais Semanal, ‘Blatter’in düşüşü’nü film tadında görmüş. Son yılların yıldızı Bloomberg Businessweek, hepimizle dalga geçmiş. New York Times Magazine, Yunanistan meselesini dalga dalga genişletmiş. Süddeutsche Zeitung Magazin kime nasıl gözlük gideceğini harika anlatmış. Velhasıl hepsi iyi, hepsini alkışlıyoruz.

Bu post baskıya girerken, Burak (Kuru), El Pais Semanal’in kapak fotoğrafının kaynağına işaret etti. Bloomberg Business, on numara internet sayfası yapmış. 




dünyanın en edebi ülkesi

Belki hayalleri süsleyen o tropik ada değil… Azgın dalgaları aşıp ulaşması zor. Üzerinde hiçbir şey yetişmiyor. Su yok. Korsanların sakladığı efsanevi hazineler yok. Hiçbir şey yok… Pardon var, orada bir tek deniz kuşlarının dışkılarını bulabilirsiniz. O da işinize yaramaz. Tabii patlayıcı madde imal etmiyorsanız veya “Tarlamda sadece 19. yüzyıl gübrelerini kullanırım” diyen bir çiftçi değilseniz.  

Ama sonuçta bir ada. Hem de ada gibi ada. Karayipler’de (resmi olarak adalar ülkesi Antigua ve Barbuda’nın bir parçası) yer alıyor. Kristof Kolomb bile buraya uğramış. Ve hiç oyalanmamış! Ama 1865’te yolu oraya düşen bir tüccar, bu gariban adanın kıymetini bilmiş ve onu sekiz kızdan sonra doğan ilk oğluna hediye etmiş (Efsaneye göre, zamanının İngiltere Kraliçesi Viktorya’ya da “Ben burada krallık ilan edebilir miyim” diye sormuş, o da “Bana isyan etme de ne yaparsan yap” diye cevap vermiş).

Yani tüccarın 1865’te dünyaya gelen oğlu Matthew Shiel, doğrudan tahta doğdu. Sonra da gidip hiç görmediği ülkesinin düşünü kura kura (ve de kendiyle dalga geçe geçe) bir fantastik bilimkurgu yazarı oldu. Ölene dek, tam 67 yıl boyunca hayali dalgalardan oluşan tahtında oturdu. Ve sonunda tacı devretti. 

Peki ama kime? İşte burası hikâyenin gerçek bir edebiyat adamına yakışan noktası. Taç, onu kibarca isteyen herkese gidebilir! Peki onu kim istiyor? 


Kim istemiyor ki? An itibariyle, tartışmalara açık da olsa, ünlü İspanyol yazar Javier Marias tahtın sahibi. Marias’ın unvan verdiği soyluları da sayalım ki dünyanın bu en entelektüel ülkesi sahipsiz sanılmasın. Listenin bir kısmı şöyle: Pedro Almodovar, Francis Ford Coppola, Alice Munro, Umberto Eco, J.M. Coetzee, Frank Gehry, Ray Bradbury, Philip Pullman, Eric Rohmer… Gel de bu ülkeye vatandaş olma!

***

Bu post, GQ Türkiye'nin Haziran 2015 sayısı için mikroülkeler üzerine yazdığım, 'Pasifik'e Doğru Ülkemi Göreceksin Sakın Şaşırma' başlıklı yazıdan. Üstteki fotoğraftaki 'Kral Javier Marias'.




eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...