hepimiz karanfile eğilimliyiz

İstanbul gecesi… Akaretler Yokuşu’nda bir minik kafedeyim. Çay içip geleni geçeni seyrediyorum. Şaşırtıcı derecede güzel, bir o kadar da dağınık kitabevi Minoa’dan on beş dakika evvel aldığım kitaplara göz atıyorum. 

Gece epey ilerledi ama masalar arasında çocuklar koşuşuyor. Beşiktaş’a inenler, Maçka’ya çıkanlar… Korna sesleri, topuk tıkırtılarını bastırıyor. Evet, bu saatte trafik var. 

İki çaydan sonra kalkmaya niyetleniyorum. El ediyorum garsona. Kaşla göz arasında gidip geliyor, masaya bir kitap bırakıyor. “Bu nedir yahu” demeye kalmadan başka bir masaya seyirtiyor. 

Edip Cansever’in 'Yerçekimli Karanfil’i. Yapı Kredi baskısı. Çok okunmuş belli, yıpranmış. 

Sayfaların arasına tepiştirilmiş bir kâğıt. Adisyon fişi. İki çay için ne kadar ödeyeceğimi söylüyor. Şiirlerin arasında söylüyor bunu. 

Yadırgıyorum. Kim yadırgamaz? Ya da yadırgamaz mı, artık bunları pek bilemiyorum. Belli ki ‘karanfile eğilimli’ bir işletmeci… Sen ben bizim oğlan gibi. Hangimiz karanfile eğilimli değiliz ki?

İki şiir arasına para sıkıştırmak ama… Açmıyor beni. 

Yan masa da hesap istiyor; oraya da ‘Dünyanın En Güzel Arabistanı’ mı gelecek; bakmaya cesaret edemiyorum. Hesabı Cemal Süreya’dan ‘Üstü Kalsın’a denk getirmek falan… Düşünülmüş müdür? Peh! Parayı bırakıyorum, ‘masa da masaymış ha’ diyemeyeceğim masadan kalkıyorum. 

'Nasıl olan Ruhi Bey' gibi karışıyorum İstanbul gecesine.


PS: Adisyonun denk geldiği şiirden değil de kitabın başka bir sayfasından birkaç dize düşeyim şuraya, blog şenlensin. 

Beni seviyorsanız dikkat! köşe başındaki camcıya sorun
O ne derse doğrudur, dalga geçmeyin adamla

Üstelik beni sevmek haşlanmış pirinçleri beyazlatır. Günaydın! Sabahlarınız gibidir beni sevmek, horozun renkleri gibidir Beni sevdiniz mi? yangındır artık parmaklarınız.

radyo dinleyenler, poker masası ve kafası dolu bir kadın

1.
Umberto Eco’dan okudum; ilk zamanlarında radyo tiyatrolarının karanlıkta oturarak dinlenmesi tavsiye edilirmiş. 

2.
Yeni nonfiction kitabı için poker öğrenen Maria Konnikova, 200 bin dolar kazanmış masada. Harikulade bir çaba. Amerikalı nonfiction yazarlarının işini fazla ciddiye aldıklarının da göstergesi. Amerikalı yazar Joshua Foer de (kendisi Jonathan Safran Foer’in kardeşidir) hafıza teknikleri üzerine yazdığı ‘Moonwalking with Einstein’a hazırlanırken, eski şampiyonlardan işin tekniklerini ve inceliklerini öğrenmiş, sonra da kendisi şampiyon olmuştu.

3.
Dino’yla kaldırımda bisiklet sürerken, yanımızdan başının üstünde ağzına kadar dolu, siyah bir çöp torbasıyla bir kadın geçti. Dünyanın en normal şeyiymiş gibi. Elleri de boştu üstelik.  

4.
Gece gece, hiç hesapta yokken ‘Tomboy’ diye bir film izleyip bitirdim. 2011. Céline Sciamma. Usuldan akıyor, hikâyesini sündürmeden anlatıyor, ders vermeye kalkmıyor. Çocuk oyuncuları (şimdi ne yapıyorlardır acaba) kendi naifliklerini katmayı becererek oynamış. ‘Sciamma’nın, filmin her yerine homojen dağıttığı bir üslubu var. Akmadan kokmadan götürüyor filmi. Düşününce, bu özellik o kadar çok işte eksik ki. 

PS: Fotoğraf 'Tomboy'dan. Jeanne Disson ve Zoé Héran


küçük bir istasyonda

Necati Cumalı'dan taşra güzellemesi: 

Tren küçük bir istasyonda 
Durduğu zaman 
Memurun karısı ya da baldızı 
Bana bütün kadınlardan güzel görünür

şarkıda saklı


Günü ‘Türk Lokumuyla Tatlı Rüyalar’ kurtardı. İlham verdi, vermeye devam ediyor. 

“Hâlâ hoş bir havan var ne güzel adın” diyor Alanson. Sonra da “Bir çizik attın gönlüme kanattın” diye devam ediyor. Biricik - Bir çizik. Şarkıya oyun saklamış meğer. Bin yıl dinledikten sonra fark ettim. Bu sırada bulaşık yıkıyor olmamın da payı vardır. Çünkü bulaşık rocks!
Başlı başına bir konu bu: ‘İnsan en güzel ne zaman düşünüyor’ sorusuna bir cevap. Bulaşık yıkarken.  

kesişim kümesi, statü çakarı, kalp kalp kalp...

Twitter’da görüyorum sık; “ben de tam bunu düşünmüştüm” yazılıyor, “bizim evde de aynısı yapılır” yazılıyor. “Aynısını yaşadım” yazılıyor. Sonra iki taraf da seviniyor. Sonra kalp kalp kalp… 

Bu, gündelik hayhuyda da geçerli en sıradan düşüncelerde de. Arkadaşlara, tanışlara, uzaktan tanıdıklara, adına fenomen denilen garabet hesaplara, yarı fenomenlere, bildiğimiz anlamdaki ünlülere söylenen hep bu. 

Hep bir kardeşlik, hep bir ortaklık, hep bir aynılık… “Ne güzel bu kesişim kümesi” diye sevinip duruyoruz. İyi de insan kendisinden bu kadar sıkılırken, başkasında kendi özelliklerini görüp neden sevinir? 

Bunun cevabını hepimiz biliyoruz da kabul etmesi zor.

*
Hazır Twitter üzerine düşünmüşken: Ünlülerin ünlüleri takip etmesi ve genelde onlardan gelen sorulara cevap vermesi, fenomenlerin bunu fenomenlerle, yarı fenomenlerin de yarı fenomenlerle yapması bir acayip değil mi? Çaktırmadan bir kast sistemi kurulmuş, herkesin kafasında bir statü çakarı yanıp sönüyor. 


İnsan, en boktan hallerini, her koşulda yeniden kurmasını çok iyi biliyor.

doğan kardeş abonesi

1948, Ocak. Sabahattin Ali, ömrünün son senesinde. İstanbul’da. Üç ay sonra, Bulgaristan’a kaçmaya çalışırken öldürülecek. 

Hem siyasi ortamın boğuculuğundan hem parasızlıktan kıvranıyor. Ankara’da bırakmak zorunda kaldığı karısı Aliye ve kızı Filiz’e yeterince para gönderemediği için perişan. Onları düşündükçe deli oluyor. Nerede Filiz yaşlarında bir çocuk görse gözleri doluyor. Ayrılık kötü. Ama mecbur buna. Bir yerden kalan parasını kurtarmaya çalışıyor; sonuç alamıyor bir türlü. 

24 Ocak’ta karısına yazdığı mektupta şöyle diyor: “(…) Hayatımda hiç bugünlerdeki kadar sıkılmamış ve imkânsızlıklar içinde çırpınmamıştım. Sizi düşündükçe geceleri gözüme uyku girmiyor. Güç hal ile uyusam bile, birkaç saat sonra uyanıyor ve patlayacak hale geliyorum. Sabahtan akşama kadar dört nala koştuğum halde bir netice elde edilemiyor.”

Bu mektubun hemen ardından, kötü bulutları biraz olsun dağıtacak bir gelişme… Sabahattin Ali, beklediği paranın bir kısmını alabiliyor. Karısına ve çocuğuna derhal 900 lira gönderiyor. İkisine hitaben bir de mektup kaleme alıyor. ‘Sevgili Aliye’sine paranın kalan kısmını da almaya çalışacağını, belki on gün sonra Ankara’ya gelebileceğini, kavuşacaklarını anlatıyor. 

Kızı Filiz’e de şunları yazıyor: 

Sevgili Filiz,

Senin Doğan Kardeş abonesini 5 ay daha yenilettim. Başka bir isteğin varsa bana yaz. Seni on milyon kere öperim. 

Baban
S. Ali

çakma robin hood

Kafe. İki üniversiteli genç aralarında konuşuyor. Biri, sanırım bir öğrenci kulübü için organizasyonlar yapıyor. Birilerini arayıp maliyet hesabı yaptıktan, fiyat aldıktan sonra karşısındakine, “Çalıyorum ama öğrencilerden çalmıyorum, diyor. “Robin Hood gibi zenginlerden çalıp fakirlere veriyorum.” 

Sanırım sponsorları kast ediyor. Bana tuhaf gelen bu değil, etrafında oturanlardan (mesela benden) çekinmeden bunları söyleyebilmesi. Bugünlerde memlekette böyle bir hal var. Hiç de iyi bir hal değil. 

ay sarayında