oku-dinle-seyret önerileri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
oku-dinle-seyret önerileri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

şehrin en iyi çorbacısı



Bir spagetti western mi? Spagetti western parodisi mi? Ciddi bir film mi? Ucuz komedi mi?

Tuhaf, hepsi var içinde. 

Tampopo sanırım bir ‘ramen western’. Bulursanız, seyredin (Ben YouTube'dan alıp seyrettim).

İnsanı hemen hiç hayalkırıklığına uğratmayan Japon sinemasından, 1985 senesinden geliyor. Bu, şehrin en güzel ‘ramen’ini (et ya da soya suyuna bir tür Japon çorbası diyeyim henüz tanışmamış olanlar için) pişirmek isteyen bir kadın aşçının hikâyesi. Ağzının tadını bilen bir kamyoncunun, kadının lokantasına uğraması ve içtiği çorbayı hiç beğenmemesiyle başlıyor. 

Elin Japonu (filmin yönetmen Juzo İtami), 1977’de çekilen Selvi Boylum Al Yazmalım’ı bilir mi? Ağır abi kamyoncumuz Goro (Tsutomo Yamazaki) sanki bir Kadir İnanır. Onun yamağı da, o zamanların fişek delikanlısı, geleceğin (bugünün) ağır abisi Ken Watanabe (eh, o da başka bir Kadir İnanır). Hayatın akışını, nasıl oluyorsa, kamyonlarıyla değiştiren adamlar bunlar! Türkiye’de, Japonya’da, hep aynı adamlar… 

İki uçta gidip geliyor Tampopo. Bir tarafta tutkular, saplantılar, ekstreme kayan, rahatsız da edebilecek bir erotizm (ki yan hikâyeler); diğer tarafta temel olay örgüsü. 

Olay örgüsü dediğim: Adım adım en iyi ramenin sırrını keşfetme; bunun için de işin suyundan, etinden, makarnasından, kıvamından anlayan insanları arayıp bulma, matrak bir ’çete toplama’ hikâyesi… Sevdiğim işler. 

İşin bu tarafı epey ilgimi çekti. Böyle bir hikâye bizde de çok tutar. İster işkembeyle yap ister köfteyle, ister mercimekle yap ister börekle… Birisi yazarsa okurum; çekerse seyrederim. 

Birkaç seneye kimse yazmazsa, oturur ben yazarım. Tutmasa da fark etmez; hiç olmazsa iştah açar.


aklakara

Okyanusya toplumu, sonuçta, Büyük Birader’in her şeye kadir, Parti’nin de yanılmaz olduğu inancına dayanır. Ama aslında Büyük Birader her şeye kadir, Parti de yanıl­maz olmadığı için, olguların ele alınışında her an sürekli bir esneklik gereklidir. Buradaki anahtar sözcük, aklaka­ra’dır. Pek çok Yenisöylem sözcüğü gibi bu sözcüğün de birbiriyle çelişen iki anlamı vardır. Düşman söz konusu olduğunda, apaçık gerçeğin karşısına dikilerek küstahça aka kara, karaya ak demektir. Bir Parti üyesi söz konusu olduğunda ise, Parti disiplini öyle gerektirdiğinde gönül­den bir sadakatle aka kara, karaya ak demektir. Ama aynı zamanda, akın kara olduğuna inanmak, dahası akın kara olduğunu bilmek ve o güne kadar bunun tam tersine inandığını unutmak anlamına gelir. Böyle bir şey geçmi­şin sürekli olarak değiştirilmesini gerektirir, ki bunu ola­naklı kılan da geri kalan her şeyi kapsayan ve Yenisöylem’de çiftdüşün diye bilinen düşünce sistemidir. 

George Orwell - Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (Çeviri: Celâl Üster)

çiftdüşün

Winston kollarını yana indirerek havayı yeniden yavaş yavaş içine çekti. Aklı, çiftdüşünün dolambaçlı dünyasına kayıp gitmişti. Hem bilmek hem de bilmemek, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar söylerken bir yandan da tüm gerçeğin ayırdında olmak, çeliştiklerini bilerek ve her ikisine de inanarak birbirini çürüten iki görüşü aynı anda savunmak; mantığa karşı mantığı kullanmak, ahlaka sahip çıktığını söylerken ahlakı yadsımak, hem demokrasinin olanaksızlığına hem de Parti’nin demokrasinin koruyucusu olduğuna inanmak; unutulması gerekeni unutmak; gerekli olur olmaz yeniden anımsamak, sonra birden yeniden unutuvermek: en önemlisi de, aynı işlemi işlemin kendisine de uygulamak. İşin asıl inceliği de buradaydı: bilinçli bir biçimde bilinçsizliği özendirmek, sonra da, bir kez daha, az önce uygulamış olduğunuz uykuya yatırmanın ayırdında olmamak. “Çiftdüşün” dünyasını anlayabilmek bile çiftdüşünü kullanmayı gerektiriyordu.

George Orwell - Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (Çeviri: Celâl Üster, Can Yayınları) 

geleneği kuran belgesel


Demirkırat’ı yeniden izlemeye başladım. İlk yayımlandığında çocuktum, yine de izlemiştim. İkinci defa izlediğimde üniversitedeydim. Hocamız Ayhan Aktar, belgeseli derste kullanıyordu. 

Bu üçüncü defa… Şimdi işe bir gazeteci, bir nebze yazıp çizen biri olarak bakıyorum. 

Öyle böyle değil, müthişmiş. Ne kadar güzel yazılmış, laflar birbirine ne kadar doğru eklenmiş, görüntünün üstüne ne kadar iyi konuşulmuş, ne muazzam bir tempo yakalanmış. Zamanının ötesinde, demek yetmez. Bu zaman için dahi iyi bir iş. Mehmet Ali Birand, Bülent Çaplı, Can Dündar... Anlatı geleneği kurdukları belgesel bu. 

Şimdi bir soru: Menderes çizgisini bu kadar öven AKP’lilerin bu belgeseli neden öne çıkartmadığını, neden tekrar tekrar seyrettirmediğini düşündünüz mü? Yirminci dakikadan sonrası hemen bir fikir verecektir. 1940'lar Türkiyesi ama sanki bugünü anlatıyor. 

Şaşırtıcı bulur musunuz bilmem, benzerlik Menderes’le değil o günlerde… İnönü’yle… AKP’nin, ‘CHP zihniyeti’ diyerek sürekli aşağıladığı, ideolojisini onun reddiyesi üzerine kurduğu dönemle.

Biri şunu demiş miydi: İnsan, en çok düşmanına benziyor.

kaplumbağaların labirentinde


1. 
Harika bir film seyrettim. Burada bulunsun. Siz de seyredin. Buñuel in the Labyrinth of Turtles (Buñuel en el laberinto de las tortugas). Yönetmeni Salvador Simo Busom. Büyük yönetmen Luis Buñuel’in İspanya’nın sıfır noktasında ‘Las Hurdes - Ekmeksiz Toprak (1933)’ belgeselini nasıl çektiğinin hikâyesi. Müthiş bir yoksulluğu anlatma denemesinin hikâyesi…

2.
Metin Eloğlu, ‘Horozdan Korkan Oğlan’ şiirini Bunuel’e ithaf etse olurmuş. Horozdan bu kadar korkan bir başkası yoktur. 

3.
Dali’yle Bunuel’in kanka olduğu hep söylenirdi. Filmde, kendisinden utana sıkıla para isteyen Bunuel’i “Ah be abi” diye refüze etmesi sahnesi var ki, Dali’ye büyük eksi yazdı. 

4.
Filmin en güzel yanı bence sahici arkadaş Ramón Acín’in hikâyesi… Allah herkese böyle arkadaş versin… Ben bunu anlatmayayım. Siz seyredin, hem neyi kastettiğimi anlarsınız hem de bu güzel adamı tanıyanların sayısı artmış olur. 





yeniden çevrilemeyecek bir film


Dün kült film Breakfast Club'ı izledim. John Hughes filmi. 1985’ten. Stranger Things dizisi ile yeniden arz-ı endam eden, uzun koridorlu, metal dolaplı seksenler Amerikası lise estetiğinin kurulduğu filmlerden biri. (Bu filmde fazladan epey güzel bir kütüphane de var.)

Sahi, o metal dolaplardan bizde hiç olmadı. Belki İstanbul’daki kolejlerde vardı ama biz taşradakiler, dolaplarımıza bir şey saklayamadık! Metal dolabı ancak askerde gördüm ben. Pek de matah bir şey değilmiş.  

Neyse. Film, hepsi bir şekilde Cumartesi günü okulda kalma cezası almış (‘detention’ın bizde karşılığı yok, uzun uzun yazmak zorundasın) beş ergenin o günkü muhabbeti üzerine… Önce birbirlerini itiyorlar, sonra çekiyor, sonra yine itiyorlar. Ama bir şekilde konuşuyorlar; birbirlerini tanıyor, anlıyor, bu arada kendi kimlikleri üzerine de düşünüyorlar. Hakikaten eli yüzü düzgün, derdini -kızların oğlanlara vardığı finali hariç- çok iyi anlatan film.  

Bir de şu: Yeniden çevrimi yapılamayacak bir film. 

Bugün olsa, ergenler gömülür cep telefonlarına; ne birbirleriyle konuşurlar ne de kendi iç seslerini dinlerler. O Cumartesi cezası da başladığı gibi biter. Hiçbir şey yaşanmadan… 

Tabii sade ergenlikle ilgili mesele değil bu. Sosyal medyayla bunca haşır neşir olan hepimizin her günü böyle. Başlıyor, bitiyor. Arada ömür geçiyor. 

neden bu şiir değişmemiş, bana günah değil mi?

Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan Roberto Bolaño’nun Vahşi Hafiyeler’ine bir paralel çekerek, blogda 2019’a gecikmeyle de olsa başlayalım… Israrla takip edenlere selam olsun.
*
Sizin Aksaray’da bir kitapçı dükkânınız vardı. Oradaki konuşmalar aklıma geliyor. Aksaray’da eskiden meyhaneler de vardı. 
Evet, çok güzel meyhaneler vardı. Kitapçı dükkânımın gece siperiydi onlar. Aksaray’ı severdim. Defterlere şiirler yazardım. O günleri severim. 

Karşı Duvar dergisi vardı eskiden. Fakültedeyken Aksaray’da otururdum. Tramvay durağının yanında sebze meyve satılan çarşı vardı. İçinde halkın, esnafın gittiği yerler vardı. Oraya giderdik. Halkla çok yakındık. Bir de eski Halkevi vardı. 
Halk edebiyattan uzak derler. Hayır. Orada benim duvara astığım, 15 günde bir değişen şiirleri belki en aşağı 100 kişi okur, defterlerine yazardı. Abartmıyorum. Bir gün bir adam geldi, o gün şiir değişmemişti, çünkü yazan çocuk hastaydı. “Ben Kadıköy’den geliyorum. Neden bu şiir değişmemiş? Bana günah değil mi!’ dedi. Adamı oturttum, çay kahve ısmarladım. Bayağı kellifelli bir adamdı. Yani halk yakın takipteydi. Ben meyhaneye giderdim, dönerken dükkâna bakardım uzaktan, önünde en az 10 kişi olurdu gece 12’ye kadar. Şiir halka sunulsa halk alıyor, severek kabul ediyor sunulanı. 

Şiir devam ediyor sizde. Şiirin devam etmesi aklı ve bilinci de sürdürüyor. Belki saçta, başta, gözde veya kaşta değişiklik var; ama bilincinize diyecek yok. 
Bilinç, bıçak gibi veya keman gibi, ne kadar kullanırsanız o kadar bilinçtir. Şu an yazı yazamıyorum, çünkü gözlerim görmüyor yazıyı. Küçük harfleri hiç göremiyorum. Birine yazdırıyorum. 50 dizelik, 40 dizelik şiirleri hiç zahmet çekmeden, silmeden yazdırabiliyorum. Değiştirmeden, bir söyleyişte, bazen iki şiir birden yazdırıyorum. 

*


Yukarıdaki alıntı, Dağlarca’nın evinde son söyleşiden (Cumhuriyet, neredeyse tam kadro yapmış bu söyleşiyi; İlhan Selçuk, Orhan Bursalı, Emre Kongar, Şükran Soner, Alev Coşkun, Güray Öz ve Egemen Berköz katılmış). 24 Nisan 2006’da yayımlanan söyleşiden alıntıyı, Emre Kongar’ın ‘Yazarlar Eleştiriler Anılar’ isimli kitabından aldım (Remzi Kitabevi, 2016). 

ağaca tünemiş ejderha, apartman toplantısı ve sürpriz bir kıvılcım

Ağaca tünemiş bir ejderha… Düşlerden yontulmuş bir heykel. Sanatçı James Doran-Webb, bu ejderhayı bir yılda tamamlamış. Ağacın altında duran da onun kızı… Güzel bir çocukluktur böylesi herhalde. İngiliz Doran-Webb 26 yıldır Filipinler’de yaşıyor. Ahşap heykelleriyle tanınıyor. En bilinen eserleri de özel bir proje için hazırladığı at heykelleri. Bu heykeller nehirlerin sürüklediği, denizlerde kıyıya vuran dallardan, ağaç parçalarından yapılıyor. Düzelteyim, önce çelik bir iskelet, çevresine ağaç parçaları. Malzemesi doğada başıboş gezerken bulduğu parçalar olmasına rağmen, her bir kilo için bir ağaç dikiyormuş. Hedefi seksen bin ağaç. Fazlasını merak eden buradan ulaşsın. Diğer fotolar da aşağıda. 

Dünkü mevzu için farklı bir bakış açısı… Azerbaycan’da pulsuz askerlik yokmuş. Günlerin Köpüğü blogunun şu aralar Bakü’de misafir yazarı tatlı tatlı anlatmış. Burada.

Geçen haftaydı, kitapçıda bir delikanlına yanındakine Turgut Uyar’ın kitabını gösterip “Bu adamın kitapları çok konuşuluyor” diyerek Uyar’ı övdü. Twitter’a yazdım bu anı. Cevaplardan çıkan sonuç: Uyar’ın şiirleri artık dizilerin malzemesi. Ben de bir iki defa denk gelmiştim ama almış yürümüş meğer. E, kötü değil. 

Geçen gün hayatımın ilk apartman toplantısına katıldım. Eğlenceli bulacağımı düşünüyordum. Sıkıcıymış. 

Doğu Avrupalı Yahudilerin müziği klezmer’i ve ondan esinlenen müzikleri dinlemeye devam. Oralarda yaşarken maalesef denk gelmediğim Amsterdam Klezmer Band’in yoğun Balkan esintili şarkıları arasında bir kıvılcım çakıyor. Kötü kelime esprisi için affedin, son albümleri Blitzmash’daki Pandora isimli şarkıya, Türk asıllı Hollandalı şarkıcı Kıvılcım eşlik etmiş. Çok da güzel etmiş. 






kamila icin ninni


Birkaç gündür bu şarkıyla yatıp kalkıyorum: Lullaby for Kamilla. Ünlü kemancı Nigel Kennedy’nin Polonyalı grup Kroke ile kaydettiği ‘East Meets East’ albümünden. Bir hafta öncesine kadar ne şarkıdan ne de gruptan haberim vardı. Şimdi hiç aklımdan çıkmıyor. 

Kroke (Eski İbranice’de Krakow) Doğu Avrupalı Yahudilerin müziği Klezmer’le Balkan ezgilerini, hafiften Ortadoğu’yu ve cazı kaynaştıran bir grup. Üstat Kennedy’le de ayrı kaynaşmışlar. ‘East Meets East’ (2003 yılında yayınlanmış) hem fıkır fıkır hem hüzünlü bir albüm (içinde Natacha Atlas gibi sürprizleri de var). Bu yukarıdaki şarkıysa tarife sığmıyor, bambaşka… Tadı sanırım en çok tren penceresinde çıkar. Ama bir trene de daha çok var. 

* ‘Trende dinlenecek şarkılar’ diye bir liste yapmalı. Aklıma ilk Lhasa de Sela’dan ‘La Confession’ geldi. Uuuu, daha bir sürü şarkı var. Zevkli liste olur. Başka neler girer acaba?

* Bugün bayiden gazetemi almış parayı uzatırken: “Bir Radikal, buradan” dedim. Demişim yani, sonra fark ettim. Adam baktı tuhaf tuhaf. “Bir Radikal” diye tekrarladım yine. Sonra ayıldım. Adam “Yok Tasvir-i Efkâr” demiştir herhalde içinden. 

* Gazete hadisesinden sonra bir de yanlış vapura biniyordum ki, arkadan yetişen Mehmet kurtardı, sağolsun. “Karaköy olmaz şimdi sana, Eminönü’ne gel temiz temiz” dedi de kendime geldim. Dalgın günler…


* Ama günün esas olayı bir kitap, içindeki de bir güzel nottu. Elifciğim, Amerikalardan göndermiş… Daha ne olsun!

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...