türk edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
türk edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

değirmen

Sabahattin Ali, enfes öyküsü Değirmen’e şöyle başlar: “Hiç sen bir değirmenin içini dolaştın mı adaşım?” 

Belki daha önce buralarda yazmışımdır; bu ilk cümleye, neden bilmiyorum, bayılırım ben. Gerçi geçenlerde Twitter’da “kimse bir kitaba Ruslar gibi giremez” minvalinde bir şeyler yazdım ama bu cümlenin yeri bende ayrıdır. 

Bense konuya ne Ruslar ne de Türkler gibi girebiliyorum. Bir başka değirmenden bahsetmek için, Sabahattin Ali’den açtım, nerelere geldim.

Benimkisi bir kahve değirmeni… Pirinçten, emekçi, canayakın… Bir dostum, yıllar evvel Eminönü’nden alıp gelmişti. Üstelik dişlisini de french press için ayarlatmıştı. İhmal ettim, uzun süre kullanmadım. Bir gün bayat kahve içmekten gına geldi; yeni hediye almış gibi (sağolasın Serdar) şevkle kahve çekmeye başladım. 

İki aydır neredeyse her gün elimde. Kahvemi kıtır kıtır öğütüyorum. Biraz hipster işi duruyor ama olsun. Ev mis gibi kahve kokuyor; omuzlarımda da bir iş görmenin saadeti… İçini açıp aksamına bakıyor, dünyanın en basit prensibiyle çalışan bu aletin emeğiyle tatmin oluyorum. 

Eh sen gene söyle de, soruya esasen lüzum kalmadı adaşım. Bu değirmenin içini ben her gün dolaşıyorum.  

neden bu şiir değişmemiş, bana günah değil mi?

Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan Roberto Bolaño’nun Vahşi Hafiyeler’ine bir paralel çekerek, blogda 2019’a gecikmeyle de olsa başlayalım… Israrla takip edenlere selam olsun.
*
Sizin Aksaray’da bir kitapçı dükkânınız vardı. Oradaki konuşmalar aklıma geliyor. Aksaray’da eskiden meyhaneler de vardı. 
Evet, çok güzel meyhaneler vardı. Kitapçı dükkânımın gece siperiydi onlar. Aksaray’ı severdim. Defterlere şiirler yazardım. O günleri severim. 

Karşı Duvar dergisi vardı eskiden. Fakültedeyken Aksaray’da otururdum. Tramvay durağının yanında sebze meyve satılan çarşı vardı. İçinde halkın, esnafın gittiği yerler vardı. Oraya giderdik. Halkla çok yakındık. Bir de eski Halkevi vardı. 
Halk edebiyattan uzak derler. Hayır. Orada benim duvara astığım, 15 günde bir değişen şiirleri belki en aşağı 100 kişi okur, defterlerine yazardı. Abartmıyorum. Bir gün bir adam geldi, o gün şiir değişmemişti, çünkü yazan çocuk hastaydı. “Ben Kadıköy’den geliyorum. Neden bu şiir değişmemiş? Bana günah değil mi!’ dedi. Adamı oturttum, çay kahve ısmarladım. Bayağı kellifelli bir adamdı. Yani halk yakın takipteydi. Ben meyhaneye giderdim, dönerken dükkâna bakardım uzaktan, önünde en az 10 kişi olurdu gece 12’ye kadar. Şiir halka sunulsa halk alıyor, severek kabul ediyor sunulanı. 

Şiir devam ediyor sizde. Şiirin devam etmesi aklı ve bilinci de sürdürüyor. Belki saçta, başta, gözde veya kaşta değişiklik var; ama bilincinize diyecek yok. 
Bilinç, bıçak gibi veya keman gibi, ne kadar kullanırsanız o kadar bilinçtir. Şu an yazı yazamıyorum, çünkü gözlerim görmüyor yazıyı. Küçük harfleri hiç göremiyorum. Birine yazdırıyorum. 50 dizelik, 40 dizelik şiirleri hiç zahmet çekmeden, silmeden yazdırabiliyorum. Değiştirmeden, bir söyleyişte, bazen iki şiir birden yazdırıyorum. 

*


Yukarıdaki alıntı, Dağlarca’nın evinde son söyleşiden (Cumhuriyet, neredeyse tam kadro yapmış bu söyleşiyi; İlhan Selçuk, Orhan Bursalı, Emre Kongar, Şükran Soner, Alev Coşkun, Güray Öz ve Egemen Berköz katılmış). 24 Nisan 2006’da yayımlanan söyleşiden alıntıyı, Emre Kongar’ın ‘Yazarlar Eleştiriler Anılar’ isimli kitabından aldım (Remzi Kitabevi, 2016). 

her yolculukta bir on kuruş vardır

Büyüsem asarlar beni, çınar olur ağacım, 
Elmaların gümüşten çekirdekleri olur; 
İstersem ellerini bağlarım, on kuruş alırım, 
On kuruş alırım, yolculuğa çıkarım;
Bütün komşular üzülür buna. 

Asarlar beni belki bir yıldız ağacına
Ay ışır belki cebimdeki kupadan, 
Çünkü her yolculukta bir on kuruş vardır, 
Çünkü şarap içilir, düğme dikilir;
İstersen gece olur, bıçaklar olur, 
Bütün komşular keserler elma. 

Çekilir kepengi denizin, başlar usulca koru
Kahverengi bir gömlek giyerim sana doğru.

Ülkü Tamer - Seni Sevdim, Olur Mu?

hepimiz karanfile eğilimliyiz

İstanbul gecesi… Akaretler Yokuşu’nda bir minik kafedeyim. Çay içip geleni geçeni seyrediyorum. Şaşırtıcı derecede güzel, bir o kadar da dağınık kitabevi Minoa’dan on beş dakika evvel aldığım kitaplara göz atıyorum. 

Gece epey ilerledi ama masalar arasında çocuklar koşuşuyor. Beşiktaş’a inenler, Maçka’ya çıkanlar… Korna sesleri, topuk tıkırtılarını bastırıyor. Evet, bu saatte trafik var. 

İki çaydan sonra kalkmaya niyetleniyorum. El ediyorum garsona. Kaşla göz arasında gidip geliyor, masaya bir kitap bırakıyor. “Bu nedir yahu” demeye kalmadan başka bir masaya seyirtiyor. 

Edip Cansever’in 'Yerçekimli Karanfil’i. Yapı Kredi baskısı. Çok okunmuş belli, yıpranmış. 

Sayfaların arasına tepiştirilmiş bir kâğıt. Adisyon fişi. İki çay için ne kadar ödeyeceğimi söylüyor. Şiirlerin arasında söylüyor bunu. 

Yadırgıyorum. Kim yadırgamaz? Ya da yadırgamaz mı, artık bunları pek bilemiyorum. Belli ki ‘karanfile eğilimli’ bir işletmeci… Sen ben bizim oğlan gibi. Hangimiz karanfile eğilimli değiliz ki?

İki şiir arasına para sıkıştırmak ama… Açmıyor beni. 

Yan masa da hesap istiyor; oraya da ‘Dünyanın En Güzel Arabistanı’ mı gelecek; bakmaya cesaret edemiyorum. Hesabı Cemal Süreya’dan ‘Üstü Kalsın’a denk getirmek falan… Düşünülmüş müdür? Peh! Parayı bırakıyorum, ‘masa da masaymış ha’ diyemeyeceğim masadan kalkıyorum. 

'Nasıl olan Ruhi Bey' gibi karışıyorum İstanbul gecesine.


PS: Adisyonun denk geldiği şiirden değil de kitabın başka bir sayfasından birkaç dize düşeyim şuraya, blog şenlensin. 

Beni seviyorsanız dikkat! köşe başındaki camcıya sorun
O ne derse doğrudur, dalga geçmeyin adamla

Üstelik beni sevmek haşlanmış pirinçleri beyazlatır. Günaydın! Sabahlarınız gibidir beni sevmek, horozun renkleri gibidir Beni sevdiniz mi? yangındır artık parmaklarınız.

küçük bir istasyonda

Necati Cumalı'dan taşra güzellemesi: 

Tren küçük bir istasyonda 
Durduğu zaman 
Memurun karısı ya da baldızı 
Bana bütün kadınlardan güzel görünür

ay sarayında