bisikletin mutlulukla bir ilgisi olmalı





Hiç bu kadar karı bir arada görmemiştim. İstanbul’a üç senede yağan kar, Cuma günü Amsterdam’a üç saatte yağdı. Klişe bir ifadeyi kullanmaktan kendimi alamıyorum. Nasıl derler, kanalların üzeri yavaş yavaş “beyaz bir örtüyle” kaplandı.

Şehrin ahalisinden yapabilenler, kar bastırınca işi gücü bırakıp evlerine koşturdu. Burunlarını dışarıya uzatmak istemiyorlar. Uzattıklarında da, bize garip geliyor ama, bisikletlerinden inmiyorlar. Bu karda buzda bisiklet? Ben yürümekte bile zorlanıyorum!

İşin sırrı burada zaten. Algemeen Dagblaad (AD) gazetesi geçen hafta içinde “Hollandalıların boşuna ‘dünyanın en mutlu insanları’ sayılmadığını” yazdı. Bura halkı ulusal mutluluk araştırmalarında hep yüksek skor çıkarıyor. Sebep tüm zamanların “en iyi ikincisi” futbol milli takımı değilse, başka bir şey olmalı. Zaten öyle. AD’de yer alan araştırmaya göre iki teker, bir gidon ve bir sele mutluluğa yetiyor. Bisiklet sürmek insana özgür ve bağımsız hissettiriyor. Üstelik sağlıklı ve ucuz da. Hem, bisiklet kullananlar trafik stresine de katlanmıyor.

Herhalde bu yüzden kardı kıştı demeyip sürüyorlar. Hakkını veriyorlar bisikletin.

Fotoğraflar: Aslıhan Tümer

yılın en saf ülkesi anketi


Nasıl bu kadar saf olabiliyoruz? Aramızda en akıllı geçinenler bile Time dergisinin yılın insanı anketinin gerçekten o kişiyi belirleyeceğini ve derginin de sayfalarında ona yer vereceğine inanıyor. Gazeteler ve internet siteleri “Tayyip Erdoğan, Lady Gaga’yı ha geçti ha geçecek” diye haber yapıyor. Sonuçta Time bütün dünyaya her yıl bir defa “gel gel” çekiyor, hararet nedense en çok Türkiye’de yükseliyor. Bu liste için, en azından yapım aşamasında başka hiçbir ulusal medyada bu denli haber üretilmiyor.

Nihayetinde bu seneki kapağa Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg çıktı. Sonuca herhangi bir oylamanın etki ettiğini düşünmek için deli olmak gerekir. Time “Yılın insanı Zuckerberg” için tam 23 sayfalık bir dosya hazırlamış. İlgili yazıya özel fotoğraf çekimleri ve üzerinde günlerce uğraşılmış grafikler eşlik ediyor. Muhtemelen David Fincher’ın filmi Social Network hem gişede başarı kazanıp hem de eleştirmenler tarafından beğenilince Time’ın editoryal ekibinin kafasında bir fikir şekillenmiştir. Böyle bir dosya, en azından Türkiye şartlarında, bir aydan kısa bir sürede çıkmaz.

Beş maddelik listedeki diğer isimlerin ikisi için de benzer çaba sarf edilmiş. İkinci Tea Party’ciler ve beşinci Şilili madencilerle ilgili dosyalarda özel çalışma yapmışlar. Örneğin Şilililer’in fotoğrafları gerçekten çok iyi. Ama diğer iki madde sadece yazıya yaslanıyor. Üçüncülüğün layık görüldüğü Julian Assange, Kasım-Aralık’ta yeniden bir çıkış yapmasaydı da listede olurdu. Wikileaks’in kurucusunun bu yaz yayımladığı War Logs bile onu listeye sokmak için tek başına yeterdi. Dördüncü Hamid Karzai’nin ise nasıl bir önem arz ettiğini anlayamadım. Daha doğrusu anladım ama çok sıkıcı buldum. Time, Afganistan Devlet Başkanı'nın savaştaki hayal kırıklığının sembolü olduğunu söylüyor. Demek işler iyiye gitseydi bir komutanı ya da Obama’yı koyacaklardı; sarpa sarınca günah keçisini öne çıkarmışlar. Pöfff!

Peki ya Tayyip Erdoğan’la Lady Gaga? Onlar geçen seneki geniş listedelerdi zaten. Basit değil mi, her sene aynı isimleri yazsalar, kimse yenileri merak etmezdi.

Kısacası, böyle bir liste için Time gibi bir dergi okuruna başvurmaz; aylar öncesinden pişirmeye başlar, zamanı gelince servis eder. Bu yüzden ne boşuna internetin başına oy vermeye koşun ne de koşanlar hakkında yorum yapın. İkisi de aynı şey; Time’ın yıldızını parlatmaktan başka bir işe yaramıyor. Tıpkı bu yazının da yapmak zorunda kaldığı gibi.

üç güzel bir arada



Uzay boşluğuna popüler kültür tarihinden beş fotoğraf göndersem, birisi şu Audrey Hepburn karesi olurdu. Breakfast at Tiffany’s filminden. Tek bir fotoğrafta bütün güzel şeyler bir araya gelmiş. Blake Edwards’tan ince iş, Truman Capote’den küçük bir karalama, Hepburn’ün ışıldayan yüzü…

Blake Edwards da göçüp gitmiş, anısı burada dursun.

Filmin girişi de aşağıda:

dünyanın ucundaki ada







Evini barkını memleketini bırakıp, bahtını dünyanın öteki ucunda bir volkanik adada aramaktan daha kötü ne olabilir? Yüze yakın Iraklı ve İranlı, aralarındaki düşmanlıkları bile bir kenara bırakmış, derme çatma bir teknenin üzerinde, Avustralya’nın küçücük Christmas Adası’na ulaşmaya çalışıyordu. Yolculukları dün, teknelerinin o adanın kıyılarında parçalanmasıyla bitti. Ölü sayısının 50'yi aşması bekleniyor.

Christmas Adası dünyanın en yoğun kaçış rotasının üzerinde, Endonezya ile Avustralya arasında. Kendileri de fosfat çıkarıp işlemek için yıllar önce adaya göçmüş çoğunluğu Malezyalı ve Çinli 1200 kişilik nüfusu, bir kavşağı ve birkaç trafik lambası var. Bir gazetesi yok adanın; onun yerine halkı bilgilendirmek için üzerine notlar yazdıkları bir karatahta kullanıyorlar.

Ama bu nüfusa dahil olmayan binlerce kişi daha yaşıyor aynı adanın üzerinde. Avustralya hükümeti, bu gözlerden uzak yerde, binlerce sığınmacıyı yerleştirdikleri iki mülteci kampı kurdu. Herkesten, her şeyden, kendilerinden, ülkelerinden uzakta. Halının altında…

Avustralya gazeteleri ada halkının, Kasım-Mart arasındaki muson sezonunda çıldıran dalgalarda debelenen sığınmacıları kurtarmak için sabahın ilk saatlerinden itibaren çabalayıp durduğunu yazıyor. Ama ellerinden bir şey gelmemiş. Independent’a konuşan Asylum Seeker Resource Centre’dan Pamela Curr ise başka bir şey söylüyor. Ona göre Avustralyalı sınır devriyeleri bu teknenin nereye gittiğinin muhtemelen farkındaydı: “Böylesi zayıf bir teknenin üç beş metrelik dalgalarla boğuşamayacağını bildikleri halde, Christmas Adası’na yönelmesine izin verdiler.”

Dünyanın her tarafında durum böyle. Türkiye-Yunanistan sınırında da, Avustralya’da da, İtalya kıyılarında da… Yetkililer, sığınanları görmezden gelince, "bana gelmesin de nereye giderse gitsin" dedikçe, kendi dertlerinin biteceğini sanıyorlar. Mültecilerden tiksiniyorlar. İnsanı Irak’tan alıp, dünyanın öteki tarafındaki volkanik adada öldüren fırtına dinmeden o dert hiç biter mi?

2010’lu yıllarda mülteci meselesini daha çok konuşacağız. Vicdanınızı uyandırın

lagara lugara

A Day in the Life of Social Media from DBA Worldwide on Vimeo.



Videoda Lady Gaga'nın, Twitter'da ABD Başkanı Obama'dan daha fazla takipçisi olduğu ve tek bir tweet ile New York Times, Wall Street Journal ve USA Today gazetelerinin toplam matbu baskısının ulaştığından daha fazla insana ulaştığı söyleniyor.

Tamam, yeni ilah sosyal medya, anladık. Daha fazla söylemek gereksiz. Ama şunu da bilelim: Bizdeki sosyal medya uzmanları işin sadece "sosyal"inde, "medya"yla ilgilenen yok. Ancak lagara lugara. Gazeteci titrini kullanan sosyal medyacılar için söylüyorum. Hayat size güzel.

amsterdam konuşması en güzel felemenkçe


Wim Sonneveld... Yeni Felemenkçe öğretmenim. Ben doğmadan beş sene önce ölmüş ama teknoloji sağolsun bu durum bana öğretmenlik yapmasına engel değil. Youtube'da tesadüfen şarkılarıyla karşılaşmadan önce Hollandalılar'ın konuştuğu dili yani Felemenkçe'yi sert ve pürüzlü bir dil olarak görüyordum. İşitiyordum yani. Ama aynı Felemenkçe bu adamın dilinde kadife kıvamına geliyor.

Sonneveld, Hollandalılar'ın en büyük şarkıcılarından. Esas alanı kabare. Ama şansonlarıyla da çok ünlü. Tertemiz (!) bir Felemenkçe'yle söylüyor şarkılarını (o kadar ki dinlerseniz siz de ne dediğini anladığını zannedebilirsiniz, tabii aranızda bu dili bilen varsa, terbiyesizlik yapmak istemem.)

Neyse onun yönetimi altında (yani şarkılarını ezberleyerek) Zeki Müren-Erol Evgin kırması bir Türkçe konuşur gibi konuşacağım bu dili. Daha pürüzlü lehçeyle konuşanları yakarım. Hem ne diyordu Ziya Gökalp: Amsterdam konuşması en güzel Felemenkçe!

Aşağıdaki videoda Sonnerveld'in şimdiye kadar dinlediğim en güzel şarkılarından biri var: Aan de Amsterdamse Grachten. Yani "Amsterdam'ın kanallarında." Böyle sıcacık, tatlı tatlı akıyor... Gecenin melon şapkasından, mutluluğu arayanlara gelsin!

guardian'ın uçkur hesabı



Düzeltir, özür dileriz”in bu kadar sersemcesini okumuş muydunuz? Sersemce ama neşeli yine de. Guardian, beraber olduğu kadınların sayısını yanlış hesaplayınca, 1980’lerin efsane grubu Simply Red’in vokalisti Mick Hucknall’ın ve gözünden bir şey kaçmayan cevval okurlarının affına sığınmış. Buyurun, aşağıda:

“Bir redaksiyon hatası sonucu, Simply Red şarkıcısı Mick Hucknall’ın 1980’lerin ortasındaki üç yıllık bir zaman diliminde bini aşkın kadınla yattığını yazdık. Doğrusu bir yılda binden fazla kadınla beraber olduğudur. İlgili haberlerde de geçtiği üzere, Hucknall, o yıllarda, her gün bu tipte ortalama üç ilişki yaşadığını söylüyordu.”

Eskiden bir Julio Iglesias vardı uçkurunun hesabı tutulan; Hucknall onu bile geçmiş. Guardian’ın sersem düzeltmesine de ayrıca alkışlar! Görev bilinci budur.

Bunlar da Guardian’ı hataya sürükleyen ilgili haberler:

Mick Hucknall apologies to thousands of women he slept with

Mick Hucknall: 'I feel a bit like the antichrist'

sonraki gün