ay sarayı

Bir yeni tezgâh...

Okuduğum kitaplar hakkında notlar... Bazen okurken. Bazen okuduktan sonra. Hem hafıza hem de kafa toparlamak için ayrı bir yer olsun istedim. 

Ay sarayı... Sizi de beklerim.

muhsin bey ve bay hirayama

 

Mükemmel Günler... İzledikten beri, bu film kafamda dönüp duruyor. Nicedir üstünde düşündüğüm konular, bir güzel akıl tarafından beyazperdeye yansıtılmış gibi. 

Wim Wender’i çok seviyorum. En sevdiğim yönetmendir de diyebilirim. Ne çekse görmek, izlemek isterim; kabulümdür ama burada kabullerin ötesine de geçmiş. Sanki benim zihnimin içinde dolaşmış (Tabii daha akla yakın önerme, benim onun zihninden öteden beri etkilenmiş olmam ama biz yine de ilk seçenek yaşanmış gibi davranalım). 

Wenders’in sakin, sade yaşamını anlattığı Bay Hirayama; bir rutin kahramını. Günleri ne az ne fazla. Olması gerektiği gibi. Dolu. Tam. 

Bu hafta Gazete Duvar’da bu film üzerine uzun uzun yazdım ama buraya da şu notu düşeyim… Hirayama’da biraz Muhsin Bey var. O duygu var… Ama harika aktör Koji Yakusho’da da biraz Şener Şen’lik var. Filmi izleyenler, izleyecek olanlar son sahneyi hatrına getirsin ya da o sahneye dikkat etsin. Hirayama’nın içinden bir Muhsin Bey çıkıyor…

Bu filmi daha konuşuruz…

dinlerken

Hollandaca’da okuduğumu anlayabiliyorum ama konuşması biraz zor. Çarşıda pazarda işimi görüyorum, Dino’nun arkadaşlarıyla falan anlaşıyoruz ama ötesi insanı yıpratıyor. Şimdi bir ofiste çalıştığımdan, ofistekilere de benle olabildiğince Hollandaca konuşun dediğimden, biraz daha gayret sarf ediyorum. Yine de zor. 


Çevremdekilerin hepsi okumuş yazmış insanlar. Kelimenin tam anlamıyla öyleler. Yazarlar, gazeteciler, çevirmenler… Konuşuyorlar, dinliyorum. Konuşmaktansa dinliyorum. Yalnız bugünlerde şunu fark ettim. Bazı insanları anlaması çok kolay. Çok düzgün, kurallı ve tane tane konuşuyorlar. Bazılarıysa hakikaten zorluyor. Çok ağızlarının içindeler, kuralsızlar, gelişigüzeller. Yazar çizer olsalar da… Konuşurken cümlelerin ne başı var ne sonu…


Sanırım ben de bu ikinci gruba dahilim. Türkçe konuşurken de…

ruhlar, kendine benzeyen ruhları gördüğünde...

Yaşlı bir adamı dinliyorum. 


Birkaç basamak merdiveni güç bela ama vakarla tırmandı ve şimdi çevresindeki kalabalığa elindeki mektubu okuyor. İçinde bulunduğumuz küçük salonu sarmalayan, güçlü ve tok bir sesi var. Kendini dinletmeye alışmış bir adamın emin sesi. 


İlk defa gördüğüm, şu an dinlerken adını dahi bilmediğim bu adamda ne var? Neden kendimi ona yakın hissediyorum? Neden bu adamı yıllardır tanıyor gibiyim? Esprilerine neden sanki detaylara zaten hâkimmişim gibi benimseyerek gülüyorum?


Bazen oluyor. Böyle oluyor. Neden oluyor?


Ruhlar, kendilerine benzer ruhları görünce parlıyor. Bir edebiyat dinletisinde elindeki mektubu okuyan adamı, başkalarını değil onu, zaten tanıdığınızı birdenbire anlıyorsunuz. Ya sokakta yanından geçip gidiverirken size hafifçe selam veren o kadın? Bankta oturmuş kitap okuyan ve sigara içen, sadece sırtını gördüğünüz o genç kız? (Başka bir evrende siz de tam o saatte, o bankta oturur, o sigarayı içer, o kitabı okurdunuz; kitabın ne olduğunu bile az çok bilir gibisiniz.) Restoranda birdenbire bir yerlerden bir defter çıkarıp notlar alan genç adamı da tanıyorsunuz. İkide bir ciddiyetle gözlüğünü düzelten çocuğu da…


Bazen birbirimizi tanıyoruz. Anlıyoruz tanıdığımızı. Karşılaştığımızda… Dikkatle baktığımızda…


Yaşlı adam merdivenden inerken yanına gidip her günkü muhabbetimize başlamamak için kendimi zor tutuyorum. 


Yeni radyocu, yetenek denen bıçak, duramayan erkekler ve yazı dükkânları...

1.

Ofisimin bulunduğu mahalleye bir radyocu açılıyor... "Yakında" diyorlar.

Bir radyo dükkânı. Podcastçı... "Mahallenin sakinlerine, işletmecilere, şakacılara, belalara, ünlülere, sıradanlara ve kaçıklara" yolda olduklarını ilan etmişler.

Gelsinler. Dünyaya bir radyo dükkânı daha açılsın.


2.

Attila İlhan’ın Şişli’den Taksim’e, aynı rota üzerinde, her gün yürüdüğünü okumuştum da (duymuş muydum yoksa) işin sırrı buymuş gibi gelmişti. Sır falan yok tabii, yetenek meselesi ama yeteneği de hiç durmadan bilemek gerekiyor. 

Tutsan kendi elini kesecek bir bıçak kadar keskinleşmeli yetenek. 



3.



Fotoğraf bakarken gözlerimi yakıyor...


Ellerini bir yere koyamayan bir erkek duruşu var. Koltuk altlarına önce dürülü bir gazete sıkıştırılmış; sonra gazete çekilmiş de koltuklar yerinde kalmış gibi. Fazla erkek bir duruş. Fazla erkek de değil, alfa bir erkek olmaya öykünüyormuş gibi bir duruş. Bir şey olunduğu da yok tabii...


İnsanlar altmışlı yıllarda mesele böyle durmuyorlar. 



4.


Radyocu dükkânları demişken... Yazıcı dükkânları da açılsın. Bir tanesini de ben açayım. Oturup gelip geçeni seyrederek yazayım. Gelip geçen de beni seyredebilir. Hiç fena bir alışveriş değil bence.

yeni oryantalistler, milyon taşı ve bir kepenk

 



1.


Sultanahmet’te o kadar az Batılı turist var ki… Her gittiğimde daha da az görüyorum. Bu hızla azalırlarsa, yakında bir gün, 150 yıl evvel olduğu gibi, İstanbul’a tek tük gelen Batılılar, oryantalist seyahatnameler ve romanlar yazacak. Büyülenip İstanbul’da kalan birkaç kişinin adını da semtlere vereceğiz. 




2.


Türk turist de pek yok. Sultanahmet’i, Çemberlitaş’ı birkaç gün boyunca yukarı aşağı yürüyüp durdum, bizim milletten pek kimse göremedim. Daha birkaç yıl evveline kadar, buralar da, İstanbul’un her yeri gibi evvela yerel halkın gezme alanıydı. Üniversite ve lise öğrencileri, hem birbirlerine hem gördüklerine hayran sarmaş dolaş sevgililer, civar şehirlerden gelenler, aylaklar… Hayır, hiçbiri yok. Hepsi çekip gitmiş gibi. İranlı, Arap, Rus, Japon ve çoğunluğu İspanyol tek tük Batılı turistin arasında tek bir Türkçe muhabbete şahit oldum. Bir baba, “Peygamber efendimizden bile evvel inşa edilmiş” diyerek, sekiz on yaşlarındaki oğluna Ayasofya’yı gösteriyordu. Bir an için durdular; herkesten her şeyden eski görünen Ayasofya’yı, bir tür huşuyla seyrettiler. 



3. 


Oralara ne zaman gitsem gözlerim Milyon Taşı’nı arar. Dünyanın orta yerinde bin küsur yıldır duran bu taşı görünce, hem içimdeki hem etrafımdaki akışın sakinleştiğini hissederim. Taşın olduğu alan bir süredir tadilatta. Yine öyleydi. Bu biçimsiz, eğri büğrü, inşaat artığına benzeyen taşın Milyon Taşı olduğunu söyleyen hiçbir tabela da yoktu ortada. İnsanlar onun yanından habersizce geçip gidiyordu. 



4.


Bir tatsızlık var. Tüm memlekette var. Her yere sinmiş. Sultanahmet Meydanı’na da… Mutsuzluk, neşesizlik, hedefsizlik, hürmetsizlik... Hepsi birden belki. Tam adını koyamıyordum. Ta ki Ayasofya’ya yapılan kepenkli girişi görünceye kadar. Geçici olduğu söyleniyor ama bende kalan hissin karşılığı da o. Ayasofya’ya kepenk takılması gibi bir his… O kadar yanlış ki artık tarif edilemiyor.


iki kere sarılmak

Past Lives'ı sevmek için çok neden bulabilirsiniz. İncelikli, zarif bir film. Yönetmen Celine Song, herkese dokunacak bir konuyu, pamuklara sararak incelemiş. 

Benim onu sevmek için bir değil, iki nedenim var. Birincisi, meselesini kadınca anlatması. Erkeklerin kelimelere boğduğu yerde, kadınlar sakince işaret ediyor. Gerçek hayatta bu zaten -genelde- böyle. Sinemada da.

İkinci nedenim de yönetmenin, tek bir anın hatırına, filminin biçimini bozmaya cüret etmesi. Erkek ve kadın karakterler bir heykelin önünde buluştuğunda, yönetmen, izleyicileri bir saniyeliğine, yıllar öncesine, bir başka heykele götürüyor. Karakterlerin çocukken önünde oynadığı heykele. Bu biraz da şiir.

Aynı buluşmaya dair bir küçük not: Birbirlerini yıllar sonra yeniden gördüklerinde kadın, erkeğe sarılıyor. Sonra ayrılıp bir daha sarılıyor. Hiçbir erkek yönetmenin bu doğallığı akıl edemeyeceğine eminim. Past Lives'ın farkı bu inceliklerde.

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...